Alarm sesiyle gözlerimi açıyorum. Daha ilk günden itibaren "ev" olarak anmaya başladığım otelimizdeki yatağımdayım.
LX Factory'e girdiğim anda beklentilerimi yükseltmekte hiç bir sakınca görmüyorum. Burası Lizbon'un içine saklanmış, küçük bir Doğu Londra veya Berlin gibi.
İlk durağımız hemen girişteki Cantina LX oluyor. Dışı ne kadar sakil ve ilgi çekici değil ise, içi de o kadar güzel. Dekorasyonundaki her bir parça, yemeklerin sunumu, içerideki her bir kişi çok zevkli.
Karınımızı doyurduktan sonra, her bir butiğe girerek, kahve içip dinlenerek LX Factory'de saatler geçiriyoruz ve buraya gerçekten bayılıyoruz.
LX Factory'de keyfinize göre oradan oraya girebilir, canınızın istediği yerde soluklanabilirsiniz; nasıl olsa her bir mekan çok keyifli. Yine de asla atlanmaması gereken bir yer varsa, o da Ler Devagar Kitapevi. Ler Devegar, "yavaş oku" anlamına geliyor ve burası NY Times listesine göre, dünyadaki en güzel kitapevinden biri. Benim şimdiye kadar gördüklerimin arasında ise en iyisi.
Lizbon'a yolunuz düşerse, her bir köşesi çok keyifli sürpriz ve detaylarla dolu LX Factory'i pas geçmeyin, tadını çıkartın, benim kulaklarımı çınlattın, hatta en sevdiğiniz şeyin fotoğrafını benimle paylaşın.
Keyifle, keşfederek kalın!
Aklımdan hızla düşünceler geçiyor: "Lizbon'daki son günümüz. Az sonra valizlerimizi toplayıp, otelden ayrılmamız gerekiyor. İbiza'da oteldeki duştan bile tuzlu su aktığı için, bir hafta boyunca mis gibi duş almak, saçlarımızın tertemiz olması için son fırsatımız. Pazar günleri Belem'deki müzelerin tamamının girişi ücretsizdi galiba, çok şanslıyız. Akşam Madrid trenimiz 20:00'de mi, 21:00'de miydi?"
Gerine gerine yataktan kalkıyorum, Buketto ile bir yandan Lizbon'daki son günümüzde neler yapacağımızı planlarken, diğer yandan valizlerimizi topluyoruz: Lizbon'da kirlettiğimiz kıyafetler en alta, İbiza'da giyeceklerimiz üste, Madrid'de ve tren yolculuğumuzda ihtiyaç duyabileceğimiz her şey el çantamıza.
Biraz hüzünlü olduğumu fark ediyorum. Normalde nerede olursam olayım, "gitme" fikrini çok sevmeme rağmen, Lizbon'dan ayrılmak hiç hoşuma gitmiyor. Neyse ki önümüzde koca bir gün daha var, diye avutuyorum kendimi.
Topladığımız valizleri, resepsiyona; kendimizi Lizbon'un daracık sürprizlerle dolu sokaklarına bırakıyoruz.
Lizbon'da henüz hiç uğramadığımız bir bölgeye gideceğiz: Belem.
Lizbon'da geçirdiğimiz günlerde, güneşin en tepede olduğu saatlerde bile rüzgar serin serin estiği için hiç terlemiyorduk. Özellikle akşamları, hırka giymemize rağmen çok üşüyeceğimiz kadar soğuyordu hava.
Gelgelelim o gün, güneş tepeye çıktıkça havanın sıcaklığı artıyor. Otelden hırkalarımızla çıktıktan yaklaşık yarım saat sonra o kadar sıcak oluyor ki hava, Belem'e yürüyerek gidemeyeceğimize karar verip tramvaya biniyoruz.
Gelgelelim o gün, güneş tepeye çıktıkça havanın sıcaklığı artıyor. Otelden hırkalarımızla çıktıktan yaklaşık yarım saat sonra o kadar sıcak oluyor ki hava, Belem'e yürüyerek gidemeyeceğimize karar verip tramvaya biniyoruz.
Rua de Belem 86-88 numarada bulunan, 1837 yılından beri olduğu yerde faaliyet gösteren Antiga Confeteria de Belem'in önünde iniyoruz.
Buradaki nata, hala ilk yediğim kadar lezzetli değil.
Şehirdeki en güzel nata'nın Manteigaria'da olduğunda hemfikiriz. Çünkü sadece orada fırından çıktığı gibi, hiç beklemeden sıcak sıcak yiyebiliyorsunuz.
Şehirdeki en güzel nata'nın Manteigaria'da olduğunda hemfikiriz. Çünkü sadece orada fırından çıktığı gibi, hiç beklemeden sıcak sıcak yiyebiliyorsunuz.
Diğer yandan, Portekiz usulü espresso olan 'Bica'ma eşlik eden milföy hamurundan sandiviç inanılmaz lezzetli. Ve tabii ki bu kadar tarihi bir mekanda kahvaltı etmek, ne yiyip ne içtiğimizden bağımsız olarak çok keyifli.
Aynı sokakta 80 numarada bulunan Portekizli genç tasarımcıların hediyelik eşyalarının satıldığı Original Lisboa'ya uğradıktan sonra, Igreja de Sao Domingos Kilisesi'ne gidiyoruz.
Önünde korkunç uzunlukta bir sıra var. Tepede çok yakıcı bir güneş...
Neyse ki, Türklerden oluşan bir grup var sıranın ön taraflarında. Etrafın fotoğrafını çeker gibi yaparak, çaktırmadan onların arasına kaynaşıveriyoruz.
Neyse ki, Türklerden oluşan bir grup var sıranın ön taraflarında. Etrafın fotoğrafını çeker gibi yaparak, çaktırmadan onların arasına kaynaşıveriyoruz.
1241 yılında inşaa edilen bu kilise, 1531 yılındaki depremde şehirdeki diğer her şey gibi büyük zarar görmüş ve tadilatı ancak 1807 yılında tamamlanmış. Yüksek tavanı ve heybetli sütunları ile oldukça etkileyici.
Hemen yanındaki Jerenimos Manastırı ise, Lizbon'a gelmişken uğranmazsa olmazlar arasında bulunan ve Manuelin tarzda inşaa edilen yapılardan biri. 1983 yılından beri UNESCO Dünya Miras Listesi'nde bulunan bu manastırın yapımında 70 kilo altın kullanıldığı rivayet ediliyor.
Manastırın her bir odası, üst katındaki terası, koridorları ve orta avlusundaki bahçesi o kadar güzel ki, kapısındaki sırayı beklemeye kesinlikle değiyor. Büyük bir keyifle odalarına giriyor, terasından aşağıyı izliyor, binanın bir parçası olarak betondan inşaa edilmiş banklarda oturuyor ve yüzlerce fotoğraf çekiyoruz.
Mimari olarak o kadar simetrik inşaa edilmiş ki, çıkmak istediğimizde çıkışı bir türlü bulamıyoruz -çünkü her nokta birbirine çok benziyor- koskoca manastırı en az üç kere turlamak zorunda kalıyoruz.
Mimari olarak o kadar simetrik inşaa edilmiş ki, çıkmak istediğimizde çıkışı bir türlü bulamıyoruz -çünkü her nokta birbirine çok benziyor- koskoca manastırı en az üç kere turlamak zorunda kalıyoruz.
Katedralden sonra, bir milyarderin dadaizmden, minimalizme; sürrelizmden pop art'a oldukça geniş bir yelpazedeki sanat koleksiyonundan oluşan Museu Colecçao Berardo'ya geçiyoruz.
Binanın daha kapısından içeri adımınızı atmadan, girişinde zenginliğin kokusunu alıyoruz. Lizbon'da gördüğüm en havalı girişe sahip.
Palmiyelere, dikdörtgen şeklinde upuzun havuzlara dalıp, bu girişten harika bir şekilde görünen üç boyutlu duvar resmini sakın atlamayın, derim.
Museu Colecçao Berardo, gerçekten çok güzel. Moma'dan beri en keyifle gezdiğim sanat galerisi oldu. Tek bir kattan oluşan daimi sergideki eser sayısı, elbette ki MoMa'da sergilenenlerden oldukça az. Yine de tek bir tane bile sıradan parça yok. Sergilenen eserlerin tek bir kişinin koleksiyonu olduğunu düşündüğünüzde, daha da büyüleyici bir hal alıyor.
Serginin bulunduğu binanın avlusu ise, çeşitli yiyecek, tasarım kıyafet ve aksesuarların satıldığı standlarla dolu. Sergiden çıkışta tezgahlara göz atıp, burada kitabını okuyan, arkadaşları ile buluşup sohbet eden lokallerin arasına karışıp, bedava wi-fi'ın keyfini sürüyoruz.
Seyahate çıkıp, yalnızca müze ve sergileri gezip, oradaki hayata ve şehrin insanlarına hiç dokunmadan dönenenlerin niçin seyahat ettiğini anlamakta hep biraz zorlanmışımdır. Benim seyahatlerimdeki önceliğim daha çok, oradaki yaşam tarzını anlamaya ve lezzetleri tatmaya yönelik. Yine de Lizbon'a yolunuz düşmüşken, turistik istikametler olan Jerenimos Manastırı'nı, Museu Colecçao Berardo'yu ve Convento Do Carmo'yu atlarsanız eksik kalır.
Bu kadar tarih ve kültürün bizim için yeterli olduğuna karar verdiğimizde, ki bunda karnımızın acıkmasının da etkisi büyük, ikimizin de mutlaka yapılacaklar listesinde bulunan LX Factory'nin yolunu tutuyoruz.
Şehrin en alternatif, en underground yeri olduğunu, eski kumaş fabrikasından bozma alanda sanat galerileri, tasarım butikler ve restoranlar olduğunu biliyoruz. Yine de beklentilerimi çok yükseltmemeye çalışıyorum; çünkü Lizbon özünü ve kültürünü olduğu gibi korumuş, sokaklarının her köşesi graffitiler ile boyanmamış, modernleşme amacıyla dönüştürülmemiş ve bozulmamış bir şehir.
Binanın daha kapısından içeri adımınızı atmadan, girişinde zenginliğin kokusunu alıyoruz. Lizbon'da gördüğüm en havalı girişe sahip.
Palmiyelere, dikdörtgen şeklinde upuzun havuzlara dalıp, bu girişten harika bir şekilde görünen üç boyutlu duvar resmini sakın atlamayın, derim.
Museu Colecçao Berardo, gerçekten çok güzel. Moma'dan beri en keyifle gezdiğim sanat galerisi oldu. Tek bir kattan oluşan daimi sergideki eser sayısı, elbette ki MoMa'da sergilenenlerden oldukça az. Yine de tek bir tane bile sıradan parça yok. Sergilenen eserlerin tek bir kişinin koleksiyonu olduğunu düşündüğünüzde, daha da büyüleyici bir hal alıyor.
Serginin bulunduğu binanın avlusu ise, çeşitli yiyecek, tasarım kıyafet ve aksesuarların satıldığı standlarla dolu. Sergiden çıkışta tezgahlara göz atıp, burada kitabını okuyan, arkadaşları ile buluşup sohbet eden lokallerin arasına karışıp, bedava wi-fi'ın keyfini sürüyoruz.
Bu kadar tarih ve kültürün bizim için yeterli olduğuna karar verdiğimizde, ki bunda karnımızın acıkmasının da etkisi büyük, ikimizin de mutlaka yapılacaklar listesinde bulunan LX Factory'nin yolunu tutuyoruz.
Şehrin en alternatif, en underground yeri olduğunu, eski kumaş fabrikasından bozma alanda sanat galerileri, tasarım butikler ve restoranlar olduğunu biliyoruz. Yine de beklentilerimi çok yükseltmemeye çalışıyorum; çünkü Lizbon özünü ve kültürünü olduğu gibi korumuş, sokaklarının her köşesi graffitiler ile boyanmamış, modernleşme amacıyla dönüştürülmemiş ve bozulmamış bir şehir.
LX Factory'e girdiğim anda beklentilerimi yükseltmekte hiç bir sakınca görmüyorum. Burası Lizbon'un içine saklanmış, küçük bir Doğu Londra veya Berlin gibi.
İlk durağımız hemen girişteki Cantina LX oluyor. Dışı ne kadar sakil ve ilgi çekici değil ise, içi de o kadar güzel. Dekorasyonundaki her bir parça, yemeklerin sunumu, içerideki her bir kişi çok zevkli.
Karınımızı doyurduktan sonra, her bir butiğe girerek, kahve içip dinlenerek LX Factory'de saatler geçiriyoruz ve buraya gerçekten bayılıyoruz.
LX Factory'de keyfinize göre oradan oraya girebilir, canınızın istediği yerde soluklanabilirsiniz; nasıl olsa her bir mekan çok keyifli. Yine de asla atlanmaması gereken bir yer varsa, o da Ler Devagar Kitapevi. Ler Devegar, "yavaş oku" anlamına geliyor ve burası NY Times listesine göre, dünyadaki en güzel kitapevinden biri. Benim şimdiye kadar gördüklerimin arasında ise en iyisi.
Keyifle, keşfederek kalın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder