21 Temmuz 2016

Sintra: “Every girl pretends she is a princess at one point, no matter how little her life is like that.”

Avrupa seyahatlerimde, bir şehri keşfetmek için ayırdığım süre genellikle üç gün oluyor. Üç günün, uyku ve tembellik saatlerini kısa, yürüyüş miktarını uzun tutmak ve dinlenme molalarını otel yerine restoran ve cafelerde geçirmek şartıyla, bir şehri keşfetmek için oldukça yeterli olduğunu düşünüyorum. 

Beni bu üç günlük keşif seyahatlerimde en çok zorlayan konu, 'çevre gezilerini' hangi gün yapacağımıza karar vermek oluyor. Çünkü neredeyse gittiğim her şehre ortalama 2 saat mesafede ziyaret etmek istediğim bir müze veya başka bir şehir oluyor. (Saraybosna'dayken Mostar; Barcelona'dayken Figueres, Brüksel'deyken Bruges, Krakov'dayken Auschwitz gibi...) 

Lizbon'a gitmişken de, yakınlarındaki Sintra ve Casvais'i de görmek, daha seyahatimizi planlamaya başladığımız günden beri aklımızdaydı. 

Şimdiye kadar, ben bu tip gezileri seyahatin son gününe koymayı tercih ediyordum. Gelgelelim, Buketto ile Selanik'teyken, dönüş günümüzde Mostar'a gitmeye kalktığımızda, neredeyse dönüş uçağımızı kaçırma macerası yaşayarak, evdeki hesabın çarşıya her zaman uymayacağını öğrenmiş olduğumuzdan, bu sefer bu geziyi Lizbon'daki son günümüze bırakmamak konusunda hemfikiriz. 


Bu nedenle cumartesi sabahı uyanır uyanmaz Sintra'ya doğru yola çıkmayı planlıyoruz.


Diğer yandan Lizbon'un bit pazarı, diğer şehirlerde olduğu gibi, pazar günü değil cumartesi günü kuruluyor. Bit pazarlarına  tutkum nedeniyle, buraya uğramadan Lizbon'u terk etmek içime sinmiyor. 


Düşünüp taşındıktan sonra, cumartesi günü için aklımdaki planı açıklıyorum: "Sabah erkenden uyanıp, otelimize beş dakika yürüme mesafesinde olan bu bit pazarına uğrayacağız. Bit pazarını gezdikten sonra, metroyla tren istasyonuna gidecek ve Sintra'nın yolunu tutacağız. Bütün günümüzü Sintra ve Cascais'te geçirdikten sonra, akşam Lizbon'a geri dönecek, akşam yemeği için listemizdeki adreslerden birini daha ziyaret edecek ve barlar sokağında her mekanda birer kokteyl içtikten sonra, Lizbon'un en meşhur gece klübü Lux'a gideceğiz."


Benim bir gün içine sığması imkansız planları bir güne sığdırmaya kalkmama alışmış Buketto, şüpheci bir ifade ile beni dinlese ve bit pazarını pas geçmeyi önerse de, "Sadece bir saat geçireceğiz bit pazarında ve sabah çok erken uyanıp gideceğiz." diye söz vererek, onu da ikna ediyorum. 



Şimdiye kadar ziyaret ettiklerim arasında en sevdiğim Roma'daki Porto Portese'den antremanlıyım; bit pazarından iyi bir şeyler kapmak istiyorsanız, ilk giden olmalısınız. Sona kalana çöp kalır. Bu yüzden cumartesi gününe oldukça erken saatte başlıyoruz. 




Compo de Santa Clara'da kurulan Feira Da Ladra'ya gittiğimizde, ufacık bir meydanda birkaç tezgah bizi karşılıyor. Bu tezgahları hızlıca geziyoruz, alacak hiçbir şey de bulamıyoruz. Büyük bir hayal kırıklığı.


Hemen o meydandaki bir cafe'ye oturup, kendimize birer kahve söylüyoruz. En azından erken kalkmanın ödülü olarak bir kahve keyfi yapalım diye...








Saat 8:00 gibi cafeden kalktığımızda ise, pazarın aşağı doğru uzamaya başladığını ve harika tezgahlar açıldığını fark ediyoruz. O yüzden aklınızın bir kenarında bulunsun, Feira da Ladra'yı ziyaret etmek isterseniz, saat 8:00'den önce gitmenizin çok bir anlamı yok.


Harika parçalar topladıktan sonra, elimizde poşetlerimiz tren istasyonunun yolunu tutuyoruz.


Lizbon'da metrolarda kullandığınız kağıt bilet, tekrar doldurulabilir bir bilet. İstanbul Kart gibi. Sintra ve Cascais ziyaretimiz için buna ne kadar para doldurmamız veya ayrı bir bilet mi almamız gerektiğini bir türlü çözemiyoruz. Akıl danıştığımız her bir görevli, bambaşka cevaplar vererek, iyice kafamızı karıştırıyor. 


En sonunda bir görevli bana 15 Euro karşılığında, gidiş-dönüş, ara bağlantılar ve oralardaki toplu taşımalarda da geçerli bir dolum yapıyor. Aynısını yaptırmanızı tavsiye etmeli miyim emin değilim, çünkü bir yandan bu oldukça avantajlıydı, tek binişi 5Euro olan iki otobüste bu kartımı kullanarak geçtim. Ancak bazı otobüslerde de geçerli olmadığı için, ek ücretler ödemem gerekti. Bazılarında ise, biletim geçerli olmadığı halde, otobüs şöförü ücret almadan binmeme izin verdi. 


İstasyonda tren beklerken yapabilecekleriniz hakkında üç önerim var: Bunlardan biri, istasyonun çaprazında kalan Jerenymo. Olağanüstü lezzetli hamur işleri ve taze meyve suları alabileceğiniz, ayak üstü kahvaltı etmek için harika bir pastane. 







İkincisi istasyonun ikinci katındaki avlunun devamında bulunan isimsiz ve salaş cafe. Heykel manzarasına karşı sabah kahvesi veya lokal bira "Super Bock" içmek, tren beklerken yapabileceğiniz en güzel şeylerden biri. 




Üçüncüsü de istasyonun alt katındaki Portugal Essential. Fiyatları çok ucuz değil, ama lokal tasarımcılardan, keyifli parçalar satın almak isterseniz en iyi adres burası. 


Sintra'ya giden tren, banliyo treni gibi, koltuk numarası filan yok. O yüzden trene ilk binenlerden olmazsanız ayakta kalabilirsiniz. Yolculuk 45 dakika kadar sürüyor.


Masal alemine geldiğinizin ilk sinyallerini, Sintra tren istasyonunda alıyorsunuz. Rengarenk resimli duvarları ile hayatımda gördüğüm en masalsı istasyon. 





İstasyonun hemen önünden 5 Euro karşılığında Sintra hop on-hop off otobüslere binebilirsiniz. Bu otobüs, sırasıyla National Museum, Moorish Castle ve Pena Palace'a uğruyor. 

Bütün bunlara yürüyerek gitmeniz de mümkün, ancak zaten her bir ziyaret edilecek adresin içinde de uzun yürüyüşler yapacağınızı düşünürsek, ben bu otobüsle gitmenizi, enerjinizi bunların içinde gezmeye harcamanızı tavsiye ederim.


Bizim ilk durağımız Moorish Castle oluyor. 









Moorish Castle, "Bunun için mi kalkıp Sintra'ya geldik?" dedirtebilecek bir yer. Evet, tepeden güzel bir manzara sunuyor,  yemyeşil ağaçlarla dolu patikada yürümesi keyifli, rengarenk yabani ortancalar inanılmaz güzel; ama başka bir yerde bulamayacağınız sıra dışılıkta bir şey vadetmiyor.



Asıl masal, Pena Palace'ta başlıyor. Benim gibi masallarla büyümüş bir kız çocuğuysanız, bu sarayın içinde geçirdiğiniz her bir saniyede yüzünüzde kocaman bir gülümseme olacağını, sürekli olduğunuz yerde zıplayıp duracağınızı, "Çok güzel ya!" diyip duracağınızı garanti edebilirim. 












Çünkü burası tarihi bir saraydan çok, bütün masallar için yapılmış bir film seti gibi. 

Heybetli bir saray düşünün ve bu saraya kale surları ve kale duvarları ekleyin, oryantal esintilerli kubbeler ve canlı renkleri bunlarla birleştirin, çinileri, şekilli taşları eksik etmeyin, sonra da bu sarayı 1995'ten beri Unesco koruma listesinde bulunan göllerden, çeşmelere; köprülerden vadilere her şeyi içeren devasa bir yeşil alana tepeden bakacak şekilde konumlandırın. Daha iyisi olabilir mi? 

1503'te inşaa edilen bu saray, 1842'de Portekiz Kraliçesi Dona Maria II ve Sanatçı Kral olarak anılan Don Fernando II tarafından yenilenerek bugünkü halini alıyor. Daha sonra Don Fernondo II'nin ikinci eşi, opera sanatçısı Edla Kontesi tarafından iç dekorasyonu yapılıyor.

Sarayın dışı ne kadar renkliyse, içi de tam tersine o kadar ağır ve ihtişamlı. 


Prenses gibi hissetmek için daha uygun başka bir yer ben bugüne kadar görmedim. Bu yüzden, Pena Palace, mutlaka görülmesi gerekenler listenizde, yeni bir madde olmayı kesinlikle hak ediyor. 





Rengarenk ve kahkaha ile kalın!

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım