11 Şubat 2014

Peki ya siz, tweet atmak ve söylenmekten başka ne yapıyorsunuz?

Ben bu ülkede yaşayan az sayıdaki hem fikren hem de ekonomik olarak özgür kadınlardan biriyim. Bunun arkasında olağan dışı, üstün bir başarı hikayesi yok, sadece kızını böyle yetiştirecek kadar şanslı bir ailede dünyaya geldim. Benim marifetim değil yani, şansım...

Kendimi bildiğimden beri hiç yan gelip yatmadım, hep bir şeyleri kovaladım, hala da uğraşıyorum ve çalışıyorum. Yorulduğum, tükendiğim, zorlandığım, kendimi eve kapatıp günlerce dışarı çıkmamak istediğim günler elbette oluyor. Ama ne zaman yavaşlasam, ne zaman keyfim kaçsa, ne zaman homurdanmaya başlasam, aklıma gelen bir an var:

Bundan iki sene kadar önce, yüksek lisans derslerine yeni başlamışım, cumartesi öğlene doğru okuldan çıkmışım, Dolapdere'de caddenin karşısına geçmiş shuttle bekliyorum ve hava çok sıcak. Shuttle gelmesi gereken saatte gelmediğinden ve sıcakta terlemeye başladığımdan kendi kendime söylenmeye başlıyorum.

O sırada oldukça yaşlı bir amca gözüme çarpıyor, salatalık ve maydonoz dolu bir tekerlekli el arabasını iterek yokuştan yukarı çıkıyor. Adam hem yaşlı, hem kan ter içinde. Benim sığındığım ağacın gölgesine gelince, duruyor, cebinden mendilini çıkarıp önce terini siliyor, sonra yokuştan çıkarken sağa sola kayan salatalık ve maydonozlarını büyük bir özenle düzeltiyor, bir fıs fıs şişeden daha parlak görünsünler diye onlara su sıkıyor ve soluklandıktan sonra arabayı itmeye devam ediyor.

O an kendimden utanıyorum. Taşıdığım tek şey el çantam, keyfimden geldiğim yüksek lisans dersinden çıkmışım ve istersem shuttle beklemek yerine, taksiye binip eve gidebilir ve günün geri kalanını klimanın karşısında püfür püfür iki seksen yayılarak geçirebilirim. Ve utanmadan shuttle geç kaldı diye söyleniyorum!

O sırada shuttle geliyor, biniyorum ve ağlamaya başlıyorum. Yaşlı amcaya mı, bazen bastıramadığım şımarıklığıma mı bilmiyorum. O amca o günden sonra, benim hatırlama sembolüm oluyor. Ne zaman bir şeylere söylenmeye başlasam, o amcayı hatırlıyorum ve şikayet etmeye hakkım olmadığını...


Kariyerimde daha yolun en başındayım ve kat etmem gereken daha çok yol olduğunun farkındayım. Ama bir ruhsatım var ve bu saatten sonra beni aç bırakmayacak kadar parayı her türlü kazanabilirim, dünyanın pek çok ülkesini gördüm, İstanbul'da çok farklı ortamlara girdim çıktım. Bu yüzden, bir süredir, enerji ve zamanımın tamamını ben odaklı olarak kullanmaktan vazgeçip, bir kısmını başkaları için harcamaya başlamamın zamanının geldiğini düşünüyordum.

Çalışırken, başkalarının işlerini yapıyorum; ama dürüst olmak gerekirse, bunu beni geliştirdiği ve karşılığında para kazandığım için yapıyorum. Bu blog, bazılarına iyi geliyor, buna bayılıyorum; ama aslında bu blogu ben keyif aldığım için yazıyorum.

Başka bir şeyler yapmak istiyordum, dünyayı değiştirmek gibi uçuk hayaller peşinde değildim, yalnızca küçük de olsa bir şeylerin değişmesine katkıda bulunmayı amaçlıyordum. Sadece bunun ne olabileceği hakkında hiç ama hiç bir fikrim yoktu.

O günlerde karşıma Yeşil Politika Okulu çıktı, biraz kurcalayınca yeşil akımının, yalnızca doğayı korumak ve sahip çıkmaktan ibaret olmadığını, doğrudan demokrasi, şiddetsizlik, sosyal adalet ve ekoloji ilkelerini temel aldığını öğrendim. Mr. Feelgood ile bütün haftasonumuzu, Cezayir Konferans Salonu'nda yapılan Yeşil Politika Okulu'nda geçirdik. Bu eğitim online ve yüzyüze dersler olarak daha aylarca devam edecek.

Şu aşamada size yeşil politikadan bahsetmem oldukça yanlış olur. Hem böyle bir anlatım yapabilecek bilgi ve donanıma henüz sahip değilim, hem de henüz karşı çıktığı endüstri ve kalkınmanın yerine nasıl bir çözüm önerdiği derslerine gelmediğimizden, tam olarak içime sinmiş bir ideoloji değil. Genel kültürümü arttırmakla mı kalacak, yoksa ileride burada hararetli yeşil yazılar da mı yazmaya başlayacağım onu hep birlikte göreceğiz. :)

Sadece, bu hafta sonu, etrafımdaki eğitimli ve aslında güzel şeyler yapabilecek herkesin, aynen benim gibi, "kendine" odaklanmış olduğunu fark ettim. Yaptığımız her şeyin kendimize faydasını ölçüp biçiyoruz. "Benim kariyerime bir faydası olacak mı?" ve "Ben bunu yapınca keyif alacak mıyım?" odak noktasında, son derece bencil hareket ediyoruz.

Siyasi görüş ve duruşunuz her ne olursa olsun, faydalı bir şeyler yapabilir, sizin görüşünüze uyan bir STK bulabilirsiniz. Ülkemizin gittiği durum bu kadar özgürlük kısıtlayıcı, kadınları bastırıcı, dışlayıcı ve ekonomik olarak kaygı vericiyken, bence hepimizin artık bir ucundan tutma zamanı geldi.

Bir şeyleri hep birlikte daha güzel yapabiliriz, aktivist kalın!

Eh be, sen de mi Brütüs?! Ne güzel keyifli keyifli suya sabuna dokunmadan takılıyorduk burada diyenler için de, İstanbul'dan iki mekan önerisi geliyor:

Eski adıyla Cezayir, şimdiki haliyle Fransız Sokağı'nın başında, yüksek tavanlı, harika yer karolu bir yer var : Cezayir Restoran. Aşağıdaki bahçesini ben her zaman çok sevmişimdir, şehrin göbeğinde sessiz ve gizli bir sığnak... Üstelik de yıllardır var olmasına rağmen, ne servisi bozulmuş, ne rezervasyonsuz alamayız havalarına girmiştir. İstanbul'da yıllardır gittiğim ve bir kere olsun mutsuz kalkmadığım adreslerden biridir. Ama kahvaltısını şimdiye kadar hiç tatmamıştım. Peynirlerin lezzeti de. görsel güzelliği de aklımı başımdan aldı. Taksim yakınlarındaki brunch planlarınız için aklınızda bulunsun.


İkincisi de Çukurcuma'dan gıcır gıcır bir adres: Cafe Cuma. Gerçekten bir eve misafirliğe gitmişsiniz gibi hissediyorsunuz buradayken kendinizi. Odalardan oluşuyor, değişik tarzlarda mobilyalar bir arada, günlük menü siyah kağıda beyaz güzel bir el yazısı ile yazılmış olarak önünüze geliyor. Camii ile karşılıklı olduğu için alkolü yok, bulabildiğim tek kusur bu oldu.


 Biz gittiğimizde herkes pan cakeli leziz kahvalatılarına yumulmuş haldeydi, ama bizim için öğle yemeği saatiydi. Tercihimi fıstıklı köfteden yaptım ve diğer herkesin tabağındaki değişik yemeklere sulandım. Canınız farklı bir şeyler tatmak istediğinde veya sıcak bir ortama ihtiyaç duyduğunuzda, buranın yolunu tutun.


1 yorum:

sebuş dedi ki...

Suya sabuna dokunmadan yaşamak!mı insanız sonuçta tepkisiz duyarsız nasıl olunabilir ki, evet herkes özellikle bayanlar elini bi taşın altına sokmalı artık, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" türevi hayatlar sürmenin hiç sırası ve zamanı değil, hele şu eskişehirde bi öğrencinin zavallı bir kediye yaptığı acımasızlıklar:( ve bunun karşılığında Mahkeme tarafından verilen ceza, nasıl bir yargıdır bu dedirtiyor insana, bugün kediye bunu yapan yarın bir insana yapmazmı?
diyeceğim o ki, keşke herkes sen kadar bilinçli olsa, devamlı kendini yetiştirmeyi hedef edinse, yaptığı iş dışında kendisi içinde zaman ayırsa ve sevdiği şeyleri yapabilse, hakkını aramayı bilse, kendisi olmayı sevse,sevebilse..
sevgilerimle,

Pinterest'im

Instagram'ım