20 Ağustos 2013

Kuzu kulaklı penne, bezelyeli omlet ve mushaboom mutfak

Çoğu kez insanlardan şunları duyuyorum: "Bu kadar şeye nasıl vakit buluyorsun?", "Günde kaç saat uyuyorsun?", "Hiç evde oturmuyor musun?"....

Herkes böyle mi bilmiyorum; ama ben bir şeyler yaptıkça daha çok şey yapmak için arzu duyan; hiçbir şey yapmadığında da inanılmaz miskinleşen bir yapıdayım. "Bir süre hiçbir şey yapmadığında, dinlenirsin, enerji toplarsın ve daha dinamik olursun" mantığı bende işlemiyor.

Mesela 08:30- 18:30 mesaili bir işte çalışmanın benim yapıma hiç uygun olmadığını düşünürdüm. Bu şekilde çalışmayı kısıtlayıcı ve tüketici bulurdum.

Derken bir ay kadar bir süre mesaili bir işim olmadan yaşadım. Bir şirkete bağlı olmadan, ufak tefek işler yaptım. Canımın istediği saatte uyanıyor, canım istediğinde çalışıyordum,  para kazanmaya devam ediyordum. Herkes çalışırken hamama gidebiliyor, bisiklet sürebiliyor, yıllık izin derdine düşmeden hafta içi ucuz uçuşlardan faydalanabiliyor, alarmsız bir hayat sürüyordum. Kulağa harika geliyor değil mi?

Oysa ki bir süre sonra dağıldım, hiçbir şey yapmamaya başladım ve mutsuz oldum. Mesaili bir işte çalışmak beni sandığım gibi kısıtlamıyor, tam tersine toparlıyormuş onu anladım. Yeniden mesaili bir işte çalışmaya başlayınca, o üzerime sinen uyuşukluk yok oldu.

Evimin şehrin göbeğinde olması, ev ile iş arasındaki gidiş- gelişlerimin çok çok 30-45 dakika sürmesi de en büyük avatantajlarımdan biri. Bu yüzden işten çıktığımda, daha önümde istediğim gibi kullanabileceğim en az altı saatim oluyor. İş çıkışı, dışarıda arkadaşlarımla buluştuğumda, uyku saatime yarım saat kala ayaklansam, hemen eve ve yatağıma ulaşabiliyorum.

Fakat işten çıkıp doğrudan eve geldiğimde veya bir koca cumartesi gününü hiçbir şey yapmadan harcadığımda, "bir şeyleri kaçırıyor olma sendromu"na kapılıyorum. Mr. Feelgood bu sendromumu başarıyla tespit etti: "Seni her gün en azından bir yemek yemek, bir kadeh bir şey içmek için dışarıya çıkarmak lazım, yoksa bir anda ruh halin düşüveriyor." 

Bu demek olmuyor ki, evde vakit geçirmekten hoşlanmıyorum. Ev elbiselerimi üzerime geçirip, o ayın dergilerini okumaya, bir kahve eşliğinde romana gömülmeye, ilgimi çeken hukuk alanlarında araştırmalar yapmaya, Mr. Feelgood ile yayılıp onun seçtiği harika filmleri izlemeye de bayılıyorum. Günün daha önceki kısmını sokakta geçirmek veya bu evcil aktivitelerin sonunda bir planım olması kaydıyla...


Bu aralar da mutfağa merak saldım. Okuduğum bir kitaptan ilham alarak, İtalyan mutfağının esaslarını bizim damak tadımıza uyarlayarak, sürekli bir şeyler pişiriyorum. Bir haftadır yemeksepetinin semtine bile uğramadım. Haftasonu misafirlerime de pişirip, geçer not alan sağlıklı tarifler huzurlarınızda:

1) Kuzu Kulaklı Penne:





Bütün ihtiyacınız olan, makarna (ben penne kullandım, ama en sevdiğiniz veya evde neyiniz varsa o da olur), kuzu kulağı, limon, zeytinyağı, parmesan, çam fıstığı ve tuz.

Makarna suyunuz kaynadıktan sonra, içine sadece tuz ekliyorsunuz. Daha sonra makarnaları içine atıp, ara sıra karıştırarak pişiriyorsunuz. Makarnalar pişerken, sos tenceresinde, zeytinyağında kuzu kulaklarınızı ve çam fıstıklarınızı söyle bir çeviriyorsunuz. Yeşillikler pişince küçücük oluyor, o yüzden benim gibi yanılmayın bol bol koyun. Daha sonra da içine biraz limon sıkıyorsunuz.

Bir İtalyan'ın "Makarnanın piştiğini anlamanın tek yolu tatmaktır." lafını severim. Her makarna için, herkesin zevki için pişme süresi farklı olduğundan dakika vermek mümkün değil. Piştiğini düşündüğünüz zaman, süzgeçe boşaltın makarnaları, güzelce süzün.

Ben piştikten sonra yağda döndürmüyorum veya soğuk sudan geçirmiyorum makarnaları.

En son olarak da tabağa koyduğunuz makarnaların üzerine, biraz sosunuzdan ekleyin ve en üste parmesan rendeleyin. Türkiye'de marketlerde satılan toz parmesan pek lezzetsiz ve anlamsız. O yüzden bütün olanları alıp, rendelemenizi tavsiye ederim.

2) Bezelyeli Omlet:



İhtiyacınız olanlar, bir krep tavası, iki yumurta, biraz süt, konserve bezelye, zeytinyağı, soğan ve parmesan. Öncelikle ince ince kestiğiniz soğanları, krep tavasına koyduğunuz zeytinyağında hafifçe çevirin.

Her tarifte "pembeleşinceye kadar" yazar. Benim soğanlarım hiç pembeleşmiyor, pembeleşmesini beklersem yakıyorum. O yüzden ben görüntüsünün artık diri diri olmamasını kriter olarak alıyorum. :)

Daha sonra içine bezelyelerinizi de ekleyin tavaya. Bu sırada bir kasede biraz süt, iki yumurta ve tuzu bir çatal yardımı ile güzelce çırpıp, tavadaki soğan ve bezelyelerin üzerine dökün.

Ben karman çorman görünen yumurtaları yiyemediğim için, öncelikle bir yanının pişmesini bekliyor, sonra tavanın üzerine bir tabak kapatarak, tersini çeviriyor ve diğer yanını pişiriyorum.

Üzerine de biraz parmesan rendelediniz mi; sağlıklı ve doyurucu omletiniz hazır! Türk usulü bir ekleme yapmak isterseniz, sucuk yakışıyor, evet, afiyet olsun!



Bu arada, babamın bana ruhsat hediyesi olan eve taşınırken ve zamanımın çoğunu eve alışveriş için harcarken, söz vermiştim bitince fotoğraflarını paylaşmaya. Bir türlü fırsat bulamamıştım. Bugün hazır,  temizlik yapmışken, evimi (evimin ve blogumun adı aynı bu arada: Mushaboom) merak edenler için, minnoş mutfağım huzurlarınızda:



Aslında evdeki mevcut mutfak bambaşka bir yerdeydi. Biz salonun bir kısmını açık mutfağa çevirdik. İnşaat halini merak edenler tık! 

Buzdolabı Arçelik'in nostaljik serisinden. Kendime aldığım ilk beyaz eşyaydı. Cihangir'deki ilk evimden bu güne kadar nereye taşındıysam, o da benimle beraber geldi. Yedi yaşında. İnanılmaz teknolojik özellikleri olmasa da, çalıştığı sürece kendisinden vazgeçmeye hiç niyetim yok.


Alan çok küçük olduğu için, şahane hazır mutfaklardan birini monte etmemiz mümkün olmamıştı. O yüzden mimar olan babam, mümkün olan en fonksiyonel olacak şekilde tasarladı mutfak dolaplarını, marangoz da onları hayata geçirdi. 

Evin herhangi bir yerine yemek masası koyacak alanım olmadığı için, tezgahın bar gibi devam etmesi konusunda alanı kesip daha dar görünmesini göze alarak, ısrarcı olmuştum. Ne de iyi yapmışım, şimdi evdeki zamanımın büyük bir kısmı burada geçiyor. Burada yemek yiyorum, yazı yazıyorum, dergi karıştırıyorum, arkadaşlarımla sohbet ediyorum...

Bar sandalyelerim de, kırmızı tabure de Ikea'dan. Kırmızı olan inanılmaz fonksiyonlu bir şey, evde üç kişi olunduğunda tabure, mutfakta tepeden bir şey çıkarmam gerektiğinde merdiven, salonda otururken sehpa görevlerini görüyor. Evin en joker parçalarından.

Yerler taş. Eski İstanbul evlerindeki taş zeminlere bayılanlardanım ben. Bu taşları da aramalarımız sonunda Karo İstanbul'dan bulmuştuk.



Kanvas tablo ve Noel konseptli aksesuarlar, daha önce bahsettiğim Euro Flora'dan. 

Nostaljik coca cola şişelerini Macrocenter'dan almış, kardeşime "Bunları içmeye kalkarsan kıyamet kopar" diye terör estirmiştim.  :)

Ayakkabı şeklinde ahşap nesne, şaraplık. Bundan yıllar önce Cihangir'deki ilk evime taşındığımda hümanistyamyam hediye etmişti,şimdiye kadar aldığım en orijinal ev hediyesi olabilir.




Mutfağın sol köşesinde yine Ikea'dan alınmış bir raf var. Bu da benimle üç ev gezmiş olan parçalardan. İlk evimde kütüphane, ikinci evimde kozmetik bölümü olarak faaliyet gösterdikten sonra, şimdi de kiler olarak devam ediyor.


Nostaljik metal kutular ile kaşığı üzerinde filtre kahve kavonozu, mutfak eşyaları konusunda en favori adresim olan Esse'den. Özellikle Cevahir'deki Esse oldukça büyük olduğu için, indirim dönemlerinde bayıldığım adreslerden. 


Çeşitli yerlerden arakladığım altlıklar... Bir ara böyle bir koleksiyona başlamayı planlıyordum. Şimdi yeniden aklıma gelmiş oldu. =) 



Metal kutular Ikea'dan, kadın vücudu şeklinde zeytinyağı Ayvalık'tan.

Yukarıda ve aşağıdaki fotoğraflardaki yapay çiçekler yine Euro Flora'dan. Tablo niyetine kullandığım vosvoslu tepsi Esse'den. Mıknatıslı baharatlık Ikea'nın yer kazandırıcı harikalarından. Paris kartı da, annemle babamın birlikte ilk yurdışı seyahatinden. "Bu şehirleri görmeni, buradaki güzellikleri yaşamanı sabırsızlıkla ve merakla bekliyorum." notu var arkasında. Her sabah kahvemi içerken, güne yeni seyahat planları yaparak başlamamın temel sebeplerinden biri sanırım bu kart. 



Veee evin en ilgi gören köşesi, tabii ki içki rafları. Gittiğim ülkelerden çılgın gibi kıyafet alışverişi yapmasam bile mutlaka oraya özgü içkilerden getiriyorum dönerken. Bir de duty free'den ucuz alışveriş imkanı sağolsun, ne kadar sık seyahat edersem, bu raflar o kadar dolu oluyor. Mushaboom ne kadar çok misafir ağırlarsa da o kadar hızlı tükeniyorlar. 

Arapça yazılı Ice Tea Beyrut'tan, en sağdaki bira şişesi Kopenhag Carlsberg müzesinden, yanındaki taze reçine şarabı Midilli'den, ev şeklinde şişeli Uzo Mikanos'tan mesela. 


Bayıldığınız ev eşyası alışveriş adreslerinizi ve basit ama lezzetli tariflerinizi benimle paylaşmayı unutmayın. 
Mushaboom'da sakin geçirdiğim bir akşamdan sevgiler =)

5 yorum:

Handan dedi ki...

aynı uzo dan bende de var:)

zillosh dedi ki...

Handancim hic sasirmadim, siki bir akdeniz gezginisin malum :)) pek seker ama degil mi?!

Handan dedi ki...

bu sefer rotayı serin yerlere -norveç-isveç- çevireceğim, bayıldım sıcaklardan hatta iltica talep etsem, sebep sıcak diyerekten kabul ederler mi? karidesi çekirdek gibi yiyip somona bandıracağım bünyeyi sezen,

evet bende de duruyor kitapların yanında iyi bir balık yapan çıkarsa kapıp götürmeyi düşünüyorum uzoyu şimdilik bakışıyoruz

sebuş dedi ki...

Çok tatlısın:)ayrıca mutfağında senin gibi çok cici,
Açık mutfaklara bayılırım, benimde senin gibi salon mutfak içiçe bir evim var, düşünülenin aksine çok kullanışlı ve fonksiyonel.. içki koleksiyonuna ayrıca bayıldım,
Sevgilerimle..

zillosh dedi ki...

Handancım,

Norveç'i görmedim, ama İsveç'in ekimi bile bana çooook çoook çoook soğuk geldi. Ama somona laf yok. mmmmmm

Sebuş,

Teşekkür ederim :)))

Kesinlikle katılıyorum. Yaşasın açık mutfaklar. Öperimm

Pinterest'im

Instagram'ım