05 Ekim 2013

Yalnız aşıklar hayatta kalır. *

Havalar soğuduğunda ilgimi en çok çeken etkinlik film izlemek oluyor. Evde, tercihen sevgiliyle, bir battaniyenin altında birbirine dolanmış olarak izleneni en makbul, ama çantaya atılmış, salona gizlice sokulan bir bira ile sıcacık sinema salonunda güzel bir görüntü ve ses sistemi ile film izlemenin keyfi de ayrı güzel.

Biliyorsunuzdur, her sene olduğu gibi, İstanbullular bu yazı da filmekimi ile kapattı. Filmekimi bu haftasonu, sona eriyor.

Ben, öğrenciliğimde gündüz matinelerinin tadını çıkarmış bir insan olarak, çalışmaya başladığımda, film festivallerinde akşam seanslarına terfi etmek durumunda kaldım. Bilet bulamadığım için isyan ettiğim birkaç festival sonrası, kendime Lale Kart edinerek bu sorunu da çözdüm.

Lale Kart'ın en havalıları olan siyah ve beyaz lalenin yıllık aidatı çok yüksek kabul ediyorum; ama hala öğrenciyseniz -ki ben yüksek lisans sayesinde hala öğrencilik avantajlarından faydalanmaya devam edebilen çalışan kesimdenim- sarı lale edinin. Yıllık aidatı 125 TL, ön satışlardan faydalanabiliyorsunuz ve her bilette %25 indirim kazanıyorsunuz. Ayrıca anlaşmalı olduğu pek çok noktada indirim sağlıyor, örneğin Cafe Nero'larda bir kahve alınca ikincisi hediye oluyor. Yani ödediğiniz parayı fazlasıyla çıkarmış oluyor size. Benim son birkaç yıldır harcadığım en anlamlı para, lale kart aidatım.

Bu seneki filmekiminden de kendime beş film seçtim. İzlediklerim hakkındaki yorumlarım, bu yazı ile huzurlarınızda. Cinsel içerikleri nedeniyle gösterime gireceklerini çok sanmıyorum; ama bizim kuşağın pek de yasal olmayan yolları ile hepsine ulaşmanız pekala mümkün.

Yasadışı yollara teşvik gibi oldu farkındayım; ama festival filmleri oynatan bir sinemamız olmadığı ve var olan Alkazar Sineması da yıllar önce kapatılığı için başka bir alternatif malesef yok.

1) Blue is the warmest colour:

Cannes'da Altın Palmiye ödülünü almış, on iki dakikalık sevişme sahnesiyle çok konuşulmuş, Filmekimi kapsamında ek seans açılmasına rağmen izleyici taleplerine yetişememiş bu filmi, bir Lale Kart sahibi olarak, galasında, şahane görüş açılı bir koltukta izleme fırsatı buldum.

Filmden çıkıp, arkadaşlarımla buluşmaya gittiğimde "Nasıldı film?" sorusuna cevap veremedim. Çünkü farklı bir filmdi. Çok mu beğenmiştim, beğenmemiş miydim, karar veremedim. Çünkü filmin bir kısmı film değil pornoydu, bir kısmı fotoğraf kareleri gibi çok sanatsaldı, bir yandan da çok fazla mesaj içeriyordu.




Filmi izleyip uyuyup uyandıktan sonra, çok etkileyici ve iyi bir film olduğuna karar verdim.
Seven sevmeyen, herkesin hemfikir olduğu tek bir şey var; oyunculuk muhteşem.

Konusuna gelince, lisede bir edebiyat sınıfında başlıyor film. Bir aşk romanını okuyor ve tartışıyorlar. "Kalpte boşluk olması ne anlama gelir?" diye soran ve bunu tartışmaya açan bir edebiyat öğretmeninin dersi ile başlayan ilk sahnede baş kahramanımız ile tanışıyoruz:  Her bakımdan ortalama bir ailede yaşayan Adele... Ailesi ne tutucu, ne de çok modern; ne yokluk içinde, ne de çok zengin. Öğretmen olmayı hayal eden, erkeklerden hoşlanan bir kadın. Okulun çok yakışıklı çocuklarından birisi ile flört etmeye başladığı zaman, yolda mavi saçlı bir kadın görüyor ve kelimenin tam manası ile hayatı değişiyor.

Çok fazla spoiler vermek istemiyorum; ama bana çok fazla şeyi sordurttu ve düşündürttü. Aşk cinsiyetten bağımsız bir kavram mıdır? İlişki yaşadığın kişi seni ihmal etmeye başladığı için kendini başkaları ile avuttuğunda aslında suçlu kimdir? gibi...

Türkiye'de vizyona gireceğini sanmıyorum, o yüzden bir şekilde edinip, izleyin.



2) The Look of Love:

Gerçek bir öykü. Paul Raymond'un önce açtığı striptiz klübü, ardından çıkardığı soft-porn dergisiyle ve "En kalıcı saygınlık mülk ile olur." anlayışı ile Soho Kralı'na dönüşmesini, bu dönemde kadınlarla ilişkilerini ve piyasayı anlatıyor. Muhteşem güzel kadınlar, harika kıyafetler, keyifli müzikler eşliğinde...



Olağanüstü bir film değil, ama bambaşka bir dünyanın kapılarını açıyor. Kızını kokain içerken yakalayınca sadece iyi mal içmesi konusunda uyaran bir baba, kocası eve sabah gelince "Kadın nasıldı?" diye soran bir eş, "Soho benimmm!" diye bağıran gerçekten Soho'nun mirasçısı bir kız ve çok renkli garip hayatlar yaşayan daha bir çok karakter...

Spoiler olacak ama sadece olayları gösteriyor, kimsenin aslında ne düşündüğünü ve hissettiğini filmden anlamak mümkün değil.  Ben, kızının neden mutsuzluğa sürüklendiğini de; ikinci birlikte olduğu kadının gerçekten Raymond'a aşık mı olduğunu, yoksa sonunda dünyanın pek çok yerinde otel zincirleri sahibi olmasını sağlayan planlı yolu mu yürüdüğünü anlamadım. Bu oyuncuların performansının mı yoksa senaryonun eksikliği mi bunun kararı beni aşar, film eleştirmenlerine bırakıyorum.

Güzel kıyafetler, güzel evler, güzel görseller ve keyifli iki saat geçirmek için izlenebilir.



3) (The Necessary Death of) Charlie Countryman:

Romantik komedinin aksiyonlu versiyonu olan bu film, benim açımdan, Filmekimi kapsamında pazar akşamı izlemek için harika bir seçim oldu 

Film,  İngilizce'de "Bucharest" ile "Budapest"in birbirine çok benzemesi üzerine kurulmuş.

Annesi ölen, Charlie, bundan böyle ne yapacağını bilemezken, annesinin "Bükreş'e git." tavsiyesine uymaya karar verir ve kendini,  kaldığı hosteldeki "uyuşturucu kullanalım, striptiz klüplerine gidelim"ci oda arkadaşları, aşık olduğu kadın ve mafya babaları üçgeninde bulur.

Biraz aksiyon, biraz aşk ve harika müzikler. Filmden geriye aklımda kalan en güzel şey de, ilk sevişme sahnesinde The XX - Stars çalması oldu.

Çok derin ve yorucu olmayan, keyifli bir şeyler izlemek istiyorsanız, bu sizin filminiz.




4) Only Lovers Left Alive: 

Filmekimi katoloğunu incelerken adının güzelliği ile ilgimi çeken, "fetişist, havalı, güncel, romantik vampir dramı" olarak tanımlanmış bu filmi izleyip izlememek konusunda kararsızdım. "Vampir filmi?! Modası çoktan geçmedi mi?" diyordum.


Hakkında duyduğum harika şeylerden sonra, iş çıkışı koşa koşa gittim. Ne de iyi yapmışım. 

Festival kapsamında en çok beğendiğim film oldu.

Filmin ana karakterleri, birbirleri ile evli olan iki vampir: Adam ve Eve. Adam Detroit'te yaşıyor, harika müzikler yapıyor; ama bunları dış dünyaya sızdırmaktan özenle kaçınıyor. İnsanoğlunun -ki filmde insanlar "zombi" olarak nitelendiriliyor- geldiği durumdan ve yaşadığı hayattan çok umutsuz. Fena halde depresif ve intihara meyilli.


Eve onun tam tersine, dans ederek, her şeyin tadını çıkararak yaşamaya meyilli, kitaplara fena halde düşkün bir iyimser. Tanca'da yaşıyor.




İkisi de insanların kanını emmeyi çok tehlikeli ve eski model buluyorlar. Ne hastalığa sahip olduklarının ve kanlarının kalitesinin ne olduğu meçhul olduğundan...


Laboratuarlardan O Rh+ kan tedarik ediyor ve bununla besleniyorlar. 


Film plağın dönüşü ile aynı hızda döndürülen iki karede, bambaşka odalarda kanı içip kendinden geçmiş olan Adam ve Eve'i ardı ardına göstererek başlıyor.


Konu ve metaforların güzelliği kadar, müzikler ve görüntüler de uçuyor. 


Hatta birisi üşenmemiş soundtrack listesi yapmış, şuradan ulaşabilirsiniz. Ama dürüst olmak gerekirse, ben hiçbirini sonra evde dinleyince beğenmedim. Filmde görseller ve an ile o kadar güzel uydurulmuş ki, onlar olmadan manasızlaşıyor. 

Mutlaka ama mutlaka izlenmeli! 


5) Young &Beautiful:


Filmi izlerken aklıma Murathan Mungan'ın kitabından bir cüme geldi: "aslında ne kadar duygusal bir şey orospuluk etmek..."


17 yaşındaki Isabelle'nin hayatındaki dört mevsimi anlatıyor bu film. "Çok güzel, hiç paraya ihtiyacı olmayan birisi niçin kendisinden yaşça çok büyük adamlarla para karşılığı birlikte olur?"u sorguluyor.


Sırf kızın güzelliği için bile izlenebilir. 1990 doğumlu Marine Vacth, hayatımda gördüğüm en güzel insan!








Filmlerle kalın!

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım