25 Haziran 2014

all up in the clouds from a thousand miles, it's like we're never gonna hit the ground*

Anladım ki, mesele hangi şehirde yaşadığın değil, o şehirde nasıl yaşadığın...

Ben bu hafta pazar gününü, güneşten kızarmış bacaklarıma after sunı boca etmiş, omzuma rüzgardan korunmak için havlumu atmış, püfür püfür esen rüzgar tuzlu saçlarımı uçuştururken ve bir yelkenlinin burnunda oturmuş, blush yudumlarken ve biri ilkokuldan beri çok yakın arkadaşım olan, diğer ikisi ile daha bir kaç gün önce tanışıp çok sevdiğim üç kız ile kahkahalar atarak kadın-erkek ilişkileri hakkında laflarken kapattım. O anda gerçekten dünyanın başka herhangi bir yerinde, başka herhangi bir şey yapmayı diliyor olamayacak kadar mutluydum. Ve İstanbul'daydım.






Her insan gibi benim de korkularım var, oldu. Bir kısmı yaşadıkça törpülendi ve yok oldu. Bazıları ise tam tersine yakın geçmişte hayatıma sızıverdi. Bunların içinde, yıllardır hayatıma ve kararlarıma en somut biçimde etki eden ise sanıyorum ki "standarda bağlama korkum".

Fobik bir biçimde korkuyorum, her günü bir önceki günün aynısı olarak yaşayan, hayatının otuz senesi aynı 24 saatlik dilimi 10950 kere tekrar eder biçimde geçiren insanlardan biri olmaktan.

Hayata karşı şevkimin azalmasından, o döngüye kapılıp da bir gün kendimi şiddetli hazları ve hatta öfkeleri törpülenmiş bir kadın olarak bulmaktan...

Lüksü seviyorum; ama lüks ve konforlu bir monotonluğu dahi istemiyorum hayatımda. Çünkü biliyorum aslında en çok bu insanı tembelleştirip tekdüzeleştiriyor.

Bu yüzden her sabah erkenden uyanıp oradan oraya koşturmama rağmen ve sıkı mesai saatleri ile çalışmama rağmen sürekli oradan oraya koşturuyorum. Her fırsatta seyahatlere çıkıyorum, yeni insanlarla tanışmaya bayılıyorum, işten çıkıp doğrudan eve geldiğimde kendimi eksik hissediyorum, huzursuz oluyorum. "Yeni" ve "bilmediğim" besliyor beni.


Bu yüzden sanıyorum, teknede geçen o pazar gününe bayıldım. İstanbul'dan hiç ayrılmadan, bambaşka bir İstanbul deneyimledim. Yepyeni hisler, duygular, hayaller gelip yerleşti aklıma.

Fenerbahçe yat limanından çıkıp, biraları ve blushları gümleterek denizin üstünde yol alarak güneşlenmek Burgazada açıklarında demirleyip kendimizi güverteden suya bırakmak, sonra acıkınca Sedef Adası'ndaki Eleos'a gidip mezeleri ve gerçekten leziz bir balığı mideye indirmek, hepimiz için cennetin tanımına uyuyordu.

İstanbul'da olduğumuzu unutturan bir pazar gününden sonra, güneşin batışı ile birlikte yelkenli ile vedalaştık. Çakırkeyfimiz, kahkahalarımız, bronz tenimiz yanımıza kar kaldı.

"Durduk yerde icat çıkarma evladım"larla büyüdük, ama inadına kendinize bol bol icat çıkararak kalın! Yoksa yaşamanın keyfi neresinde ki...


Bu yazıyı da bu aralar taptığım ve sürekli dinlediğim iki parça ile kapatayım. Pek bilinmeseler de bence harikalar! =)



2 yorum:

Unknown dedi ki...

2-3 yıl önce aynı deneyime sahip oldum.Arkadaşımızın yatıyla gün boyu yolculuk,sohbet,gırgır,içki ve geriye kalan her şey...Rehberimi silmenin acısını yaşattın bana.Ve eski günleri hatırlattın...Neyse bakalım...Hoşça bak kendine matmazel ;)

zillosh dedi ki...

Piç Ses,

Oldukça iyiymiş, ama o numaralar silinir mi hiç! :)

Pinterest'im

Instagram'ım