Gezmeyi tozmayı, yeni insanlarla tanışmayı, sosyal ortamları ve keşfetmeyi ne kadar seviyorsam, kendime ait zamanımın olmasını, kendimi huzurlu hissettiğim bir yerde saatlerce kımıldamadan okumak istediğim kitapların arasına gömülmeyi, yetişmem gereken hiçbir yer olmadan gündüz rüyalarına dalmayı da o kadar seviyorum. Birini daha az, birini daha çok sevdiğimi söyleyemem.
Ancak yaşadığım şehir, İstanbul, yaşam temposunun hızı, sürekli değişmesi, barındırdığı milyonlarca insan ile beni hep daha hızlı, daha tempolu yaşamaya kışkırtıyor. O yüzden İstanbul'da yaşarken, yavaşlayamıyorum. Daha az okuyor, daha az düşünüyor, daha çok koşuyor, daha çok geziyorum.
Slow city akımının bir parçası olan Seferihisar'a bağlı Teos'taki evimiz ise benim hayatımın ikinci kısmını tamamlıyor.
Buradayken, yetişmem gereken hiçbir yer yok, kalabalık yok, nasıl göründüğüm kimsenin umurunda değil, yobaz yok.
İstanbul'da yaşarken, yok saydığımı sandığım, ters ve yadırgayıcı veya sapkın bakışların ve laf atanların beni ne kadar gerdiğini, burada onlar olmayınca ve rahatlayınca fark ettim.
Burada, İstanbul'da en lüks havuzları bile işgal etmiş bulunan haşemalılar yok mesela, hatta türban yok. Kıroluk yok. Bol bol Atatürk heykeli var her köşede, mis gibi insanlar var, güler yüz var, medeniyet var.
Ardı ardına seyahatlerden sonra, dinlenerek, okuyarak, hayaller kurarak ve yeni planlar yaparak birkaç gün geçirmek, ruhuma da, bedenime de çok iyi geldi.
Bob Dylan'ın biyografisinde muhteşem bir tasvir vardır: "Ona dair sevdiğim bir şey varsa, o da asla mutluluğun yanıtının başka bir insanda olduğunu düşünenlerden biri olmamasıdır. Ne ben, ne de başkası. Daima kendi inşaa ettiği mutluluğun içinde yaşar o."
Gizliden gizliye ulaşmak istediğim idealdir bu. Varmak istediğim nokta. Ve ben buradayken kendimi o noktaya yakın hissediyorum.
Zaten ayağımın ucunda gerçekten inanılmaz güzel bir deniz uzanıyorken, yüzme molaları vererek, kitabımı okuyorken, döne döne güneşleniyor, bazen uykuya teslim oluyor, bazen dakikalarca kulaç atıyorken, bir şey inşaa etmeme bile gerek kalmıyor. Ben şu karedeki anı yaşarken, hayatımdaki her şeyi tamamlanmış hissediyorum:
Hep bu şekilde yaşaması mümkün olmayanlardanım, canım macera çeker, yenilik çeker, gitmek ister; yine de uzun zamandır gezip tozmayı o kadar abartmış; yavaşlamayı, keyif çatmayı o kadar ihmal etmişim ki; şu anda başka hiçbir yer bana bu kadar iyi gelemezmiş...
Mutlu olmak için ihtiyaç duyduğumuzu düşündüğümüz hiçbir şey yok aslında burada: Havalı kıyafetler, sabahlara kadar süren çılgın bir gece hayatı, iç dekorasyonu yıkılan restoranlar, önünde selfie çekilecek tasarım harikaları... Hiçbiri yok. Ve mutluyum.
Sanıyorum ki, küçük şeylerden zevk almayı hatırlayacak kadar yavaşladım ve dinlendim. İşte benim mutluluk listem:
1) Terasın akşamları püfür püfür esmesi, güneş batışının manzarasının harika olması, minik bir hoparlör ve deezer playlistleri ile romantik bir ortam yaratıp, pazardan aldığımız taze çileklerle hazırladığımız bol buzlu ve çilekli votkayı yuvarlayarak günü kapatmamız. Yanındaki ev yapımı buzlu badem de bonusu.
2) Sebze ve meyvelerinin tadının gerçekten lezzetli olması. Kokmayan, plastik gibi görünen sebze ve meyvelerden sonra, balığın yanındaki salatada rokanın ve domatesin tadını ve kokusunu almak harika.
3) Doğal yaşama geri dönüş. Bahçe sulamak, kedi köpek beslemek, ayaklarına toprak bulaşması...
4) Tabii ki benim için denizde olmak başlı başına bir mutluluk sebebi. Deniz de gerçekten dibi görünecek kadar billur ve kitabımı okumama izin verecek kadar sakinse, benim mutsuz olmam zaten ihtimal dahilinde değil. Hindistancevizi kokulu kremime bulana bulana, döne döne bütün bir gün takılabilirim. Yandıkça da kendimi serin sulara bıraktım mı, arada bir soğuk bira yuvarlayıp, gölgede en tatlı uykulara daldım mı tamam!
5) Medeniyet.
Bademler Köyü'nden daha önce söz etmiştim. Bu pazar da, bir klasik olarak Bademler Köyü pazarına gidip, zeytinyağlı gözlemeler ile kahvaltımızı yaptıktan sonra, biraz ilerisindeki Turgut Köyü'ne gittik. Küçük meydanında Atatürk Heykeli ile Türk bayrağı karşıladı bizi. Hemen meydanda bir kahvehaneye girdik oturduk, bütün bahçesi çiçekler ile dolu, mis gibi bir kahvehane.
Türk Kahvemiz elbette ki tasarım fincanlarda gelmedi; ama temizliği, özeni, yanına iliştirilen çikolatası, suyun soğukluğu, servisi yapan amcanın içtenliği o kadar ince ve güzeldi ki, Türkiye'de hala umut var. Gerçekten o köy ile buna inandım.
6) Son bir yıl boyunca aile bireylerimizin tamamı farklı evlerde yaşadı. Kardeşim Montana'da, annem Adana'da, babam İzmir - İstanbul arası mekikte, ben sık kaçamaklarımı saymazsak İstanbul'da... Burada bir aradayız. Eve bazen gergin rüzgarlar, bazen şiddetli kahkahalar hakim oluyor; yine de bir arada ve sağlıklı olmak güzel.
Hıza kapılıp, küçük şeyleri ve anı kaçırıyoruz. Hepimiz, çoğu zaman. Bu bayramda, dünyanın bir ucunda harika keşiflerde değilseniz, hatırlayın, hatırlatın kendinize, yavaşlamayı, hızlı değil hazlı yaşamayı.
Bir kere daha iyi bayramlar! :)