Geçen yılın son aylarından biri.... Hava soğuk, ofisteki oda arkadaşımla birlikte onun ikamet tezkeresini uzatmak için Vatan Caddesi'ne gidiyoruz. Yolumuz uzun, yaz aylarını ve tatilleri düşlüyoruz. Şimdiye kadar gittiğimiz yerlerden, gitmek istediğimiz yerlerden laflıyoruz. Fark ediyoruz ki, ikimiz de Beyrut'u çok merak ediyoruz. Ve "Beyrut'a gidelimmm!" diye tutturduğumuzda, ikimizin arkadaşları da burun kıvırmış. Bu yüzden, yani kendimiz kadar hevesli kimseyi bulamadığımızdan erteleyip durmuşuz. Gidelim diyoruz, mayıs diyoruz. Böyle planlar hep yalan olur ya, bu sefer gerçek oluyor.
Ve birkaç ay sonra, perşembe sabahı merak içinde Atatürk Havalimanı'ndayız. İstikamet Beyrut! Kalbimiz küt küt! Türkiye'deki bütün köşe yazarları Beyrut'a gidip bir yazı döktürmek şartmış gibi davrandığından ve Beyrut içerikli blogların zenginliğinden oldukça zengin "yapılacaklar- görülecekler" listesi var elimizde. Daha önce orada olan arkadaşlarımızın tavsiyelerini ve guide'daki yerleri elimizdeki listelerle kıyaslıyoruz. Uçağın kalkmasıyla inmesi bir oluyor: Türkiye'de bir şehre gider gibi 1,5 saat sonra Beyrut'tayız.
Çıktığımız gibi "Taksi taksi" diye geliyorlar yanımıza. Taksimetre olmamasına hazırlıklıyız, pazarlık yapacağız. O kadar inatçıyım ki "15 dolar" konusunda, adam en son "Türkiye'den geliyorsun değil mi?" diye soruyor. 15 dolara şehir merkezine gidiyoruz ve Hamra'daki Mayflower Otel'ine yerleşiyoruz.Otel biraz eski ama, temiz ve çalışanlar inanılmaz güler yüzlü. Güneş alan çok güzel bir de balkonumuz var üstelik.
Nasıl giyinmemiz gerektiğini kestiremiyoruz. Hayatımda ilk defa Ortadoğu'dayım. Evet Beyrut Ortadoğu'nun Paris'i, ama yine de emin olamıyoruz. Upuzun elbiselerde karar kılıyoruz. O sırada bir arkadaşım mail atıyor, beni Facebook üzerinden orada yaşayan biriyle tanıştırıyor. Şans bu ya, o da aynı gün İstanbul'a gidiyormuş. Onu boğmayalım, kendi başımızın çaresine bakarız diyoruz. Elimizde şehir haritası, şöyle bir turlamak üzere çıkıyoruz otelden.
Beyrut'ta ilk fark ettiğim şey: Perdeleri camlara değil, balkonlara takmaları oluyor. Çok karakteristik. Bir de yepyeni binalarla yıkık döküklerin yanyana olması...
İstanbul'da güneşi özlemişiz, doğrudan sahile vuruyoruz kendimizi. Öğle vakti çoktan geçmiş olmasına rağmen yakıyor güneş. Güneşin altında biraz yürüdükten sonra, sahil kenarında salaş bir cafe'ye oturuyoruz: Cafe Palace. Suyun dibinde bir yerel bira söylüyoruz. Kayalara vuran su sesiyle, güneşle mayışarak Almaza yudumluyoruz.
Her yaştan, her tarzdan insan var. Hemen yan masamızdakilerle tanışıyoruz. İkisi de aslen Beyrutlu, biri Paris'te, biri Amerika'da yaşıyormuş, ziyarete gelmişler. Hesabı dolarla ödeyip, ilk Lübnan Pound'larımıza kavuşuyoruz. Bir anda çok sıfırlı paralar zengin hissettiriyor.
1.000 Lübnan Poundu yaklaşık 1 TL ediyor. Hoşuma gidiyor, hesap kitap işi kolay olacakmış gibime geliyor. Bilmiyorum ki bir süre sonra 4 farklı para birimiyle uğraşmak zorunda kalacağız. Neredeyse her yerde Dolar geçtiği için harcadığımız paralar ya Lübnan Poundu ve Dolar oluyor. Ben otomatikman her şeyi TL olarak hesaplıyorum kendi kafamda, Martha Euro olarak. O yüzden her ödeme anında Dolar, Euro, Lübnan Poundu, TL hesaplarına giriyoruz.
Sonra bana göre "kordon", Beyrutlulara göre "korniş" olan sahil boyunca yürüyoruz saatlerce. Ara sokaklara giriyoruz. Binalara, özellikle de Arapça tabelalara bayılıyoruz, onlarca fotoğraf çekiyoruz.
Birkaç saat sonra, elimizde harita otelimizin olduğu Hamra bölgesine ulaşıyoruz. Otelin yakınlarında bir supermarket var, hemen dalıyoruz içeri. Hem diş fırçası, su gibi ihtiyaçlarımızı karşılamak için, hem de biraz meraktan. Küçük bir süpermarket olmasına rağmen, Avrupa markalarından yerel markalara; Türk markalarından Amerikanlara yok yok. Türkiye'de nedense bulunmayan Oreo'ları görünce çılgına dönüyoruz.
Otele gidip, üzerimize daha şık kıyafetler giyip, tekrardan dışarı çıkıyoruz. Yemek için uzak bir yerlere gidemeyecek kadar açız, listemizde olan en yakın yere, Laziz'e gidiyoruz.
Dekorasyonu oldukça modern olan Laziz'de bizi önce çok cana yakın bir garson, ardından da inanılmaz yaratıcı ve neşeli bir menü karşılıyor.
Adını şimdi hatırlayamadığım bir çeşit kebap, humus ve ıspanaklı dev mantı şeklinde bir börek yedik, yerel bir şarap içtik. İlk başta hepsini ucundan ucundan tadarken, bir süre sonra keyifle yaladık yuttuk. Şarabımız dibini görünce ayaklandık.
Saat gece yarısına geliyordu zaten, bir taksiye atlayıp Downtown'a gittik. Downtown şehrin geri kalanına kıyasla inanılmaz gıcır, inanılmaz temiz bir bölge. Savaş sonrası yıkılan evleri insanlar yenilemiş diye düşündük, ama gerçekleri ancak ertesi gün öğrenecektik.
Mutlaka gitmelisin denilen Buddha Bar'a göz attıktan sonra Downtown'dan 5-10 dakikalık yürüme mesafesinde barlar sokağı olan Gemmayzeh'e geçtik. Köşesinde Paul olan sokak olarak tarif ediyordu herkes. Sokağa ilk girince epey boş göründü gözümüze, yanlış sokaktayız sandık ama birkaç adım atınca anladık ki doğru yerdeyiz. Dizi dizi barlar...
Sokakta birkaç tur attıktan sonra Dragon Fly'da karar kıldık. İçeri girdik, bara oturduk. Ertesi gün erken kalkıp şehri keşfedeceğimiz için sadece bir kokteyl içip kalkmak vardı aklımızda. Kokteyl listesinin uzunluğundan kafamız karıştıktan sonra birimiz Dragon Fly kokteyl, birimiz de Asian birşey söyledik.
Bardaki Nino turist olduğumuzu anladı, hemen bir adisyonun arkasına bize Beyrut'ta en sevdiği mekanları yazmaya başladı. Biz Nino'ya listemizdeki mekanları gösterip nerede olduklarını not ederken, bir adam ikimizin arasına girdi ve masanın üzerine bankonotlar yerleştirmeye başladı. Biz ne olduğunu anlayamadan, "for you" dedi, bizim şaşkınlığımız daha da arttı. Sinirlendik, ne demeye çalışıyor bu adam diye homurdanmaya başladık! Alışmışız ya İstanbul'da, birisi içki ısmarlamak isterse mutlaka arkasında bir art niyet vardır. Oysa ki adam bize çok güzel gülüyorsunuz, içkilerinizi ısmarlamak istedim, iyi eğlenceler dedikten sonra çıktı gitti. Önümüzde bankonotlar, elimizde leziz kokteyller kahkahalarla gülmeye başladık.
Biraz sonra bar iyice boşaldı. Nino bize Cuban Cigar ve Liquid Cocain Shot gibi inanılmaz değişik ve güzel shotlar hazırladı. Erken otele gidip erken kalkmayı planlayan biz, Dragon Fly'ı kapattıktan sonra, birkaç arka sokaktaki Crew'da birer kokteyl daha yuvarladık. Şaşırarak fark ettik ki, Beyrut'ta biraz da yaşananların etkisiyle olsa gerek, sabaha karşı bile muhabbetler dönüp dolaşıp dinlere ve politikaya geliyor. Bir masada bir Hristiyan, bir Müslüman, bir Dürzi çok lezzetli kokteyller içerek lafladıktan sonra, bir taksiye atlayıp otelimize döndük.
Beyrut'a yolunuz düşerse Dragon Fly'a yolunuzu düşürün, Nino'ya selam söyleyin, Nino'nun arkadaşına bir İbrahim Tatlıses albümü götürürseniz de, "Bebeğim" "Mavi mavi" söyleyerek hazırladığı en güzel shotları siz içersiniz. ;)
Ve birkaç ay sonra, perşembe sabahı merak içinde Atatürk Havalimanı'ndayız. İstikamet Beyrut! Kalbimiz küt küt! Türkiye'deki bütün köşe yazarları Beyrut'a gidip bir yazı döktürmek şartmış gibi davrandığından ve Beyrut içerikli blogların zenginliğinden oldukça zengin "yapılacaklar- görülecekler" listesi var elimizde. Daha önce orada olan arkadaşlarımızın tavsiyelerini ve guide'daki yerleri elimizdeki listelerle kıyaslıyoruz. Uçağın kalkmasıyla inmesi bir oluyor: Türkiye'de bir şehre gider gibi 1,5 saat sonra Beyrut'tayız.
Çıktığımız gibi "Taksi taksi" diye geliyorlar yanımıza. Taksimetre olmamasına hazırlıklıyız, pazarlık yapacağız. O kadar inatçıyım ki "15 dolar" konusunda, adam en son "Türkiye'den geliyorsun değil mi?" diye soruyor. 15 dolara şehir merkezine gidiyoruz ve Hamra'daki Mayflower Otel'ine yerleşiyoruz.Otel biraz eski ama, temiz ve çalışanlar inanılmaz güler yüzlü. Güneş alan çok güzel bir de balkonumuz var üstelik.
Nasıl giyinmemiz gerektiğini kestiremiyoruz. Hayatımda ilk defa Ortadoğu'dayım. Evet Beyrut Ortadoğu'nun Paris'i, ama yine de emin olamıyoruz. Upuzun elbiselerde karar kılıyoruz. O sırada bir arkadaşım mail atıyor, beni Facebook üzerinden orada yaşayan biriyle tanıştırıyor. Şans bu ya, o da aynı gün İstanbul'a gidiyormuş. Onu boğmayalım, kendi başımızın çaresine bakarız diyoruz. Elimizde şehir haritası, şöyle bir turlamak üzere çıkıyoruz otelden.
Beyrut'ta ilk fark ettiğim şey: Perdeleri camlara değil, balkonlara takmaları oluyor. Çok karakteristik. Bir de yepyeni binalarla yıkık döküklerin yanyana olması...
İstanbul'da güneşi özlemişiz, doğrudan sahile vuruyoruz kendimizi. Öğle vakti çoktan geçmiş olmasına rağmen yakıyor güneş. Güneşin altında biraz yürüdükten sonra, sahil kenarında salaş bir cafe'ye oturuyoruz: Cafe Palace. Suyun dibinde bir yerel bira söylüyoruz. Kayalara vuran su sesiyle, güneşle mayışarak Almaza yudumluyoruz.
Her yaştan, her tarzdan insan var. Hemen yan masamızdakilerle tanışıyoruz. İkisi de aslen Beyrutlu, biri Paris'te, biri Amerika'da yaşıyormuş, ziyarete gelmişler. Hesabı dolarla ödeyip, ilk Lübnan Pound'larımıza kavuşuyoruz. Bir anda çok sıfırlı paralar zengin hissettiriyor.
1.000 Lübnan Poundu yaklaşık 1 TL ediyor. Hoşuma gidiyor, hesap kitap işi kolay olacakmış gibime geliyor. Bilmiyorum ki bir süre sonra 4 farklı para birimiyle uğraşmak zorunda kalacağız. Neredeyse her yerde Dolar geçtiği için harcadığımız paralar ya Lübnan Poundu ve Dolar oluyor. Ben otomatikman her şeyi TL olarak hesaplıyorum kendi kafamda, Martha Euro olarak. O yüzden her ödeme anında Dolar, Euro, Lübnan Poundu, TL hesaplarına giriyoruz.
Sonra bana göre "kordon", Beyrutlulara göre "korniş" olan sahil boyunca yürüyoruz saatlerce. Ara sokaklara giriyoruz. Binalara, özellikle de Arapça tabelalara bayılıyoruz, onlarca fotoğraf çekiyoruz.
Birkaç saat sonra, elimizde harita otelimizin olduğu Hamra bölgesine ulaşıyoruz. Otelin yakınlarında bir supermarket var, hemen dalıyoruz içeri. Hem diş fırçası, su gibi ihtiyaçlarımızı karşılamak için, hem de biraz meraktan. Küçük bir süpermarket olmasına rağmen, Avrupa markalarından yerel markalara; Türk markalarından Amerikanlara yok yok. Türkiye'de nedense bulunmayan Oreo'ları görünce çılgına dönüyoruz.
Otele gidip, üzerimize daha şık kıyafetler giyip, tekrardan dışarı çıkıyoruz. Yemek için uzak bir yerlere gidemeyecek kadar açız, listemizde olan en yakın yere, Laziz'e gidiyoruz.
Dekorasyonu oldukça modern olan Laziz'de bizi önce çok cana yakın bir garson, ardından da inanılmaz yaratıcı ve neşeli bir menü karşılıyor.
Adını şimdi hatırlayamadığım bir çeşit kebap, humus ve ıspanaklı dev mantı şeklinde bir börek yedik, yerel bir şarap içtik. İlk başta hepsini ucundan ucundan tadarken, bir süre sonra keyifle yaladık yuttuk. Şarabımız dibini görünce ayaklandık.
Saat gece yarısına geliyordu zaten, bir taksiye atlayıp Downtown'a gittik. Downtown şehrin geri kalanına kıyasla inanılmaz gıcır, inanılmaz temiz bir bölge. Savaş sonrası yıkılan evleri insanlar yenilemiş diye düşündük, ama gerçekleri ancak ertesi gün öğrenecektik.
Mutlaka gitmelisin denilen Buddha Bar'a göz attıktan sonra Downtown'dan 5-10 dakikalık yürüme mesafesinde barlar sokağı olan Gemmayzeh'e geçtik. Köşesinde Paul olan sokak olarak tarif ediyordu herkes. Sokağa ilk girince epey boş göründü gözümüze, yanlış sokaktayız sandık ama birkaç adım atınca anladık ki doğru yerdeyiz. Dizi dizi barlar...
Sokakta birkaç tur attıktan sonra Dragon Fly'da karar kıldık. İçeri girdik, bara oturduk. Ertesi gün erken kalkıp şehri keşfedeceğimiz için sadece bir kokteyl içip kalkmak vardı aklımızda. Kokteyl listesinin uzunluğundan kafamız karıştıktan sonra birimiz Dragon Fly kokteyl, birimiz de Asian birşey söyledik.
Bardaki Nino turist olduğumuzu anladı, hemen bir adisyonun arkasına bize Beyrut'ta en sevdiği mekanları yazmaya başladı. Biz Nino'ya listemizdeki mekanları gösterip nerede olduklarını not ederken, bir adam ikimizin arasına girdi ve masanın üzerine bankonotlar yerleştirmeye başladı. Biz ne olduğunu anlayamadan, "for you" dedi, bizim şaşkınlığımız daha da arttı. Sinirlendik, ne demeye çalışıyor bu adam diye homurdanmaya başladık! Alışmışız ya İstanbul'da, birisi içki ısmarlamak isterse mutlaka arkasında bir art niyet vardır. Oysa ki adam bize çok güzel gülüyorsunuz, içkilerinizi ısmarlamak istedim, iyi eğlenceler dedikten sonra çıktı gitti. Önümüzde bankonotlar, elimizde leziz kokteyller kahkahalarla gülmeye başladık.
Biraz sonra bar iyice boşaldı. Nino bize Cuban Cigar ve Liquid Cocain Shot gibi inanılmaz değişik ve güzel shotlar hazırladı. Erken otele gidip erken kalkmayı planlayan biz, Dragon Fly'ı kapattıktan sonra, birkaç arka sokaktaki Crew'da birer kokteyl daha yuvarladık. Şaşırarak fark ettik ki, Beyrut'ta biraz da yaşananların etkisiyle olsa gerek, sabaha karşı bile muhabbetler dönüp dolaşıp dinlere ve politikaya geliyor. Bir masada bir Hristiyan, bir Müslüman, bir Dürzi çok lezzetli kokteyller içerek lafladıktan sonra, bir taksiye atlayıp otelimize döndük.
Beyrut'a yolunuz düşerse Dragon Fly'a yolunuzu düşürün, Nino'ya selam söyleyin, Nino'nun arkadaşına bir İbrahim Tatlıses albümü götürürseniz de, "Bebeğim" "Mavi mavi" söyleyerek hazırladığı en güzel shotları siz içersiniz. ;)
1 yorum:
Sezeennn beni de alsaydiniz keşke yaniniza,zira Beyrut'a gitmek isteyip de yanina yoldaş bulamayanlardanim :) vize yok,hem yakin da,bir de mistik havasi var gidelim dedigimde esim hep burun kiviriyor.buarada cokgezenlerkulubu diye bir site var tavsiye ederim.bayadir yazmayinca seni merak etmiştim.sevgiler
Yorum Gönder