26 Mayıs 2012

Beyrut gün 3: Rafik Hariri Camii, Souk el Tayebi, Bread Republic, Lux, Zico House

Sabah yine vücudumuz çarşafın bir parçasına dönüşmekte ısrarcıyken, alarmlarımız ısrarla çalmaya başlıyor. Bir önceki sabahtan farklı olarak sadece yorgun ve uykusuz değiliz, ayaklarımız da yürümekten gezmekten sancılı ve şişmiş. Sürünerek kalkıp duşa giriyoruz, sonra valizlerin başına geçiyoruz. Giyiniyoruz, soyunuyoruz, giyiniyoruz, soyunuyoruz. Bir türlü ne giysek sinmiyor içimize. Sanki bir first date'e hazırlanır gibiyiz. Altı üstü camii'ye gideceğiz! Öyle bir şeyler giymemiz lazım ki, dekoltesi olmaması lazım, çünkü dini bir gezi var aklımızda. Diğer yandan uzun zaman sokaklarda kalacağız, dışarıda yakıcı bir güneş var, ince de olması lazım.

Bu yüzden otelin kahvaltısını da kaçırıyoruz. Sonunda sıkılıyoruz, içinde kendimizi rahat hissettiğimiz bir şeyler giyiyoruz, ayaklarımız sancılı sadece flip-floplarımızı geçirip atıyoruz kendimizi sokağa.

Hamra'daki Starbucks'a dalıyoruz. Söz vermiştik, dünyanın her yerinde birbirinin aynısı olan zincirlerden uzak duracağız diye. Ama kahve ve sandiviç çok cazip geliyor. İlk defa Arapça yazılmış Starbucks görmüşüz ayrıca. :)


Hamra'da yürüyerek kahvaltımızı yapıp, kahvemizi içtikten sonra, ilk günkü çekingenliğimizden eser kalmadan, bir taksi çevirip "servis" diyoruz. Taksiler aynı zamanda dolmuş gibi de çalışıyor bu şehirde. Servis diyip binerseniz, yolda aynı yöne giden başka yolcuları da alıyor taksi. Hem daha ekonomik oluyor, hem de yerlilerle tanışıp sohbet etme fırsatı buluyorsunuz.

Soluğu Downtown'da alıyoruz. Bir önceki gün gittiğimiz modern alışveriş merkezinin arkasında cumartesi günleri 09:00 - 14:00 arası lokal pazar kuruluyor: Souk El Tayebi. Açıkçası pazar denilince aklımıza bizim devasa pazarlarımız geldiği için küçüklüğü karşısında biraz düş kırıklığı yaşıyoruz. Ama çok keyifli bir pazar. Ekoseli örtüler serilmiş tezgahlara, sergileme şekilleri çok şık.

Ne alacağımızı biliyoruz: Zeytin ve zeytinyağı. Malum çok lezzetli oranın zeytinyağı. Tezgahlara bir göz atıyoruz, yerlileri takip ediyoruz nereden zeytinyağı alıyorlar diye, birer şişe de biz kapıyoruz.

Sonra pazara oldukça yakın olan Rafik Hariri Camii'ne gidiyoruz. Masmavi kubbesiyle ilk gece karşımıza çıktığında bizi çok etkileyen camii'ye... Planlı ve stratejik bir suikast ile öldürülmüş olan başbakan Rafik Hariri  'nin anısına yaptırılmış bu camii. Yanında da bir çadır var, bir nevi Rafik Harir müzesi gibi...


Sonra dışı mavi kubbesiyle modern, içi devasa avizeleriyle şaşalı camiinin kapısına gidiyoruz. Başı kapalı ablalar ayakkabılarını çıkarıp, tık diye içeri geçerken, kapıdaki güvenlik bizi bir süzdükten sonra, hemen girişteki siyah kıyafetlere yönlendiriyor, lütfen bunları giyin, diyor kibarca. İtaat ediyor, kapkara siyah entariyi giyiyoruz. Sonra da siyah örtülerle kafamızı kapatıyoruz. Böyle anlattığıma bakmayın, bu iş oldukça meşakkatli oluyor bizim için. Bir kere entari çok uzun benim için, adım attığım anda yanlışlıkla basıyorum, önündeki cırt cırt şak diye açılıyor. Kahküllerim kafamdaki örtüden fırlıyor. Kapıdaki güvenlik ısrarla tam derli toplu olmamızı bekliyor, bakıyor beceremiyoruz, "İzin verirseniz yardım edeyim." diyor. Sonuç aynı benim kahküller fora... Bu sırada Martha o kıyafeti giyebilmek için elindeki ayakkabıları yere bırakınca azar işitiyor. En sonunda güvenlik de vazgeçiyor, salıyor bizi içeri.

Üzerimde kara çarşaf, elimde zeytinyağım nasılım ama?! :))))



Camiiden çıktıktan sonra, bir önceki gün Ramzi'nin bize gösterdiği el yapımı ürünler ve espirili hediyelikler satan mağazanın yolunu tutuyoruz: l'artisan du liban.

Barlar sokağı Gemmazyeh'i sonuna kadar yürüdükten sonra, sol tarafta bir hanın içinde burası. Çok keyifli bir mağaza. Kanaviçeli havlular gibi geleneksel ürünlerden tutun, çok orijinal takılara kadar yok yok. Birilerine hediye, kendinize farklı hatıralık bir şeyler almak istiyorsanız mutlaka ve mutlaka düşürün yolunuzu buraya.



Hediye olarak dışı kumaş kaplı lokumluklardan ve takılardan, Mushaboom'a oryantal motifli renkli bardak altlıklarından ve tuğralı şarap tıpalarından ve kendime de birkaç takı aldıktan sonra alışveriş faslını kapatıyorum. Tesadüfen de bu hediyelikler tam anneler günü öncesine denk geldi bu arada, annem aradı birkaç gün sonra "Lütfen her anneler gününden önce sen bir seyahate çık, bayıldım ben bunlara" diye.


Maronite Kilisesi'nde bir düğün hazırlığına denk geliyoruz. Kiliseleri de gezdikten sonra, turist information tabelasında sinagogu da görünce şaşırıyoruz ve sinagogun olduğu sokağı bulmak için gezinmeye başlıyoruz.

Çok fazla asker ve güvenliğin olduğu bir sokakta sonunda sinagogu buluyoruz. Bir kaçı yanımıza gelip burada ne aradığımızı soruyor. Turistiz geziyoruz, diyoruz. "Buralar özel mülk, oyalanmayın." cevabını alıyoruz. Bir önceki yazıda bahsetmiştim, bütün Downtown tek bir şirkete ait ve yerliler bazen sokaklardan özel mülk olduğu gerekçesiyle kovulduklarını söylediklerinde abarttıklarını düşünmüştük. Bizzat deneyimliyoruz bunu. Sinagog çok güzel bir bina, nefis bir bahçesi var, ama kapısı kapalı. Tam fotoğraf çekeceğiz, tekrar güvenlikler geliyor, "Fotoğraf çekmek yasak. Gidin buradan" diyorlar.


Herhalde sinagoga bu kadar meraklı olunca tepki çektik diye düşünüyoruz. Uzatmadan yolumuza devam ediyoruz. Biraz ileride bütün o modern binaların içinde, çok güzel mimarili çok etkileyici bir bina görüyoruz. Önünde şöyle bir duruyoruz. Tekrar güvenlikler geliyor, daha sert bir şekilde ne yaptığımızı soruyorlar. Ne biçim şey bu böyle, diye söylene söylene gidiyoruz.

Zaten öğleden sonra olmuş, acıkmışız, Hamra'ya kadar yürüyoruz. Güneş o kadar güzel ki, İstanbul'da bitmek bilmeyen kış bize güneşi o kadar özletmiş ki doyamıyoruz. Hamra'da Bread Republic'e oturuyoruz. Burası aslında çeşit çeşit ekmeler yapan bir yer. Sokağın arasına da masalar koymuşlar, yemek servisi de yapıyorlar. 

Ortamı çok hoşumuza gidiyor Bread Republic'in. Her tarzdan insan var. Yaşlıca turist bir çift, hararetli hararetli siyasi konuları tartışan bir Lübnanlı grup genç, bebekleri ile oturan aileler, lap topunu almış tek başına takılanlar... Ben enginarlı ahtapotlu leziz bir salata yiyorum, Martha güzel bir sandiviç. Üzerine de garsonun tavsiyesiyle ekmekli bir tatlı alıyorum.



Hamra'daki mağazalara da göz attıktan sonra, otelimize yakın bir marketten yerel bira ve sigara alıp, biraz dinlenmek üzere otelimize dönüyoruz. Duş ve uykudan sonra, biralarımızı içerek balkon keyfi yapıyoruz.

Vee akşam yemeği için tekrar düşüyoruz yollara. Bu sefer istikametimiz daha önce ayak basmadığımız bir kısım: Marina. Ramzi bizim için rezervasyon yaptırmakla kalmamış, bizi alıp oraya götürmesi için otele taksi bile yolluyor. Misafirperverlik zirvesi!

Lux'te güzel bir masaya yerleşiyoruz, içeride ve dışarıda bütün masalar dolu, tek turist biziz muhtemelen. Kalabalık gruplar yemek yiyor, bir masada aynı muhabbetin içinde İngilizce, Arapça, Fransızca konuşuluyor olması bizi cezbediyor. Biri İngilizce konuşuyor, diğeri ona Arapça cevap veriyor örneğin. Menülerle birlikte sezon spesyali olarak aperatif bir kokteyl geliyor. İnanılmaz! Hayatımda içtiğim en güzel şeyler listesinde ilk beşi zorlar. Çok hafif, çok lezzetli, çok fresh....

İstanbul'da harika yemekler yapan restoralarımız var, her markanın mağazası var, ama astronomik olmayan bir fiyata iyi kokteyl yok. Hatta gereğinden fazla pahalı kokteyller de çoğu zaman alkol cimrisi ve özensiz hazırlanıyor. Bu eksikliği bir kere daha hissediyoruz.

Gelen menülerden kalın olanının yemek menüsü, ince olanının içki menüsü olmasına alışmışız. Beyrut'ta hep tam tersi. Yemek seçenekleri az ve öz. Kokteyl menüsü kafa karıştıracak, insana fikrini on kere değiştirecek kadar çeşitli.

Bir Ortadoğu ülkesine gittiğimiz için yemekler konusunda ön yargılarımız vardı. Temizlik ve sağlık açısından. İlk gün iyi yıkanmamıştır diye yeşillikten, çabuk bozulur diye tavuktan uzak durmuştuk. Gönül rahatlığı ile tavuk söylüyorum. Gerçekten çok lezzetli soslu bir tavuk geliyor.

Sonra kokteyller kokteyller derken kalkasımız gelmiyor bir türlü laf lafı açıyor. Yemekten kalktığımızda kafamız kıyak, saat gece yarısı. Biraz yürüyüp hava alalım diyoruz. Yürürken kendimizi tekrar Downtown'da buluyoruz. Coldplay'in sesini takip ediyoruz. Bir sokak, Asmalımescit gibi, yanyana mekanlar, hepsi birbirinden güzel müzikler çalıyor, tıklım tıklım, herkes sokaktaki masalarda oturmuş sohbet edip içkilerini yudumluyor.

Biraz orada takıldıktan sonra internette hakkında çok olumlu şeyler okuduğumuz Zico House'un yolunu tutuyoruz. Mustafa Yamout  ailesinin evini kullanarak 1990larda bir kültür evi kuruyor. Burası bar, sergi alanı, sanatçılara çalışma ortamı, work shop evi, kalmak isteyenlere konaklama alanı, ofise ihtiyaç duyanlara ofisten oluşan bir bina. Dışında Zico House diye bir şey yazmıyor binanın. Merdivenlerinden çıkıyoruz, bizden başka kimse yok ortalıkta. Birisi şaşırarak karşılıyor bizi, Zico House'un aşçısıymış. Yarım saate kapatıyoruz, diyor. "Biz çok merak ediyorduk burayı o yüzden geldik, barınız açıksa bir içkinizi içeriz, yarım saatte de bitiririz" diyoruz. Birer shot ve nereden geliyorsunuzla başlıyor, Zico House nedir, ülkeler, siyaset derken biralar devriliyor, saatler geçiyor. Bir masada bir yarı Alman-yarı Hollandalı, bir Türk, bir Lübnanlı fıkra gibiyiz, muhabbet çok keyifli.

Aşçı bize kendi geldiği kasabada, daha önce evlerde su olmadığını, kadınların her gün çamaşır yıkamak ve su almak için birkaç kilometre gitmesi gerektiğini, daha sonra onlara iyilik olsun diye evlere su bağlandığında kadınların hepsinin mutsuz olduğunu anlatıyor. Çünkü o bir kaç saat kadınların kocalarından çocuklarından uzak kendi başlarına kaldığı, arkadaşları ile buluştuğu saatlerken, bir anda kadınlara su verilip, kendi saatleri ellerinden alınmış oluyor. Ayrıca Beyrut'ta pek çok insanın bomba sığınağında geçirdikleri günleri, keyifle anlattığından bahsederek şaşırtıyor bizi. Evet insanın şehrinin bombalanıyor olması korkunç bir şey ama o insanlar bugün bu maceralarını keyifle, ne güzel o zaman her gün görüşüyorduk şimdi görüşemez olduk, diye anlatıyorlarmış. İnsanları konuşa konuşa bitiremeyeceğimiz için, saat epeyce geç olunca kalkıyoruz. Bizden keyifli muhabete ek olarak hesap da almıyor.

Otelimize yüzümüzde kocaman gülümsemelerle dönüyoruz. Yatağa girmemizle uyumamız arasında geçen bir kaç saniyede anımsıyoruz ki, bu Beyrut'taki "şimdilik" son gecemiz....

5 yorum:

thalassa dedi ki...

Harika bir tatil yazısı.. Çok beğendim sezen

pazariseverim dedi ki...

off nası güzel olurdu şimdi şehirden kaçmak ' duygusu yarattın! aferin sana. :(((

www.sanatsalresimler.blogspot.com dedi ki...

havası yerinde güzel bir kızımızın tatlı blogu :)

ressam dedi ki...

havası yerinde güzel bir kızımızın tatlı blogu :)

ressam dedi ki...

yukardaki yorumlarımı silermisin tatlım

Pinterest'im

Instagram'ım