12.12.12'de İsviçre'de olacağım aylar öncesinden belliydi.
Henüz uçak biletim yokken, o tarihte okulda sınavım olup olmayacağı belli değilken bile... Gidecektim.
Başka türlüsü mümkün değildi zaten. Özge evleniyordu! Fakülteden en yakın arkadaşlarımdan biri... Bir meyhane tuvaletinde tanıştığım, birlikte ömrümün sonuna kadar hatırlayacağım yüzlerce macera yaşadığım ve hayatımı en gizlisiyle en özeliyle bilen Özge... Hani bana sorsalar en son hangi arkadaşın evlenir diye, tereddütsüz onun adını verirdim. En erkenci en hızlı o çıkarak hem şaşırttı hem de mutlu etti.
İsviçreli damadımızla 12.12.12'de Baden'de evlenecekti. Bu yüzden biliyordum, bu vesileyle ilk defa İsviçre'ye yolumu düşüreceğimi. Ama başka hiçbir şey planlamamıştım.
Ben yola çıkmadan önce mutlaka araştırma yapanlardanım. Gideceğim yerin kısaca tarihine, trend restoranlarına, mutlaka görülmesi gereken turistik noktalarına göz atmadan İstanbul'u terk etmem. Güvendiğim seyahat bloglarındaki tavsiyeleri not ederim en azından.
Bu sefer hiçbirini yapmadım.
Curcunaya denk geldi. Sınavlar, ofiste yapılacaklar derken o kadar yoğundum ki, valizimi son gece hazırladım, dönüş biletimi bile giderken aldım.
İstanbul'da Anadolu Yakası'nda yaşarken, Bağdat Caddesi'nde bir sığnağım vardı. Henüz avukat değildim, hızlı ve fırlamaydım. Arada sırada ona kaçardım, Michael Buble dinler, onun yaptığı leziz İtalyan yemeklerini yerdim. Şaraplarımızı içerken, o benim hikayelerimi dinlerdi, bazen o bana akıl verirdi, bazen ben onu yoldan çıkartırdım.. Aradan yıllar geçti, arada sırada görüştük konuştuk, sonra o Cenevre'ye taşındı.
Seyahatimi düğünden birkaç gün önce Cenevre'de başlayacak şekilde planlamam bundandı. Önce birkaç gün ona misafir olacaktım. Yıllar önceki gibi...
Cumartesi sabahı, Mr. Feelgood'un kollarından çıktım, Sabiha Gökçen'de duty free talanı yaptıktan sonra Basel'e uçtum. O hafta o kadar az uyumuştum ki, iniş anonsu gelip de gözümü açtığımda, kafam yanımda oturan Fransız adamın omuzunda, dudağımdaki rujun bir kısmı da adamın yakasındaydı.
Havalanından çıktım, bankamatikten biraz yerel para çekeyim dedim. Bankamatik hep yerel para biriminde verir ya parayı, o yüzden chf yerine euro vermesinde bir acayiplik sezdim, üzerinde durmadım. Güzelce yolun kenarına gidip, beni istasyona götürecek shuttle aranmaya başladım. Öyle bir şey bulamayınca sordum, cevap olarak "Buradan Basel Hauptbahnhof'a gidemezsiniz, Fransa çıkışından çıkmışsınız." aldım.
"Fransa çıkışı da ne demek, aynı havalanında bir İsviçre bir de Fransa çıkışı mı var?!?!"diye şapşal bir şekilde kalmıştım ki, yakışıklı bir çocuk, gülümseyerek geldi yanıma, önce çakmak bulamadığım için öyle elimde kalmış sigarayı yaktı, sonra da Basel havalimanının Fransa ve İsviçre için iki ayrı çıkış kapısı olduğunu açıklayıp, beni doğru kapıdan cıkartıp, otomattan biletimi alıp, otobüsüme bindirdi. Ona "Vielen Dank!" , kendime "İyiymiş valla İsviçre. Çok hoşgeldim" dedim.
Her köşe başındaki tatlı hamur işlerine karşı koymak mümkün değildi. Kahve ve tatlı mideye indirerek ve uyuyarak trenle üç saatlik yolculuğum sonucunda Genevre istasyonunda, payphone'dan aradım benim Cenevreliyi. Hooop geldi beni aldı istasyondan. Evinin civarında beş tur atıp park yeri ararken, sürekli Türkçe konuşurken, evde hoşgeldin shotlarından sonra bana hazırladığı ömürlük sertlikteki fındıklı votkayı içerken ve Hint spesyalleri de eklediği leziz yemeklerini yerken, koltukta yayılıp White Collar izlerken keyfim gayet yerimdeydi ve kendimi gayet İstanbul'da gibi hissediyordum.
Her şey eskiden onun Bağdat Caddesi'ndeki evine gittiğim günlerdeki gibiydi. Tabii ben değişmiş durulmuştum, anlatılacak maceralar yerine, bir önceki gece ikinci ayını kutlayan çifte "eraser" isimli bir şarkı, bana da "we use to be closer than this" şeklinde sözleri olan şarkı armağan eden tatlı adam ile yaşadıklarım vardı. O hala aynıydı, kuralcı, hamarat, babacan. Bekar bir adamdan ziyade, bekar bir baba gibi... Sadece yaşadığı ülke değişmişti.
İstanbul'da olmadığımı sigara içmek için balkona çıkıp, karşıdaki İstanbul'da olmayacak Ortacağ tarzında bakımlı ve dik çatılı binaları ve arkasındaki dağları gördükçe hatırlıyordum.
Pazar sabahı yakışıklı ve hamarat şefimin hazırladığı leziz kahvaltıdan sonra, kendimizi uzun bir yürüyüş ve benim Cenevre'yi görmem için sokağa vurduk.
Alışveriş caddesini arşınladık, Cenevre'nin tazyikli suyunun önünde tam turist pozu verdim, baby plaja kadar sahilde yürüdük.
Cenevre'de öğrendiğime ve anladığıma göre, çok fazla göçmen yaşıyor. O yüzden yerleşmiş giyim tarzı, yerleşmiş alışkanlıklar yok. Şehir pahalı ve insanlar öyle çok fazla sokaklarda takılmıyorlar. Sokaklar haftasonları gündüzleri de, haftaiçi saat 9:00 civarında da bomboş.
Şansıma 1602 yılında Cenevre duvarlarını aşmaya çalışan düşmanları kaynar sebze çorbaları dökerek geri püskürtmelerini kutladıkları Fete de l'Escalade seramonisinin olduğu güne denk gelmişim. Bizim Cenevreliyi bile şaşırtacak kadar çok insan sokaklardaydı.
Garip biçimde traşlanmış atları ve orkestrayı izledik, ne olduğunu bilmeden... (Ne olduğunu instagram'dan bana söyleyen pinkspider'a bir kere daha buradan teşekkür :)) Zaten kutlamanın yapıldığı meydandaki Vin Chaud (sıcak şarap) satan büfenin varlığı benim keyif almam için yeterliydi.
Ailecek kayılan buz pateni pistinin bulunduğu parkı ve lunaparkı da ziyaret ettikten sonra, pazardan akşam yemeği için alışveriş yapıp, sıcak eve geri döndük.
Gece konseptimiz Magic Mike'ti ve bayanlar, soğuk kış günlerinde ısınmak için bu film şiddetle tavsiye edilir. Hatta o kadar terleyebilirsiniz ki, serinlemek için buz gibi biralara ihtiyaç duyabilirsiniz. Biraları stoklayıp izleyin. :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder