17 Kasım 2015

Into the Wild: happiness only real when shared

Sabah boynuma konan bir öpücük ve elime tutuşturulan kahve fincanı ile gözlerimi açıyorum. 


Kahve kokusu ile başladığım sabahları her zaman çok sevmişimdir; ama o sabah ayrıca heyecanlı bir güne uyanıyorum. Çünkü İsviçre'nin Napf Dağı'na tırmanacağız. Özge'nin "Hadi bebek, dağa çıkma zamanı." cümlesini duyar duymaz yataktan fırlıyor, kahvemi yudumlarken üstüme eşofmanımı geçirip, sırt çantamı toparlıyorum. 


Arabada, Baden'den İsviçre'nin orta kısımlarına doğru arabayla yol alırken, erkeklerin geçtiğimiz yerlere ilişkin verdikleri bilgileri "aaa", "hımm" gibi tepkilerle geçiştirerek, arka koltukta kahvelerimizi yudumluyor, dedikodu yapıyor ve fotoğraflar çekerek eğleniyoruz.

Rehberimiz bir önceki gün "Yaklaşık 90 dakikalık bir yürüyüş süremiz olacak. Çok fazla tırmanış olmayacak, ama en azından iyi birer spor ayakkabıya ihtiyacınız var." dediği için oldukça kolay dümdüz bir parkur olduğu gibi bir yanılgıya kapılmıştım. Bunun ne kadar büyük bir yanılgı olduğunu arabadan iner inmez anlıyorum; çünkü upuzun ve dik bir yokuş bizi karşılıyor. 

İlk yokuşu bitirir bitirmez, yan yatırılmış bir ağaç kütüğünden yapılmış banka oturup, manzarayı izleyerek dinlenmeye başlıyoruz.




Önümüzde onlarca ton yeşili barındıran bir vadi manzarası var. Böyle bir yerde yaşayabilir miyiz, sıkılır mıyız, yoksa huzur mu buluruz, yaratıcılık patlaması mı yaşarız, yoksa hiçbir şey yapmayan insanlara mı dönüşürüz gibi varsayımsal tartışmalar yaparak, manzarayı izlerken, yaklaşık 90 dakikayı dolduruyoruz bile. Ve daha yolun çok küçük bir kısmını katetmiş durumdayız.



Tekrar kendimizi yollara vuruyoruz, incecik patikalardan, ağaç dallarının basamaklara dönüştüğü yollardan, yeşil ve kahve tonlarının arasından yukarıya doğru tırmanmaya devam ediyoruz. Sonunda bir tepeye varıyoruz. Şansımıza harika bir güneşin eşlik ettiği yürüyüşümüzde, manzara da giderek daha güzel hale geliyor. 





Yolun sonuna yaklaştıkça, sürekli yokuş yukarı çıkmaktan ter içinde kalıyoruz ve enerjimizin de sonuna yaklaşıyoruz. 


Ben kendi çapımda büyük iş başardığım kanısında olduğum için keyifle poz verdiğim sırada, bizden çok daha erkenci davranmış İsviçreli ailelerle karşılaşıyoruz. Minicik çocukların, nasıl ellerinden kimse tutmadan o yokuşları rahatlıkla inip çıktıklarına, kadınların gayet ağır pinkik çantalarıyla hiç nefes nefese kalmadan tırmandıklarına şaşırırken, en az 70 yaşında bir amca koşarak yanımızdan geçiyor ve yokuştan yukarı gözden kayboluyor. Az önceki pozlarımdan utanıyorum. Bizim İsviçreli damat ve arkadaşı açıklıyor, bu ülkedeki en temel sosyal aktivitelerden birinin dağa çıkmak olduğunu, bu nedenle de onlar açısından bu görüntülerin oldukça alışılagelmiş bulunduğunu...

Biraz imreniyorum. Türkiye'de de yürünebilecek onlarca harika trekking parkuru varken, böyle bir kültürümüz olmamasına önce üzülüyorum. Sonra piknik yapılan yerlerin nasıl çöpten geçilmediği geliyor aklıma, "Aman öyle bir alışkanlığımız olmaması daha iyi belki de." diye düşünerek vazgeçiyorum.



Tepenin alçak kısmına vardığımızda, piknik örtümüzü serip, yiyip içmeye ve keyif çatmaya başlıyoruz. 

Buradan kalkıp, en tepedeki noktaya doğru son adımları atmaya başladığımızda kafamız çok güzel. Zamanın akışı yavaşlarken, güneş ışığının vurduğu her renk inanılmaz canlı görünüyor, sağıma soluma bakınıyorum şaşkınlıkla, her bir insan, her bir manzara gerçek olamayacak kadar güzel görünüyor gözüme. 




Emin olamıyorum, "Ben mi şu anda her şeyi bu kadar güzel algılıyorum, yoksa gerçekten bu kadar güzel mi?" O yüzden sürekli her şeyin fotoğrafını çekip duruyorum. (Ki bu yazıya eklediğim fotoğrafların filtresiz olduğunu düşünürsek, sonradan fotoğraflara baktığımda gerçekten her şeyin o kadar güzel olduğuna karar verdim.)


Tepedeki restoranda, karlı Alp Dağları'na karşı, kendimizi patates kızartması ve bira ile ödüllendirdikten ve manzaranın tadını sonuna kadar çıkarttıktan sonra güneş batarken dönüşe başlıyoruz.




Gün batımı ile birlikte, maviler kırmızıya, yeşiller mora dönüyor ve gördüğümüz manzara bambaşka bir hal alıyor. Ve biz manzarayı izlemekten, fotoğraf çekip durmaktan tabelaları kaçırıyoruz. 





Güneş tamamen kaybolduğunda, biz de tamamen kaybolmuş haldeyiz. Önümde yürüyen kişinin ayaklarına konsantre olmuş, bir şeye takılıp düşmemek için içimden dualar ederken ve arabayı park ettiğimiz yere çıkan yolu bulabileceğimizi umarken ve aynı yolu bir kaç kere gidip dönerken, "Ben bu filmi daha önce izlemiştim." diyorum kendi kendime. Bambaşka bir ülkede, bambaşka bir yerde. Ve görünen o ki kesinlikle hiçbir ders almamışım, çantamda yine trekking sırasında işe yarayabilecek hiçbir şey yok!

Saatler sonunda arabayı park ettiğimiz yere sonunda ulaşmayı başardığımızda, mutlulukla kendimizi arka koltuğa bırakıyoruz. Yorgunluktan bitmiş haldeyiz. Dönüş yolunda itiraf ediyorum: "Bana sorsalar, hep şehir tatili insanı olduğumu söylerdim. Doğa gezileri pek bana göre değil, diye burun kıvırırdım. Ama son zamanlarda, Karadeniz, California, burası derken, beni en çok etkileyenlerin ve keyif verenlerin doğa içindeki tatiller olduğuna karar verdim. Ben aslında doğa gezisi insanıymışım da haberim yokmuş galiba."

2 yorum:

Merve Şanlıtürk Kıyak dedi ki...

Fotoğraflar harika, sen ve spontan planların harika! Gezme ve keşfetme enerjin hiç bitmesin Sezencim! :)

Gamze Esra Ersöz dedi ki...

Doğa gezilerini çok severim ama yokuş yukarı çıkma konusunda biraz duraksadım :) Teleferik var mıydı?Yukarı teleferikle çıksak inerken de yürüsek hiç fena olmaz.

Pinterest'im

Instagram'ım