Penceremin önündeki yepyeni çalışma ve yazma alanımda oturuyorum. Burası yıllardır, bir türlü ayıklamaya ve temizlemeye fırsat bulamadığım, gittikçe sayıları artan ve üst üste konulmuş dergi ile kağıtların işgali altındaydı.
Şimdi bu masamın üzerinde yalnızca bilgisayarım, kahve fincanım ve biraz kırtasiye malzemesi var. Oldukça keyifli bir çalışma alanına dönüştü. Yıllardır, genellikle mutfaktaki barımın üstüne tüneyip iki büklüm yazıyordum blog yazılarımı, dilekçelerimi, maillerimi…
Ama bir türlü bir şeyler yazmaya başlayamıyorum; çünkü durup durup evimi izliyorum. Ne kadar düzenli ve temiz olduğuna, nasıl ferah ve keyifli bir hale geldiğine, ne kadar geniş göründüğüne inanamıyorum.
Geçtiğimiz iki yılı, ne zaman biteceği meçhul çalışma saatleri ile, tatil günlerinde bile gelen mailleri cevaplama mecburiyeti içinde, asla sonu gelmeyen bir yapılması gerekenler listesi peşinde ve çok sıkı deadlineların baskısı altında, bir de hiç bir şeyi kaçırmama ve hayatın içine sığdırabileceğim kadar çok şey sığdırma tutkumla sürekli oradan oraya koştururken geçirmiştim. Bundan pişman değilim; çünkü bu yıllar gerçekten aynı zamanda, “Bunları gerçekten yaşıyor muyum?” diye şüpheye düşebileceğim güzellikte anlarla doluydu.
Diğer yandan yıllardır hiç durmamış, kendime “Ben bunların hepsini gerçekten yapmak istiyor muyum?” diye sormamıştım. Evim çöp eve dönüşürken, uyuma ve uyanma saatlerim birbirine karışmış, beslenme düzenim yok olmuştu. Aklım, zihnim karışmış, her şey birbirine girmişti. Sadece koşmuş ve ne teklif edilirse tamam diyip peşinden gitmiştim. Ve bu sırada kendimi acımasız sayılabilecek bir temponun içinde gereğinden fazlasıyla yormuştum.
Yılın son günde, yıllardır çalıştığım ofisimle iş ilişkim sona ermişken ve yeni işimde iş başı yapmama birkaç gün varken, minik bir çanta ile ailemin yanına İzmir’e uçmaya karar vermiştim. “Yeni”lere hazır olabilmek için bir molaya ihtiyacım vardı. Durup soluklanmam gerekiyordu, şarj olmam…
Kar yağışı nedeniyle 11:00’deki uçuşum, saat 18:00’e kadar yarımşar saatlik gecikmeler açıklarken, gidip gidemeyeceğim bile meçhul biçimde, havalimanında saatler geçirdikten sonra, sonunda İzmir’e ayak bastığımda, annemle babama “Benim hiç bir yere gidecek halim kalmadı, nolur biriniz beni havalimanından alsın.” diye mesaj atacak kadar bitmiş haldeydim.
Sonraki üç gün boyunca uyudum, sahilde yürüyüşler yaptım, saatlerce kitap okudum, terasta denizi, gök yüzünü ve ufku izleyerek kahve içtim, annem ve babamla vakit geçirdim. Annemle yan yana yataklarda yatmış, bol bol yemek tarifi içeren kitaplar okurken ve sürekli canımız bir şeyler çekerken, kendimizi sürekli mutfağa inip bir şeyler pişirirken bulduk. Çok güldüm, çok iyi geldi.
Sonra İstanbul’a döndüm. Yeni yılın ilk iş gününde, yeni işimde iş başı yaptım. Böylece yeni yıl, benim açımdan gerçekten “yeni” oldu. Çünkü değişen sadece iş yerim değildi. Artık avukatlık yapmıyordum, finans departmanının içinde bir dönüşüm sürecinin koordine edilmesinden ve üst yönetime raporlanmasından sorumlu ekibe katılmıştım. “Yeni”likler, bununla da sınırlı kalmıyordu, hayat düzenimde köklü bir değişikliği de beraberinde getiriyordu.
Üç yıla yakın süredir saat 8:00’de evden çıkıp taksiye binip ofisime gidiyordum. Hatta seyahatler ve duruşmaların sıklığı nedeniyle uyanma saatim sürekli olarak değişiyordu. Ofisten kaçta çıkacağım işin yoğunluğuna bağlıydı ve çoğu zaman eve de beraberimde iş taşıyordum. Ama iş yerim şehrin göbeğinde olduğu için, boşluklarda bütün işlerimi halledebiliyor, ofisten çıktıktan beş saniye sonra O’nunla buluşabiliyor, geceleri O’nda kalabiliyordum.
Artık sabah 7:15’te beni alan bir servisim olduğu için, uyanma saatimin 6:30 olarak sabitlendi ve her gece evimde kalmam şart. Bu da daha evcil bir insan olmamı beraberinde getiriyor. O beni arayıp “Hadi bu akşam bana gel.” dediğinde, fark ettik ki, hayatımızın o sayfası kapanmıştı. Artık “karşı plazada çalışan kız” değildim.
Diğer yandan bir servis ile işe gidip gelmek muazzam bir konfor. Topuklu ayakkabı giyebiliyor, kapıdan alınıp kapıya bırakılıyor, hiç bir yere yürümem, koşturmam, metroda sıkışmam gerekmiyor.
Hepsinden çok beni büyüleyen bir şey de şu, eski işyerimdeyken evden çıktığım saniyede para harcamaya başlıyordum. Taksiye biniyor, ofise gitmeden önce bir kahve alıyor ve daha masa başına oturup çalışmaya başlamadan, başka bir deyişle daha para kazanmadan harcamış oluyordum. Aynı şekilde işten çıktığımda, trafik sıkışık olduğu için metroyla eve dönerken, eve yürüme yolumun üstünde Nişantaşı’nda mağazalara giriyor, bir şeyler alıp, elim poşetlerle dolu eve giriyordum. Şimdi sabah servisle alınıp servisle bırakıldığımdan ve öğle yemeğini iş yerinde yediğimden, akşam 19:00’a kadar kelimenin tam manasıyla 0 TL harcıyorum. Bütün kredi kartı borçlarımı ödedim ve kredi kartı kullanmaya başladığımdan itibaren ilk defa hiç bir kredi kartı borcum yok. Bu sene, geçen seneki kadar çok tatile çıkamayacak olsam da, bu şekilde, bir kaç sıradışı tatilin bütçesini kolaylıkla sağlayabileceğimi umuyorum.
Bütün bunların sonucunda, “ev” yalnızca duş al -giyin - çık’tan bir anda, çok daha önemli bir alan haline geldi. Evde zaman geçirmeye başladım. Böylece, her akşam, yıllardır salonumu işgal eden kağıt yığınlarının başına oturdum, ayıkladım, attım, arşivledim. Bu sırada aklımda her şey de gerçekten yerli yerine oturmaya başladı. Çünkü bir yerleri düzenlemekle uğraşırken, insanın hayatı hakkında da düşünmeye bol bol zamanı oluyor.
Ardından annemin bir organizasyon kıyağı ile üç kişilik bir “temizlik operasyonu” hayata geçti ve üç kişi Adana’dan gelerek, üç gün boyunca evimdeki her bir milimetreyi temizledi. Hepsinin emeğine sağlık, sonuç şaşkınlık verecek kadar harika oldu. Bu sırada ben de boş durmadım, Marie Kondo’nun katlama tavsiyesini uyguladım. Ve bir çekmeceye ne kadar çok şey sığabileceğini şaşkınlıkla deneyimledim.
Yalnızca cumartesi akşamı “temizlik operasyonu”na bir mola verdik. Galataperform’da İz oyununu izledik. Genel ortalamaya kıyasla oldukça sık tiyatroya giden biri olarak, söyleyebilirim ki, İstanbul’da izlediğim en iyi tiyatro oyunuydu. Eş zamanlı olarak, bir evde farklı dönemlerde yaşamış kişilerin hikayesi anlatılıyor. 1950’lerde iki Rum kızkardeş, 1980’lerde aranan bir solcu ve onun Karadenizli ev sahibi, 2000’lerde İstanbul’un kralı olmak isteyen Doğu’dan göç etmiş bir Kürt genç ile ona aşık bir travesti… Senaryo çok iyi, oyuncuların performansları muazzam, Türkiye tarihine bir bakış sunması etkileyici. Gerçekten izleyenlerin hepsi oyunun sonunda dolu gözleriyle, elleri kızaranana kadar alkışladı. Ne yapın, ne edin bu oyunu sakın kaçırmayın.
Hayatımdaki “yeni”liklerin çokluğu karşısında, adaptasyon çabam içinde pek yazamadım. Ama artık tertemiz evimde harika bir yazı köşem var. Hem yeni işimin gerektirdiği düzen, hem de “hızlı değil hazlı hayat” felsefemle bundan sonra her pazartesi ve perşembe birer yazı yazacağım.
Keyifle ve mushaboom8 ile kalın!
Dip Not: Başlıktaki Serdar Ortaç şarkısına bu aralar fena sardığım doğrudur. :))) Tam dile dolanan klasik bir Serdar şarkısı olmasının dışında, "İki deli bir araya gelmemeliydik. Belki de bu kadar sevmemeliydik. İyi kötü atıyordu, kalp işi biliyordu, dinlemeliydik." fena halde bu aralar ben! :))
1 yorum:
ay şahane bir yazı olmuş, öğle yemeğinde kırmızı lahana ve pişmiş sebzelerimi kemirirken vallahi yanına tatlı niyetine okudum. Her şey gönlünüzce olsun. Bu arada mari kondo bacı ile ilgili ben de bir yazı yazmıştım (http://mariantrikot.blogspot.com.tr/2015/11/atmayalm-da-saklayalm-m.html)
Sevgiler
Yorum Gönder