Evin kapısından içeri girdikten sonra, birkaç dakika montunu üstünden çıkartamıyor. Altı üstü iki adım yürümüş olmasına rağmen, saatlerdir sokakta kalmış gibi içi üşüyor. Kaloriferleri kontrol ediyor, cayır cayır yanıyorlar.
Dışarı çıkıp, filtre kahve almak vardı aslında aklında, ama o anda tekrar sokağa çıkmayı gözü yemiyor. Mutfaktaki kutuların içini kurcalayıp, ne zamandan kaldığı meçhul bir Nescafe buluyor. "Hiç yoktan iyidir." diye düşünüyor.
Su ısıtırken, aklına bir zamanlar okuduğu "Hiç Yoktan İyidir" isimli romandan bir cümle geliyor. "Kuşlar gitti. Çöpçüler geldi. Sabah oldu. Gürültücü beton bitleri, hiç de ihtiyaçları olmayan şeyleri almak için, sevmedikleri işlerde çalışmaya sokakları doldurdu."
İnsan beyni ne kadar acayip çalışıyor diye düşünüyor, kaynayan suyu bardağındaki Nescafe'nin üzerine dönerken. Unuttuğunu sandığı şeyleri bir anda hatırlayıveriyor. Kahvesini içerken sıcak basıyor, montunu çıkartıyor. Hızını alamıyor, eteğini, çorabını da çıkartıp, t-shirt ile kalıyor.
Ve salonun ortasında, üstünde bir t-shirt, elinde bir Nescafe fincanı ile kaç dakika olduğunu bilmediği bir süre dikiliyor.
Yok! Yapması gereken hiç bir şey yok! Tamamlanması gereken bir iş, katılması gereken bir davet, buluşmaya söz verdiği bir arkadaşı, toparlaması gereken bir şeyler, boşaltılmayı bekleyen valizler yok!
Her zaman ajandası bir güne asla sığmayacak kadar çok dolu yaşamaya, sürekli her anını planlamaya o kadar alışmış ki! Şimdi asfaltın ortasında, araba farına bakakalmış sincap gibi boş duvara bakıyor.
Yeni işine başladığından beri, eve iş taşımıyor. Yıllardır ne kadar çalışırsa çalışsın, yapılması gereken işleri asla bitiremediği bir tempoda çalışıyordu. Şimdi gün boyu tıkır tıkır çalıştığında, bol bol teşekkürler, takdirler topluyor ve her şey mesai bitmeden bitmiş oluyor.
Evi baştan aşağı pırıl pırıl parlıyor. Hava dışarı çıkmak için fazlasıyla soğuk. Hayatında aklını kurcalayan bir adam, beklediği bir telefon yok. Ojeleri gıcır gıcır, saçları tertemiz ve şekilli.
Yıllardır "Bir insanın canı nasıl sıkılabilir kesinlikle anlamıyorum. Benim çoğu zaman, eve geldikten sonra tekrar çıkmak için en çok yarım saatim oluyor ve hatta bazen uyumaya bile vakit bulamıyorum." diyip duruyor ve "Canım sıkıldı" diyenlere burun kıvırıyordu. Allah'ın sopası dedikleri buydu galiba!
Duşa giriyor, kremleniyor, biraz dergi okuyor, maillerini temizliyor, Deezer'dan yeni çıkan albümleri dinliyor. Saate bakıyor. Daha 21:00! "Bir gün ne kadar uzun olabiliyormuş." diye mırıldanıyor.
Okunmayı bekleyen dizi dizi kitapların durduğu dolabın kapağını açıyor. O sırada gözüne en üst rafta duran kutular çarpıyor. Eski günlükleri duruyor bu kutuların içinde. Kutuyu açıyor, en alttaki defterlerden birini çekip alıyor.
Ortaokulda, üç yakın arkadaş bir düz bir ters kalpten oluşan bir örnek yüzükler tasarlamış ve evleninceye kadar bunları takmaya söz vermişler. Kendini ne kadar zorlasa da, o yüzük gözünde canlanmıyor, şimdi nerede olduğu hakkında da hiç bir fikri yok. Oysa bir zamanlar o kadar önemliymiş ki, bu yüzükleri önce tasarlamak için ve yaptırmak için saatler harcamışlar, sonra da bu yüzükler parmaklarındayken evlenecekleri adama dair onlarca hayal kurmuşlar.
Ne kadar uzak! Sanki kendisi değil! Şimdi bir kadın olmuşken, bir evlilik hayali hiç kurmadığını, düğün ister mi, istemez mi onu bile bilmediğini fark ediyor. Gözlerini kapatıyor, kendini beyaz bir elbise içinde hayal ettiğinde, gözünün önüne gelen kare kesinlike bir düğün değil. Denize açılan harika bir otel balkonu, teni bronz, saçları rüzgardan uçuşuyor, dudaklarında deniz tuzu var. Güzel gülümseyen bir adam, elinde soğutulmuş şampanyayla geliyor, belinden sarılıyor, muzurca ensesinden öpüyor.
Gözlerini açıyor, tekrar kapatıyor. Dilini bile bilmediği bir ülkenin sokaklarında, kahkahalar atarak yürüyorlar. Başı dönüyor, aşktan mı, alkolden mi olduğunu bilmiyor. Ama kesinlikle her hücresiyle mutlu.
Hayallerinde hep erkek var; ama bu hayaller hiç ev değil, hiç düğün değil. Hep uzaklar, hep keşifler, hep ışıldayan gözler, hep yaz, hep açıkta tenler.
Gülümseyerek, defterini okumaya devam ediyor. Yüzümdeki gülümseme kahkahaya dönüşüyor. Tastamam 14 yıl önce kelimesi kelimesine şöyle yazmış: "Şu klasik çıkma olayını bir kere denedim, hiç de ahım şahım bir şey değilmiş. Ne o öyle sürekli mesajlaş, sinemaya git, bütün film boyunca el ele otur, birbirinin gözünün içine bakarak saatlerce otur filan. Ben nasıl bir şey istediğimi buldum. Biraz deli olmalı, kalıpları aşmaya cesareti olmalı. Birlikte sıra dışı bir şeyler deneyimleyebilmeli, kahkaha atabilmeliyim."
"Aslında 14 yıl önce çözmüşüm belki de ne istediğimi." diye düşünüyor. Kalkıyor, dolabı açıyor. Şarap da yok, bira da yok, koltuğa eli boş geri dönüyor.
Komşularıyla birbirlerinin posta kutularının içine sabah bulmaları için harika notlar bırakmalarını, radyoyu arayıp şarkı istemelerini, erkeklerden "Amansız, yalansız, zamansız bir tek seni özlüyorum." gibi şiirsel mesajlar almalarını, bir erkekle buluşmadan günler önce ne giyeceğinin derdine düşmelerini, eğlenmek için "Selam anam! Ben Bülent. Sen bana Bülü de canım." diye telefon şakaları yapmalarını, bir adam için "Gözümün içine baktığı an nefessiz kalıp öleceğimi sandım." yazmış olmasını yüzünde kocaman bir gülümsemeyle okuyor.
Bir zamanlar hayat ne kadar ne kadar basit, ne kadar yavaşmış.
Sonra ne kadar heyecanlı, ne kadar yoğun ve ne kadar olağandışı olmuş.
"Peki ya şimdi?" diye soruyor kendine.
Uzun zamandır olmadığı kadar huzurlu olduğunu ve hayatında duygusal iniş çıkışlar yaşamasına neden olan hiç bir şey olmadığını fark ediyor. Paniğe kapılıyor.
Kendisinin bu hali, bu hayat temposu ona her şeyden daha yabancı.
Defteri alıyor, kendi küçüklüğüne sevgilerini yollayarak, çöpe atıyor. O sırada içinden iki şey düşüyor. Biri 13 Ocak 2002 tarihli Cem Yılmaz bileti. Diğeri gazete küpürü, Ayşe Arman'ın bir yazısı.
Şöyle bir göz atarken "Mutlu insanların gerçekten bir öyküsü yok mu?" cümlesi takılıyor gözüne.
"Oysa iki sene önce oooo neler anlatabilirdim. Karşımdaki insanın kafasını karıştırabilirdim. Ama şimdi lanet olsun, benim kafam karışık değil ki! Netim. Çok sinir bu! Sinir mi gerçekten? Yoksa huzurlu ve dümdüzzzz bir kadına mı dönüşüyorum ben?!"
İnanamıyor. Sanki gökten önüne bir mesaj düşmüş gibi. Bu yazının yıllardır orada durmasına rağmen, tam bugün onu bulması yalnızca bir tesadüf mü? "Hayatın gerçekten bir akışı var ve ona uyum sağlayınca her şey puzzle parçası gibi birleşiyor belki de." diye düşünüyor.
O sırada, aklına onu son zamanlarda en çok heyecanlandıran adamın, yeni yılın ilk gününde attığı mail geliyor. Tesadüflere inanan biri olmadığını, yıllarca aralarında yirmi metre mesafede günler geçirirken ve muhtemelen defalarca sırt sırta eğlenmiş olmalarına rağmen, o zaman değil, çok sonra çok sıra dışı biçimde tanışmalarının raslantısal değil, biraz alın yazısı olduğunu yazmıştı. Gözünün önüne onunla geçirdiği onlarca harika an geliyor. O anda onu her hücresiyle özlüyor. Eli telefona uzanırken, kendisini durduruyor. "Hayatın bir akışı var, demedin mi az önce! O akış şu an sizi aynı yöne sürüklemiyor. O akışa güvenmelisin." diyor kendi kendine.
CocoRosie'nin huzurlu ve kışkırtıcı sesi "I'm wondering if I'll close my eyes and fall back in time." diye bütün evi doldururken, telefonu çalıyor.
2 yorum:
kargaşadan beslenenler için dümdüz huzur, "aç kalmak" anlamına gelir. Üstelik insanlığın yarısı aç kalmak diye nitelediğimiz bu dümdüz huzura ermeye açken :)
telefon çaldı vee ? :)
bihter
Sevgili Bihter,
Ben gerçekten farkına varmadan karmaşadan beslenen bir insan olmuşum. Şimdi bunun tadını çıkarmayı öğrenmeye çalışıyorum. Umarım o da olacak.
"Telefon çaldı vee..." belki de yepyeni bir hikaye başladı :) Zaman içinde göreceğiz.
Kocaman sevgiler
Sezen
Yorum Gönder