Yalan nerede başlar, nerede biter?
Yalansız bir ilişki mümkün müdür?
Gerçekten yalan kötü bir şey midir? Yoksa iyi olduğu, kullanılması gereken yerler var mıdır?
Peki ya ne zaman yalan söylemiş oluruz?
Olup biten bir şeyi tamamen değiştirip anlattığımızda mı? Can alıcı noktalarını biraz kırparak yuvarlayarak anlattığımızda mı? Yoksa hiç anlatmamak da yalan sayılır mı?
Kitabın adı "Yaz Yalanları."
Kısa kısa hikayelerden oluşuyor. Sevgililer, tatil aşkları, yıllardır evli çiftler, uçak yolculuğunda yan yana oturan iki insan gibi temelinde hep iki kişinin arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Hikayelerin uçları açık, hepsinde söylenen bambaşka türde yalanlar var.
Bir tanesi aralarında hiçbir cinsellik olmayan ama birlikte vakit geçirmekten hoşlandığı bir kadınla tatile çıkıyor. Sevgilisine tek gittim diyor. Bir tanesi ders aldığı İspanyolca hocasından bahsediyor, seviştikleri detayını pas geçiyor anlatırken. Bir tanesi ne kadar zengin olduğunu gizliyor, adam keşfettiğinde kandırılmış hissediyor. Bir tanesi kendine yalan söylüyor, sanki o hayatı yaşarken mutluymuş gibi kandırıyor kendi kendini...
Hikayeler bir yargıya, bir sona varmıyor. Sadece o yalanla sizi baş başa bırakıyor. Düşünüyorsunuz kimbilir bunlardan kaç tanesine maruz kaldım diye. Paranoyaklaşıyorsunuz bir yerde.
Diğer yandan yalanlara karşı sevecenleşiyorsunuz, aslında bazen her şeyi bilmemenin daha iyi olduğunu düşünürken yakalıyorsunuz kendi kendinizi.
Beni en çok etkileyen hikaye kendi evinden, karısından, çocuklarından, torunlarından uzakta, konuk hoca olarak New York'ta ders veren ve orada kendisinden genç bir sevgilisi olan ve kendisine mutlu olduğu konusunda yalan söyleyen adam oldu. İntihar etmeye karar verdiğinde ve ailesiyle vedalaşmak için ülkesine döndüğünde, her zaman yapmadığı ama aslında yapabileceği -sabah erken uyanıp krep hazırlamak, torunu ile etrafta gezinmek gibi- ufak şeyleri yapmaya başlamasıyla asıl mutluluğu buldu. Aradığından çok daha yakında, çok daha basit bir şekilde.
Kitaptan sevdiğim cümleler:
- Kahve ve gazete alıp bir banka oturdu. Birbirlerini tanıdıklarından beri adam hiç gazete okumamış ve tek başına kahve içmemişti. On beş dakika sonra hala tek satir okumayıp kahvesinden tek yudum almayınca, yalnız kalmayı unuttuğunu düşündü. Bu düşünce hoşuna gitti.
Peki ya tamamen bir yalan ile büyüdüyseniz ve bildiklerinizin tümünün yalan olduğu ile anneniz öldüğünde bıraktığı vasiyet ile yüzleştiyseniz...
Simon ve Jeanne isimli ikizler, babalarının öldüğünden emindirler. Kaçık olduğunu düşündükleri anneleri de öldüğünde, tam ona yakışır bir vasiyet ile başbaşa kalırlar. Babalarını bulacaklardır. Abilerini bulacaklardır. İkisine de birer mektup teslim edeceklerdir.
Öldüğünü sandıkları babaları ve mevcudiyedinden haberdar olmadıkları abilerini bulmak için yola çıkarlar, Kanada'dan Ortadoğu'ya...
Ve hikaye başlar.
Incendies hakkında ne söylesem eksik kalacak. Çok üzücü, çok etkileyici. Hem çok gerçek, hem çok gerçek dışı.
Aradan iki gün geçtikten sonra hala kulağımda filim sountrack'i you and whose army çalıyor ve "Bir artı bir hiç bir eder mi?" cümlesi beynimde yankılanıyordu.
Uzun zamandır izlediğim bir filmden bu kadar etkilenmemiştim.
Hala izlemediyseniz, şiddetle tavsiye ederim. Hele ki pazar günü yağmurlu olursa hava, bu filmi izlemekten daha iyi bir şey yapamazsınız.
Mümkünse bir şişe şarap eşliğinde, birlikte mutlu olduğunuz bir adamın kollarında...
Ki film bittiğinde depresyona girmeyin, öpücükle gerçek hayata dönebilin.
Yalansız bir ilişki mümkün müdür?
Gerçekten yalan kötü bir şey midir? Yoksa iyi olduğu, kullanılması gereken yerler var mıdır?
Peki ya ne zaman yalan söylemiş oluruz?
Olup biten bir şeyi tamamen değiştirip anlattığımızda mı? Can alıcı noktalarını biraz kırparak yuvarlayarak anlattığımızda mı? Yoksa hiç anlatmamak da yalan sayılır mı?
Kitabın adı "Yaz Yalanları."
Kısa kısa hikayelerden oluşuyor. Sevgililer, tatil aşkları, yıllardır evli çiftler, uçak yolculuğunda yan yana oturan iki insan gibi temelinde hep iki kişinin arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Hikayelerin uçları açık, hepsinde söylenen bambaşka türde yalanlar var.
Bir tanesi aralarında hiçbir cinsellik olmayan ama birlikte vakit geçirmekten hoşlandığı bir kadınla tatile çıkıyor. Sevgilisine tek gittim diyor. Bir tanesi ders aldığı İspanyolca hocasından bahsediyor, seviştikleri detayını pas geçiyor anlatırken. Bir tanesi ne kadar zengin olduğunu gizliyor, adam keşfettiğinde kandırılmış hissediyor. Bir tanesi kendine yalan söylüyor, sanki o hayatı yaşarken mutluymuş gibi kandırıyor kendi kendini...
Hikayeler bir yargıya, bir sona varmıyor. Sadece o yalanla sizi baş başa bırakıyor. Düşünüyorsunuz kimbilir bunlardan kaç tanesine maruz kaldım diye. Paranoyaklaşıyorsunuz bir yerde.
Diğer yandan yalanlara karşı sevecenleşiyorsunuz, aslında bazen her şeyi bilmemenin daha iyi olduğunu düşünürken yakalıyorsunuz kendi kendinizi.
Beni en çok etkileyen hikaye kendi evinden, karısından, çocuklarından, torunlarından uzakta, konuk hoca olarak New York'ta ders veren ve orada kendisinden genç bir sevgilisi olan ve kendisine mutlu olduğu konusunda yalan söyleyen adam oldu. İntihar etmeye karar verdiğinde ve ailesiyle vedalaşmak için ülkesine döndüğünde, her zaman yapmadığı ama aslında yapabileceği -sabah erken uyanıp krep hazırlamak, torunu ile etrafta gezinmek gibi- ufak şeyleri yapmaya başlamasıyla asıl mutluluğu buldu. Aradığından çok daha yakında, çok daha basit bir şekilde.
Kitaptan sevdiğim cümleler:
- Kahve ve gazete alıp bir banka oturdu. Birbirlerini tanıdıklarından beri adam hiç gazete okumamış ve tek başına kahve içmemişti. On beş dakika sonra hala tek satir okumayıp kahvesinden tek yudum almayınca, yalnız kalmayı unuttuğunu düşündü. Bu düşünce hoşuna gitti.
- Uzun sure bir şey olmuyor, sonra birden bir süpriz yaşıyoruz, biriyle karşılaşıyoruz, bir karar verme aşamasına geliyoruz ve bir daha asla önceki gibi olmuyoruz.
- Adamı öyle seviyordu işte. Onu uzun zaman aramış da sonunda kavuşmuş gibi. Sanki herhangi bir hata yapmaları mümkün değilmiş gibi.
(Ve bu yukarıdaki cümlenin altını çizdiğim gün, tam olarak bana böyle hissettiren adamla tanıştım.)
(Ve bu yukarıdaki cümlenin altını çizdiğim gün, tam olarak bana böyle hissettiren adamla tanıştım.)
- Tartışmaların yaraları hasretin acılarından daha çabuk iyileşiyordu.
- Bu denli duygu ve anlam yüklü mü olmalıydı? Başka bir kadınla daha rahat, daha oyuncul, daha bedensel olamaz mıydı?
- Herhangi bir kadının özlemini duymuyordu, tersine bütünüyle yaşamın sürekliliğini ve güvenilirliğini özlüyordu.
- Masumiyeti kaybedip soğuk kanlılığı mı kazandık acaba? Ya soğuk kanlılık iyiyse ancak aşkın ölümüyse ve budalaca bir inanç olmadan ötekine uymuyorsa?
- Benim kastettiğim ve ihtiyaç duyduğum gerçek soğuk kanlı ve ölçülü değil. Yakıcı, tutkulu, kimi zaman güzel, kimi zaman çirkin, seni mutlu da edebilir, canını da yakabilir, ama seni hep özgürleştirir.
- Zorbalığın, alıkonulmanın, kullanılmanın, erkekler için olduğu kadar kadınlar için de cinsel çekiciliği olabilir.
- Onunla buluşmak yerine evde kalıp kitap okusa ve müzik dinleseydi, genellikle daha mutlu olurdu. Mutluluğu oluşturan öğelerin hazır olduğunu ve mutlu olduğunu düşündüğü için onunla buluşmuştu.
- Mutlu muydu? Ya da yine yalnızca mutlu olmak mı istiyordu? Tüm koşullar uygun olduğunda mutlu olması gerektiğini mi düşünüyordu yine? Duyduğu mutluluk yine yalnızca mutluluk bileşenleri miydi? Bazen kendine yaşam başka bir yerde değil mi diye sormuş ve soruyu baskılayıp zihninin derinliklerine göndermişti.
- Bach aykırı olanı uzaklaştırır. Aydınlık ve karanlık, güçlü ve zayıf.
- Sevgi bir duygu değil, bir irade meselesidir.
- Albert ile yaşamaktan, içinde büyüdüğü yoksulluktan, anlamadığım düşüncelerinden, ebeveynimle aramın bozulmasından korkuyordum. Helmut benim dünyamda, ben de tanıdığım dünyaya sığındım.
- Onunla buluşmak yerine evde kalıp kitap okusa ve müzik dinleseydi, genellikle daha mutlu olurdu. Mutluluğu oluşturan öğelerin hazır olduğunu ve mutlu olduğunu düşündüğü için onunla buluşmuştu.
- Mutlu muydu? Ya da yine yalnızca mutlu olmak mı istiyordu? Tüm koşullar uygun olduğunda mutlu olması gerektiğini mi düşünüyordu yine? Duyduğu mutluluk yine yalnızca mutluluk bileşenleri miydi? Bazen kendine yaşam başka bir yerde değil mi diye sormuş ve soruyu baskılayıp zihninin derinliklerine göndermişti.
- Bach aykırı olanı uzaklaştırır. Aydınlık ve karanlık, güçlü ve zayıf.
- Sevgi bir duygu değil, bir irade meselesidir.
- Albert ile yaşamaktan, içinde büyüdüğü yoksulluktan, anlamadığım düşüncelerinden, ebeveynimle aramın bozulmasından korkuyordum. Helmut benim dünyamda, ben de tanıdığım dünyaya sığındım.
Peki ya tamamen bir yalan ile büyüdüyseniz ve bildiklerinizin tümünün yalan olduğu ile anneniz öldüğünde bıraktığı vasiyet ile yüzleştiyseniz...
Simon ve Jeanne isimli ikizler, babalarının öldüğünden emindirler. Kaçık olduğunu düşündükleri anneleri de öldüğünde, tam ona yakışır bir vasiyet ile başbaşa kalırlar. Babalarını bulacaklardır. Abilerini bulacaklardır. İkisine de birer mektup teslim edeceklerdir.
Öldüğünü sandıkları babaları ve mevcudiyedinden haberdar olmadıkları abilerini bulmak için yola çıkarlar, Kanada'dan Ortadoğu'ya...
Ve hikaye başlar.
Incendies hakkında ne söylesem eksik kalacak. Çok üzücü, çok etkileyici. Hem çok gerçek, hem çok gerçek dışı.
Aradan iki gün geçtikten sonra hala kulağımda filim sountrack'i you and whose army çalıyor ve "Bir artı bir hiç bir eder mi?" cümlesi beynimde yankılanıyordu.
Uzun zamandır izlediğim bir filmden bu kadar etkilenmemiştim.
Hala izlemediyseniz, şiddetle tavsiye ederim. Hele ki pazar günü yağmurlu olursa hava, bu filmi izlemekten daha iyi bir şey yapamazsınız.
Mümkünse bir şişe şarap eşliğinde, birlikte mutlu olduğunuz bir adamın kollarında...
Ki film bittiğinde depresyona girmeyin, öpücükle gerçek hayata dönebilin.