Tipik bir sonbahar pazarıydı.
Hafifçe esen bir rüzgar ile bulutların arkasından zaman zaman göz kırparak mutlu eden bir güneş vardı. Cumartesi gecesi uzun geçenlerin henüz uyanmadığı, erken uyananların ise pazar kahvaltılarını edip evde miskinleştiği saatlerdi tam. Bu yüzden olsa gerek sokak bomboş ve sessizdi. Kadının ritmik topuk sesleri sokakta yankılanıyordu.
Tak tak tak tak...
Niyeyse, her zaman çok severdi topuk sesini. Oysa ki bugün kendi topuk sesi hüzünlendiriyordu onu. Topuğunun her bir vuruşunda çıkan o ses, bir adım daha uzaklaştığını hatırlatıyordu. Bir adım daha, bir adım daha, bir adım daha. Ve sokağın köşesine gelmişti.
Köşeyi dönerken, sanki yıllardır yaşadığı bir evi terk ediyormuş gibi, sanki adamı bir daha görmeyecekmiş gibi hüzünlendi.
"Çok gerçeküstü, çok güzel ve çok saçma" diye mırıldandı. Daha birkaç hafta önce kendisini yorgun ve karışmış hisseden de oydu. "Belki de insan hep giderken kendinden bir parçayı da arkasında bırakıyor. Biraz umut, biraz hayal... Hep o bırakıp gittiği adamda kalıyor." diye yazmış ve kendini yeniden bir şeyler yaşamaya motive etmek için bol bol film izlemeye, bol bol kitap okumaya karar vermişti. Uzun vadeli bir terapi gibi...
Bir anda sihirli bir değnek değmiş gibi bu hislerin ortadan yok olması, yerine heyecan, arzu gibi duygular konulması mümkün müydü?
Her şey bir cumartesi başlamıştı. O gece ikisi de dışarı çıkmayı planlamazken, kendilerini bir konserde aynı arkadaş grubu içinde bulmuşlardı. Daha önce hiç tanışmamış, hiç görüşmemiş, birbirleri hakkında hiçbir şey duymamışlardı. O akşam ikisi de bir şekilde o konsere gelmeselerdi, kapının önüne sigara içmeye çıkmasalardı öyle de devam edebilirdi, hiç tanışmaz, hiç görüşmez, birbirlerini hiç özlemezlerdi. Belki de yüzlerce insan, böyle ıskalıyordu birbirini. Kimbilir.
Bir konserde kapı önünde sigara içerken tanışmak, romanların ve filmlerin ideal romantik tanışma sahnelerine uymuyordu. Ama onlara çok uyuyordu. Onların hayatıydı bu.
O hafta içi bir kahve içmek için sözleşmişlerdi. Kadın bunun bir first date mi, sadece arkadaşça buluşma mı olduğunu kestiremiyordu. Evden duşunu alıp, mis gibi giyinip kuşanıp gidemeyecekti. Adam onu bütün gün çalışıp, bir de derse girdikten sonra, olabilecek en yorgun ve en dağılmış halinde görecekti. Kadın beyninden geçen bu düşüncelerin farkına vardığında kendi kendine gülmeye başladı. Boşverdi hepsini, adamı tanımıyordu bile, belki de zoraki bir saatlik sohbetten sonra ayrılıp bir daha da hiç görüşmeyeceklerdi. Dert etmeye değmez, diye düşünerek adamla buluşacakları yere gitti.
Kahve içmediler, bira içtiler. Bir bira daha. Bir bira daha. Sonra birer kokteyl. Muhtemelen saat 2:00'ye gelip de oturdukları mekan kapanmıyor olsaydı, daha uzun oturur, daha çok içerlerdi. Birbirlerine anlatacak ne çok şeyleri vardı.
Sonraki günlerde konuşmaya devam ettiler. Kadın adamda bir vaha keşfetmişti: müzik. Adam için müzik arada sırada bir şeyler dinlemekten öte bir şeydi, hayatının bir parçasıydı ve dinledikleri herkesçe keşfedilmemiş gruplar ve parçalardı.
Kadın, meraklıydı. Bilmediği ve yeni olan her şeye... Keşfetmeye... Adamda da kadının keşfedebileceği bir şey vardı. Ve bu bir şey, insanın bütün ruh halini değiştirmeye yeter güçte bir şeydi: Müzik!
Adam kadına bir gün "90'larda yaşıyor olsak sana karışık kaset yapardım." dediği anda, tam olarak o saniyede, kadın için bir şeyler değişti. Çok güzel bir cümleydi bu. Bir sürü şey içeriyordu, incelik, zevk, ilgi. Hepsinin doğal ve eğlenceli bir söylenişi gibiydi.
Adamla kadın bir sonraki hafta sinemaya gitmek için sözleştiler. Sonra kendilerini başka bir konserde buldular. Konser bittiğinde, onlar konserin bittiğinden habersizce kapının önünde sigara içerek konuşuyorlardı. İlişkilerden, ortak mesleklerinden, hayattan, kitaplardan, yazmaktan... Sanki konuşa konuşa bitmeyecek kadar çok şeyi anlatmak istiyorlardı birbirlerine.
Tam uykuya dalma anları vardır ya, ne tam uyuyorsundur ne de uyanıksındır. O gece kadın tam böyle bir anda mesaj sesiyle kalktı. "Çılgınca olacak ama Ağva'ya gidelim mi haftasonu?" diye soruyordu adam.
Kadın yatağın içinde doğrulup gülmeye başladı ve o an adamın gerçekten çok tatlı olduğuna karar verdi. Kendini sinemaya gitmek gibi basit şeyler için heyecanlanır, acaba t-shirtunun yakasından gördüğü dışında diğer dövmeleri nerede nasıl diye merak eder buldu.
Muhtemelen o gece uyurken hep gülümsedi.
Cuma günü buluşmaya karar verdiler. Ertesi gün işe gitmeyecekleri, uyku kaygısıyla sohbetlerini noktalamak zorunda kalmayacakları bir gün. Kadının gözüne kestirdiği ve merak ettiği meze evine gideceklerdi.
Kahve içmek için buluşup biraları devirdikten, sinemaya gitmeye niyetlenip konser dinledikten sonra bu kez de meze yemek için buluşup bambaşka bir yerde fasıl eşliğinde rakı içer buldular kendilerini.
Rakı içtikten sonra ayrılmadılar. Ağva'ya da gitmediler.
İstanbul'da kaldılar.
Konuştular, film izlediler, yemek yediler, uyudular, uyandılar, sarıldılar, öpüştüler, burçlarının uyumunu okudular, "ateşle barut gibidir." yorumunda kikirdeştiler, müzik dinlediler, yeniden uydular, yeniden uyandılar, zevk aldılar, paylaştılar, kadın yapması gerekenler için gitmeye niyetlendi, gidemedi, birbirlerini bir türlü bırakamadılar, kadın adamın güzel kolları ve dövmeleri ile ocak başında ona omlet yapmasındaki ironiyi bayılarak izledi, adam kadını koklamaya doyamadı, planlar yaptılar, birbirlerine sarılmadan duramamalarına şaşırdılar.
Kadından biraz, o haftasonundan sonra adamda kaldı.
Ve her topuk sesinde bunu biraz daha anladı.
"En kısa hikaye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. 'Bütün yaşamımız' dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında... Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır." Murathan Mungan
Hafifçe esen bir rüzgar ile bulutların arkasından zaman zaman göz kırparak mutlu eden bir güneş vardı. Cumartesi gecesi uzun geçenlerin henüz uyanmadığı, erken uyananların ise pazar kahvaltılarını edip evde miskinleştiği saatlerdi tam. Bu yüzden olsa gerek sokak bomboş ve sessizdi. Kadının ritmik topuk sesleri sokakta yankılanıyordu.
Tak tak tak tak...
Niyeyse, her zaman çok severdi topuk sesini. Oysa ki bugün kendi topuk sesi hüzünlendiriyordu onu. Topuğunun her bir vuruşunda çıkan o ses, bir adım daha uzaklaştığını hatırlatıyordu. Bir adım daha, bir adım daha, bir adım daha. Ve sokağın köşesine gelmişti.
Köşeyi dönerken, sanki yıllardır yaşadığı bir evi terk ediyormuş gibi, sanki adamı bir daha görmeyecekmiş gibi hüzünlendi.
"Çok gerçeküstü, çok güzel ve çok saçma" diye mırıldandı. Daha birkaç hafta önce kendisini yorgun ve karışmış hisseden de oydu. "Belki de insan hep giderken kendinden bir parçayı da arkasında bırakıyor. Biraz umut, biraz hayal... Hep o bırakıp gittiği adamda kalıyor." diye yazmış ve kendini yeniden bir şeyler yaşamaya motive etmek için bol bol film izlemeye, bol bol kitap okumaya karar vermişti. Uzun vadeli bir terapi gibi...
Bir anda sihirli bir değnek değmiş gibi bu hislerin ortadan yok olması, yerine heyecan, arzu gibi duygular konulması mümkün müydü?
Her şey bir cumartesi başlamıştı. O gece ikisi de dışarı çıkmayı planlamazken, kendilerini bir konserde aynı arkadaş grubu içinde bulmuşlardı. Daha önce hiç tanışmamış, hiç görüşmemiş, birbirleri hakkında hiçbir şey duymamışlardı. O akşam ikisi de bir şekilde o konsere gelmeselerdi, kapının önüne sigara içmeye çıkmasalardı öyle de devam edebilirdi, hiç tanışmaz, hiç görüşmez, birbirlerini hiç özlemezlerdi. Belki de yüzlerce insan, böyle ıskalıyordu birbirini. Kimbilir.
Bir konserde kapı önünde sigara içerken tanışmak, romanların ve filmlerin ideal romantik tanışma sahnelerine uymuyordu. Ama onlara çok uyuyordu. Onların hayatıydı bu.
O hafta içi bir kahve içmek için sözleşmişlerdi. Kadın bunun bir first date mi, sadece arkadaşça buluşma mı olduğunu kestiremiyordu. Evden duşunu alıp, mis gibi giyinip kuşanıp gidemeyecekti. Adam onu bütün gün çalışıp, bir de derse girdikten sonra, olabilecek en yorgun ve en dağılmış halinde görecekti. Kadın beyninden geçen bu düşüncelerin farkına vardığında kendi kendine gülmeye başladı. Boşverdi hepsini, adamı tanımıyordu bile, belki de zoraki bir saatlik sohbetten sonra ayrılıp bir daha da hiç görüşmeyeceklerdi. Dert etmeye değmez, diye düşünerek adamla buluşacakları yere gitti.
Kahve içmediler, bira içtiler. Bir bira daha. Bir bira daha. Sonra birer kokteyl. Muhtemelen saat 2:00'ye gelip de oturdukları mekan kapanmıyor olsaydı, daha uzun oturur, daha çok içerlerdi. Birbirlerine anlatacak ne çok şeyleri vardı.
Sonraki günlerde konuşmaya devam ettiler. Kadın adamda bir vaha keşfetmişti: müzik. Adam için müzik arada sırada bir şeyler dinlemekten öte bir şeydi, hayatının bir parçasıydı ve dinledikleri herkesçe keşfedilmemiş gruplar ve parçalardı.
Kadın, meraklıydı. Bilmediği ve yeni olan her şeye... Keşfetmeye... Adamda da kadının keşfedebileceği bir şey vardı. Ve bu bir şey, insanın bütün ruh halini değiştirmeye yeter güçte bir şeydi: Müzik!
Adam kadına bir gün "90'larda yaşıyor olsak sana karışık kaset yapardım." dediği anda, tam olarak o saniyede, kadın için bir şeyler değişti. Çok güzel bir cümleydi bu. Bir sürü şey içeriyordu, incelik, zevk, ilgi. Hepsinin doğal ve eğlenceli bir söylenişi gibiydi.
Adamla kadın bir sonraki hafta sinemaya gitmek için sözleştiler. Sonra kendilerini başka bir konserde buldular. Konser bittiğinde, onlar konserin bittiğinden habersizce kapının önünde sigara içerek konuşuyorlardı. İlişkilerden, ortak mesleklerinden, hayattan, kitaplardan, yazmaktan... Sanki konuşa konuşa bitmeyecek kadar çok şeyi anlatmak istiyorlardı birbirlerine.
Tam uykuya dalma anları vardır ya, ne tam uyuyorsundur ne de uyanıksındır. O gece kadın tam böyle bir anda mesaj sesiyle kalktı. "Çılgınca olacak ama Ağva'ya gidelim mi haftasonu?" diye soruyordu adam.
Kadın yatağın içinde doğrulup gülmeye başladı ve o an adamın gerçekten çok tatlı olduğuna karar verdi. Kendini sinemaya gitmek gibi basit şeyler için heyecanlanır, acaba t-shirtunun yakasından gördüğü dışında diğer dövmeleri nerede nasıl diye merak eder buldu.
Muhtemelen o gece uyurken hep gülümsedi.
Cuma günü buluşmaya karar verdiler. Ertesi gün işe gitmeyecekleri, uyku kaygısıyla sohbetlerini noktalamak zorunda kalmayacakları bir gün. Kadının gözüne kestirdiği ve merak ettiği meze evine gideceklerdi.
Kahve içmek için buluşup biraları devirdikten, sinemaya gitmeye niyetlenip konser dinledikten sonra bu kez de meze yemek için buluşup bambaşka bir yerde fasıl eşliğinde rakı içer buldular kendilerini.
Rakı içtikten sonra ayrılmadılar. Ağva'ya da gitmediler.
İstanbul'da kaldılar.
Konuştular, film izlediler, yemek yediler, uyudular, uyandılar, sarıldılar, öpüştüler, burçlarının uyumunu okudular, "ateşle barut gibidir." yorumunda kikirdeştiler, müzik dinlediler, yeniden uydular, yeniden uyandılar, zevk aldılar, paylaştılar, kadın yapması gerekenler için gitmeye niyetlendi, gidemedi, birbirlerini bir türlü bırakamadılar, kadın adamın güzel kolları ve dövmeleri ile ocak başında ona omlet yapmasındaki ironiyi bayılarak izledi, adam kadını koklamaya doyamadı, planlar yaptılar, birbirlerine sarılmadan duramamalarına şaşırdılar.
Kadından biraz, o haftasonundan sonra adamda kaldı.
Ve her topuk sesinde bunu biraz daha anladı.
"En kısa hikaye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. 'Bütün yaşamımız' dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında... Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır." Murathan Mungan
2 yorum:
bildiğim bir hikayeyi ilk okuyuşum değil bu blogda. ama ilk kez, yine de merakla okudum.
şeytan tüyü mü var kızım sende. her attığın tutuyor?? e hadı o zamann
let the game begin sezen :)))
Yorum Gönder