17 Aralık 2012

Namaste, bitches! I'm happy with him...


Bir cumartesi gecesi, hareket ettikçe elimizdeki bardaklardan buz sesleri geliyor, kafamız Bombay'dan kıyak, biraz komik videolar izliyoruz, biraz hayattan laflıyoruz, biraz bu gece Taksim'de neler varmış diye biletixi kurcalıyoruz. Hatta bir ara kalkıp matları serip üç beş pilates hareketi yapıyoruz. Serbest çağrışımlarla... Saçma sapan bir videoya kikirderken, bir anda birimizin aklına gelen cümleyle çok derin konulara girebiliyoruz. Dalgın dalgın gelecekten konuşurken, bir anda kendimi iki elim onun elinde davul çalmanın temel hareketlerini yapmaya çalışırken bulabiliyorum.

Hep böyleyiz. Böyleydik. 
Bir kahve içelim, diye ilk defa başbaşa buluştuğumuz akşam biralarla saatler devirmiş; belgesel izlemek için buluştuğumuz bir başka akşam kendimizi Salon'da Can Bonomo konserinde bulmuştuk. 

Hayata baktığımız noktalar çoğu zaman bambaşka olmasına rağmen hayallerimizin nasıl kesişebildiğini sorguluyorum onunla ne zaman sohbet etsek. İkimiz de birbirimizin nasıl öyle düşündüğüne inanamıyoruz. Gözlerimizi kocaman aça aça dinliyoruz hayretle diğerimizi. En güzel olan, dinliyoruz biz birbirimizi. Gerçekten dinliyoruz. Belki de bu yüzden bu kadar farklı olmamıza rağmen böyle saatlerce konuşabiliyoruz. Belki de yine bu yüzden sadece bir aydır birbirimizin hayatında olmamıza rağmen, sanki çoook daha uzun süredir birlikteymişiz gibi hissediyoruz.

Bayıla bayıla yiyip durduğum fındık ve kuru üzüm gibiyiz. Tamamen bambaşka tattayız, tek başımıza da lezzetliyiz, bir arada daha da lezzetliyiz. Ben daha bireysel merkezli bakıyorum her şeye, o daha toplumcu. Ben iflah olmaz bir pozitifim çoğu zaman, onun melankolik yanı da baskın. O beni derine çekiyor, çok kaybolduğumuzda ben onu yüzeye....Farklı olmanın anlaşamamak değil, bütünlemek olduğu noktadayız.



Hala çok bilinmeyen var tabii birbirimize dair. Söz konusu kişiler ikimizken, bilinmeyenleri tüketmenin de imkanı yokmuş gibime geliyor. 

Zamandan bağımsız bir şey bu. 

İçimizde oturtamadıklarımız, kendimizle büyük çelişkilerimiz, içimizde birçok "ben" var. Daha kendi kendimize "Ben ne istiyorum bu hayattan?" , "Ben ne yapınca mutlu oluyorum?" sorularının cevabını verememişken, hisler, duygular, alışkanlıklar arasında pikeler atarken, bir başkası nasıl tanıyabilir insanı, nereye kadar tanıyabilir ki zaten. 

Yavaş yavaş keşfetmenin tadını çıkarıyoruz. Keşfettiklerimizin de değişebileceğinin bilinciyle ve korkusuyla, aynı zamanda keşfedememiş olmanın kışkırtıcı cazibesiyle...


Öyle koltukta yayılmış, anne babalarımızın sevdiğimiz ve kızdığımız yanlarından bahsederken, içkilerimizi bitirdikten sonra Taksim'e çıkma ihtimali aklımızın bir kenarındayken, nasıl oluyor da gözümüzde güneş gözlükleri, üstümüzde sadece birer t-shirt dans etmeye başlıyoruz bilmiyorum. Hem de dans etmek derken, iki salınmaktan bahsetmiyorum, gerçekten çılgınlar gibi dans ediyoruz, saatlerce. O gece dışarı çıksak, hiçbir yerde dans edemeyeceğimiz kadar çok...

O saatleri oluşturan anların birinde, aklıma birkaç saat önce telefonda konuştuğum çok yakın bir arkadaşımın "Sezoş bir cumartesi gecesi Anadolu Yakası'ndasın hayret bir şey bu" tepkisi geliyor. Karşımdaki adama, komik ötesi halimize ve ne kadar eğlendiğimize bakıyorum. Bu adamla bir kasabada, veya "in the middle of nowhere" deyiminin hakkını veren bir yerde bile iyi vakit geçirebilirim, diye düşünüyorum. 


Saatlerce dans ettikten sonra, sabaha karşı baygın uyuyoruz. Hatta uyumuyoruz resmen sızıyoruz. 
Sabah alarm sesine uyanıyorum, gitmem lazım. O "gitme" diyip bana güzel ötesi kolları ile sarılırken, şakasına "Gitme. Hiç gitme, yerleş buraya, evlenelim, çocuk yapalım." derken ve ben keyifle kikirderken, bir kere daha fark ediyorum ki, benim "Bir şeyler yapalım, şuraya da gidelim, bunu da görelim." şeklindeki huzursuz enerjim o bana sarıldığında kayboluyor. 

Neden ve nasıl bilmiyorum; ama onun yanındayken içimdeki fırtınalar dinginleşiyor ve huzursuz enerjim kontrollü hale geliyor. Daha sakin ve daha uysal bir kadın oluyorum. Bu yüzden adam bana bugün " Gidiyorum buralardan, gel benimle" dese, çok fazla sorgulamadan bir çanta toplar ve onunla gidermişim gibime geliyor. İkimiz de dağılmış halde ve sarmaş dolaş yatarken, korkuyorum böyle hissetmekten. Diğer yandan da bayılıyorum buna.


17 Kasım'da başlamıştı her şey.
Sadece bir ay... 30 gün...oldu. Onunla. 

'Sadece"  diyorum ama aslında ne kadar yeterli bir zaman dilimiymiş onu anlıyorum.

Bir insanı hayatına kabul etmek için, bütün yorgunluklarına, bütün tövbelerine rağmen birini tanıma hevesini duymak, birlikte İspanyolca öğrenip İspanya'ya gitmek gibi planlar yapmaya başlamak için pekala yeterliymiş.

Bütün tereddütleri bir kenara bırakıp, kendini dizginlemeden tamamen kaptırmak ve gelecek planları yapmak için ise yetersiz.

Son zamanlarda o kadar çok hevesim kursağımda kaldı ki, içimdeki "Bu sefer her şey farklı ve güzel olacak" sesinin çok yükselmesine izin veremiyorum. Diğer yandan onu düşündükçe kalbimden kasıklarıma bir şey akıyormuş gibi oluyor. İçim aktı, deyimini anlıyorum. İnsanin içi akarmış sahiden. Bu o kadar hoşuma gidiyor ki, mantıklı tedbirli korumacı olmak isteyen tarafımı dizginliyorum, o içimdeki "Her şey farklı ve güzel olacak." sesini özgür bırakıyorum. 

Bilmiyorum. Bilmek için çok erkendeyiz.
Aklıma ve dilime geliyor bir Murathan Mungan:

sadece rüzgarlardan daha güçlü olmak istiyorum, o kadar.
açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken
kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız,
sere serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim.
senin ve benim, yani bizim için...


2 yorum:

Ebrushka Blog dedi ki...

Yaşayalım görelim :)

thalassa dedi ki...

bayıldım bu yazına nasıl da hissettiğin herşeyi ekranda görebiliyoruz süpersin...

Pinterest'im

Instagram'ım