Film festivali denildiği anda bundan on sene öncesine ışınlanıyorum.
Cihangir'de yaşadığım ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okuduğum yıllara... Kitap okumak, eşofmanım ile renkli Converse'lerimi ayağıma çekip aylak aylak Taksim'de dolanmak, kitapçılarda saatler geçirmek için o kadar fazla zamanım vardı ki o yıllarda.
Bir de o dönemler Radikal Gazetesi'nin, Radikal Genç diye bir eki vardı. Oraya yazılar yazıyordum. Şimdi ne kadar olduğunu tam hatırlamıyorum; ama yayınladıkları yazılara karşılık cüzi bir miktar ödeme yapıyorlardı. O telifi, beni yeni yazılar için besleyecek kaynaklara yatırmayı prensip edinmiştim.
Bu yüzden, paranın hesabıma yattığı gün, gidip kendime bir kitap alıyordum. Taksim'de sağda solda oturup o kitabı okuyordum. Bir de mutlaka Alcazar Sineması'ndan bir bilet alıyordum. Alcazar Sineması, beni Avrupa Sineması ile tanıştıran yerdir.
Benim kuşağım Parliamet Sinema Kuşağı'nın başladığı saatte, anne ile babasından "Uyku saatin geldi." uyarısını alan, can çekişen yavaşlıkta internete bağlanıldığında ev telefonunu uzun süre meşgul ettiği için azar işiten kuşak. Sinema, bizim için oldukça uzun bir süre Hollywood yapımlarından ibaretti. Bu yüzden beni en çok etkileyen yapımlarla kaynaşmaya başladığım nokta olan yer Alcazar Sineması benim için hayatım boyunca çok anlamlı kalacak ve artık olmaması karşısında hep burukluk duyacağım bir şey.
Aynı yıllarda, film festivallerinde, sinema kapılarında uzanan upuzun kuyruklara, salonda boş yer kalır umuduyla girmeye başlamıştım. Şanlıydım herhalde, gündüz seanslarında hep yer buluyordum. Bir günde üç film izlediğim bile oluyordu.
Bugün bütün filmlere internet üzerinden hemen erişim sağlayabilsek de, benim için İstanbul Film Festivali, İstanbul'daki ilk seneme tatlı bir selam verme şekli. O yüzden bir Lale Kart sahibiyim ve film festivallerini de asla pas geçmiyorum.
Herkes listeler yayınlarken, bir liste de ben yapayım istedim. Benim bu seneki filmlerim huzurlarınızda:
Im Keller (Bodrumda)
Görünmez olmak pek çoğumuzun hayalidir. Ulrich Seidl, bizi bodrumlara davet ediyor. İnsanların bodrumlarda neler yaptığını anlatan, gözden uzaktaki bu mahrem alanları izleten, takıntıları konu edinen bir film Im Keller. Pahalı mobilyalar, silahlar, cinsellik, faşizm, aşk, aşksızlık içerikli bir belgesel. Farklı olacağı garantili.
Inherent Vice (Gizli Kusur)
Paul Thomas Anderson'un yeni filmi, aynı isimli romandan uyarlama. Neredeyse herkesin "kaçırırsanız üzüleceğiniz" filmler listesinde yer alıyor. 60ların sonları, hippilerin son demleri, Amerika, güzel kafalar, dedektiflik, karmaşık ilişkiler, ilginç karakterler ve harika kostüm tasarımları vaad ediyor.
Victoria
Film, başkahramanının adını taşıyor. Arka fonda Berlin var. Benim gibi Berlin aşıkları için filmi izlemek için bu bile yeterli bir neden olabilir. Victoria, Berlin'e yeni taşınmış, Almanca bile bilmeyen, sosyal bir çevre edinmeye çalışan ve heyecan arayan bir kadın ve bu heyecan arayışı onu bir banka soygununa götürüyor. 140 dakikalık bir plan sekanstan ibaret bu filmin, Berlin'de en iyi görüntü yönetmenliği ödülü de var.
Sebastian Schipper, yönettiği filmi oldukça kışkırtıcı bir biçimde tanımlıyor: Bu bir banka soygunu filmi değil. Bu bir banka soygunu.
45 Years (45 Yıl)
Evliliklerinin 45. yılını kutlayan bir çift. Hayatlarında her şey tıkırındayken, adamın elli yıl önce kaybolan ilk aşkının buzlar altında cesedi bulunuyor. Geçmişi sorgulamaya, evliliğin karanlık yanlarına çağıran, Sundance'te oldukça konuşulan, Berlin'den iki ödül kapan bir film. Samimiyet konusunda yönetmenin ustalığı takdir ediliyor, oyunculuk ise bu filmin en iddialı kısmı.
Eisenstein In Guanajuato (Eisenstein Meksika'da)
Film festivallerinde hep biraz içe döndüğümüz, hafiften depresifleştiğimiz, drama üstüne drama izlediğimiz bir gerçek. Bu film, Rus yönetmenin on günlüğüne gittiği Meksika'da yaşadığı tutku patlaması dönemini konu alıyor. Peter Greenaway'in en iyisini izlemek beklentisiyle değil, eğlenmek için gidilesi...
Phoenix (Yüzündeki Sır)
Festivalin en iddialı filmlerinden biri de Christian Petzold'den Phonix. İkinci dünya savaşındaki toplama kampında yüzü tanınmaz hale gelen kadın estetik yaptıyor ve kendisinin kim olduğunu bilmeyen kocası ile yakınlaşmaya çalışıyor. Almanya tarihi, toplumsal sorgulamalar, insanın hem kendisi hem başkası olması gibi konulara, bambaşka bir kurgu ile bakıyor. Çok konuşulacak, o yüzden kaçırılmamalı.
Sarmaşık
Türk filmlerinden benim seçimim, Tolga Karaçevik'in Mısır'daki bir limanda borcu yüzünden tutulmuş bir gemide rehin kalan altı adamın hikayesini anlatan Sarmaşık oldu. Toplumsal zıtlaşmalar ile çekişmelerin altı kişi üzerinden anlatılması ilginç olabilir. Sundance'te bu sene gösterilmeye hak kazanan filmlerden biriydi.
The Duke of Burgundry (Burgundry Dükü)
Zengin adam fakir kız senaryosunu alın, adamı çıkarın, zengin kadın yapın. Bir tarafın daha geleneksel bir ilişkiden yana, diğerinin daha erotik olanın peşinde olduğunu düşünün. Çıplaklık olmadan iç gıdıklayan, gotik bir film bu. Mavi Saçlı Kız'ın cüretkar sahnelerinden bir yıl sonra, bu seferki festivalde Peter Strickland bizi karanlık tarafa çağırıyor ve iki kadının ilişkisine bambaşka bir bakış vaad ediyor.
B-Movie Lust & Sound in West Berlin (B Filmi: Batı Berlin'de şehvet ve müzik)
NTV Belgesel kuşağında yer alan bu film 1980'lerde Berlin'i anlatıyor. Müzik, sanat, kaos, punk, pop, işgalciler... Bugün Berlin'e bayılanların elbette ki bayılacağı, o şehrin bugün nasıl böylesine çok kültürlü olduğuna ilişkin bazı soru işaretlerinin cevabının bulunacağı bir film.
Ghadi
Bir Lübnan masalı. Bağnazlık üstüne bir komedi. Renkler, masalsı havası, afişinin güzelliği, Lübnan'ın dokusu, bambaşka bir bakış için, bu seneki"risk alıp izleyeceğim" filmim.
Preggoland (Hamileler Diyarı)
Kanadalılar son yıllarda inanılmaz iyi müzikler yapıyorlar. Film konusunda da kötü olamazlar gibi bir iç güdüye sahibim. Ayyaşlığın eşiğinde, hala baba evinde oturan 30lu yaşlardaki Ruth'un hamile olduğu yalanını söylediğinde, etrafındaki herkesin yaklaşımının nasıl değiştiğini anlatan bu film, hala "Evlenmeyi düşünmüyorum." diyenlere göre.
Sadece ismini veya afişini beğendiğim için bilet aldığım birkaç film daha oldu. Bu da benim film festivali oyunum. Rastgele seçtiğim bu filmlerin, hayatım için bir anlamlı mesaj taşıyacağına içten içe inanıyorum. Şiddetle tavsiye ederim, çok eğlenceli oluyor.
İzlemeyi istediğim halde, o günlerde başka işlerim olduğu için bilet alamadığım ama harika olacaklarını düşündüğüm diğer filmler, Yeni Kız Arkadaşım, Pride ve Doğada Tek Başına. Bir de korku filmlerini tek başına izleme yeteneğim olsaydı Peşimdeki Şeytan, festivalin iddialı filmlerinden.
Filmlerle kalın!
Cihangir'de yaşadığım ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okuduğum yıllara... Kitap okumak, eşofmanım ile renkli Converse'lerimi ayağıma çekip aylak aylak Taksim'de dolanmak, kitapçılarda saatler geçirmek için o kadar fazla zamanım vardı ki o yıllarda.
Bir de o dönemler Radikal Gazetesi'nin, Radikal Genç diye bir eki vardı. Oraya yazılar yazıyordum. Şimdi ne kadar olduğunu tam hatırlamıyorum; ama yayınladıkları yazılara karşılık cüzi bir miktar ödeme yapıyorlardı. O telifi, beni yeni yazılar için besleyecek kaynaklara yatırmayı prensip edinmiştim.
Bu yüzden, paranın hesabıma yattığı gün, gidip kendime bir kitap alıyordum. Taksim'de sağda solda oturup o kitabı okuyordum. Bir de mutlaka Alcazar Sineması'ndan bir bilet alıyordum. Alcazar Sineması, beni Avrupa Sineması ile tanıştıran yerdir.
Benim kuşağım Parliamet Sinema Kuşağı'nın başladığı saatte, anne ile babasından "Uyku saatin geldi." uyarısını alan, can çekişen yavaşlıkta internete bağlanıldığında ev telefonunu uzun süre meşgul ettiği için azar işiten kuşak. Sinema, bizim için oldukça uzun bir süre Hollywood yapımlarından ibaretti. Bu yüzden beni en çok etkileyen yapımlarla kaynaşmaya başladığım nokta olan yer Alcazar Sineması benim için hayatım boyunca çok anlamlı kalacak ve artık olmaması karşısında hep burukluk duyacağım bir şey.
Aynı yıllarda, film festivallerinde, sinema kapılarında uzanan upuzun kuyruklara, salonda boş yer kalır umuduyla girmeye başlamıştım. Şanlıydım herhalde, gündüz seanslarında hep yer buluyordum. Bir günde üç film izlediğim bile oluyordu.
Bugün bütün filmlere internet üzerinden hemen erişim sağlayabilsek de, benim için İstanbul Film Festivali, İstanbul'daki ilk seneme tatlı bir selam verme şekli. O yüzden bir Lale Kart sahibiyim ve film festivallerini de asla pas geçmiyorum.
Herkes listeler yayınlarken, bir liste de ben yapayım istedim. Benim bu seneki filmlerim huzurlarınızda:
Im Keller (Bodrumda)
Görünmez olmak pek çoğumuzun hayalidir. Ulrich Seidl, bizi bodrumlara davet ediyor. İnsanların bodrumlarda neler yaptığını anlatan, gözden uzaktaki bu mahrem alanları izleten, takıntıları konu edinen bir film Im Keller. Pahalı mobilyalar, silahlar, cinsellik, faşizm, aşk, aşksızlık içerikli bir belgesel. Farklı olacağı garantili.
Inherent Vice (Gizli Kusur)
Paul Thomas Anderson'un yeni filmi, aynı isimli romandan uyarlama. Neredeyse herkesin "kaçırırsanız üzüleceğiniz" filmler listesinde yer alıyor. 60ların sonları, hippilerin son demleri, Amerika, güzel kafalar, dedektiflik, karmaşık ilişkiler, ilginç karakterler ve harika kostüm tasarımları vaad ediyor.
Victoria
Film, başkahramanının adını taşıyor. Arka fonda Berlin var. Benim gibi Berlin aşıkları için filmi izlemek için bu bile yeterli bir neden olabilir. Victoria, Berlin'e yeni taşınmış, Almanca bile bilmeyen, sosyal bir çevre edinmeye çalışan ve heyecan arayan bir kadın ve bu heyecan arayışı onu bir banka soygununa götürüyor. 140 dakikalık bir plan sekanstan ibaret bu filmin, Berlin'de en iyi görüntü yönetmenliği ödülü de var.
Sebastian Schipper, yönettiği filmi oldukça kışkırtıcı bir biçimde tanımlıyor: Bu bir banka soygunu filmi değil. Bu bir banka soygunu.
45 Years (45 Yıl)
Evliliklerinin 45. yılını kutlayan bir çift. Hayatlarında her şey tıkırındayken, adamın elli yıl önce kaybolan ilk aşkının buzlar altında cesedi bulunuyor. Geçmişi sorgulamaya, evliliğin karanlık yanlarına çağıran, Sundance'te oldukça konuşulan, Berlin'den iki ödül kapan bir film. Samimiyet konusunda yönetmenin ustalığı takdir ediliyor, oyunculuk ise bu filmin en iddialı kısmı.
Eisenstein In Guanajuato (Eisenstein Meksika'da)
Film festivallerinde hep biraz içe döndüğümüz, hafiften depresifleştiğimiz, drama üstüne drama izlediğimiz bir gerçek. Bu film, Rus yönetmenin on günlüğüne gittiği Meksika'da yaşadığı tutku patlaması dönemini konu alıyor. Peter Greenaway'in en iyisini izlemek beklentisiyle değil, eğlenmek için gidilesi...
Phoenix (Yüzündeki Sır)
Festivalin en iddialı filmlerinden biri de Christian Petzold'den Phonix. İkinci dünya savaşındaki toplama kampında yüzü tanınmaz hale gelen kadın estetik yaptıyor ve kendisinin kim olduğunu bilmeyen kocası ile yakınlaşmaya çalışıyor. Almanya tarihi, toplumsal sorgulamalar, insanın hem kendisi hem başkası olması gibi konulara, bambaşka bir kurgu ile bakıyor. Çok konuşulacak, o yüzden kaçırılmamalı.
Sarmaşık
Türk filmlerinden benim seçimim, Tolga Karaçevik'in Mısır'daki bir limanda borcu yüzünden tutulmuş bir gemide rehin kalan altı adamın hikayesini anlatan Sarmaşık oldu. Toplumsal zıtlaşmalar ile çekişmelerin altı kişi üzerinden anlatılması ilginç olabilir. Sundance'te bu sene gösterilmeye hak kazanan filmlerden biriydi.
The Duke of Burgundry (Burgundry Dükü)
Zengin adam fakir kız senaryosunu alın, adamı çıkarın, zengin kadın yapın. Bir tarafın daha geleneksel bir ilişkiden yana, diğerinin daha erotik olanın peşinde olduğunu düşünün. Çıplaklık olmadan iç gıdıklayan, gotik bir film bu. Mavi Saçlı Kız'ın cüretkar sahnelerinden bir yıl sonra, bu seferki festivalde Peter Strickland bizi karanlık tarafa çağırıyor ve iki kadının ilişkisine bambaşka bir bakış vaad ediyor.
B-Movie Lust & Sound in West Berlin (B Filmi: Batı Berlin'de şehvet ve müzik)
NTV Belgesel kuşağında yer alan bu film 1980'lerde Berlin'i anlatıyor. Müzik, sanat, kaos, punk, pop, işgalciler... Bugün Berlin'e bayılanların elbette ki bayılacağı, o şehrin bugün nasıl böylesine çok kültürlü olduğuna ilişkin bazı soru işaretlerinin cevabının bulunacağı bir film.
Bir Lübnan masalı. Bağnazlık üstüne bir komedi. Renkler, masalsı havası, afişinin güzelliği, Lübnan'ın dokusu, bambaşka bir bakış için, bu seneki"risk alıp izleyeceğim" filmim.
Kanadalılar son yıllarda inanılmaz iyi müzikler yapıyorlar. Film konusunda da kötü olamazlar gibi bir iç güdüye sahibim. Ayyaşlığın eşiğinde, hala baba evinde oturan 30lu yaşlardaki Ruth'un hamile olduğu yalanını söylediğinde, etrafındaki herkesin yaklaşımının nasıl değiştiğini anlatan bu film, hala "Evlenmeyi düşünmüyorum." diyenlere göre.
İzlemeyi istediğim halde, o günlerde başka işlerim olduğu için bilet alamadığım ama harika olacaklarını düşündüğüm diğer filmler, Yeni Kız Arkadaşım, Pride ve Doğada Tek Başına. Bir de korku filmlerini tek başına izleme yeteneğim olsaydı Peşimdeki Şeytan, festivalin iddialı filmlerinden.
Filmlerle kalın!
2 yorum:
Teşekkürler. :)
yazılarına bayılıyorum valla hukuksal bişey bahane edip gelicem tanışıcam seninle çok sevgiler
seda türker
Yorum Gönder