Tel Aviv'de ikinci günün sabahında uyandığımızda sanki bir haftadır deniz tatilindeymişiz gibi bronzuz ve çok açız. Hemen defterimi açıyorum, kahvaltı için üç ayrı tavsiye not etmişim: Dallal, Benedict All About Breakfast ve Max Brener.
Birkaç güne sıkıştırılmış seyahatler yaptığım için normalde hiçbir şeyi kaçırmamak, mümkün olan en fazla şeyi deneyimlemek isterim; ama Tel Aviv'in o rahat ve keyifli havası beni bile ele geçirmiş durumda. Aralarından seçim yaparken tek kriterim, otele yakınlıkları ve böylece Benedict All About Breakfast'ın yolunu tutuyoruz.
Şehirde birden fazla şubesi olan Benedict, 24 saat açık bir kahvaltıcı. Yani isterseniz gece bir şeyler atıştırmak istediğinizde, isterseniz öğleden sonra güzel bir kahvaltı çektiğinde gidebiliyorsunuz. Günün her saati kahvaltı menüsü ile servis yapıyorlar. Yalnızca sabahın erken saatleri ve gecenin geç saatlerinde servis ettikleri bazı kahvaltı tabakları da var.
Filtre kahvelerimizi yudumlarken ve yan masalara gelen harika tabakları keserken, menüyü inceliyor ve sonunda bir Philedelphia Eggs Benedict, bir de pancake siparişi veriyoruz.
Kızarmış ekmeğin üzerinde biftek ve kuşkonmaz ile servis edilen Philedelphia Eggs Benedict inanılmaz lezzetli. Ki normalde yumurta yemeyen ben, bayıla bayıla yiyorum. Pancake yanında meyve salatası ile geliyor, o da çok kıvamında pişmiş. Uzun zamandır yaptığım en tatmin edici kahvaltılardan birini yapıyorum.
Kahvaltıdan sonra değişiklik olsun diye, bir önceki gün güneşlendiğimiz LaLa Land'den daha yukarıda bulunan Metzitzim Beach'in yolunu tutuyoruz. Burası daha az turistik, daha çok aileli bir plaj.
Beyaz kumların üzerinde rengarenk giyinmiş insanlar o kadar harika görünüyor ki, çektiğimiz bütün fotoğraflar filtreli gibi çıkıyor. O gün hava biraz kapalı olduğundan güneşlenemeyeceğimizi düşünüp, sahil boyunca yürümeye karar veriyoruz.
Yukarı doğru sahil hattında yaptığımız yürüyüşün sonunda Tel Aviv limanına çıkıyoruz. Günlerden cumartesi olmasının da etkisi vardır, limandaki bütün mekanlar ve mağazalar tıka basa dolu. Sahilde çeşitli etkinlikler yapılıyor. Biz en çok Corona'nın çadırını beğeniyoruz, el kullanılmayan voleybol müsabakası var. Biraz ayakta göz attıktan sonra, izlemenin çok keyifli olduğuna karar verip hemen çadırdaki sandalyelere oturuyoruz. Hakemin her sayıdan sonra, elindeki bira şişesini izleyicilere kaldırıp lıkır lıkır içmesine gülerek, sonuna kadar izliyoruz.
Maçtan sonra limandaki kullan-bırak bisikletlerden birer tane kiralıyoruz. Bu yeşil bisikletleri, kredi kartınızla ödeme yaparak günlük olarak kiralayabiliyorsunuz. Sadece yarım saat kullanıp bırakırsanız da ücretsiz. Bu bisikletlerin en güzel yanı, aldığınız yere bırakma zorunluluğunuz olmaması, şehrin her tarafında bırakabileceğiniz alanlar var.
Bisikletin üzerinde fotoğraflar çeke çeke, sokaklarda dolanıyoruz. Bisiklet üzerinde şehre ilişkin bir kaç tespit yapıyorum: 1)Tel Aviv'de tek tük frapan ve modern binaları saymazsak, binalar genel olarak oldukça eski. 2) İnsanlar gerçekten oldukça tarz giyiniyor ve hoş görünüyorlar. 3) Sırt dekoltesi ve elektrikli bisiklet şehirdeki en popüler şeyler.
Hayarkon Caddesi bittikten sonra sahilden dümdüz aşağıya devam ettiğimiz zaman önce karşımıza Etzel House çıkıyor. Etzel, İsrail kurulmadan önce aktif olarak çalışan militan bir grubun adı. Bu müzede de onların tarihleri ve İsrail ordusuna katılmaları anlatılıyor. Oldukça enteresan bir bina, yıkık dökük taş yapı, tamamen modern bir mimari ile tamamlanmış.
Etzel House'un ön kısmındaki Alma Beach ise sörfçülerin popüler sahili. Burada güneşlenmek için şezlonglar veya işletmeler yok. Köpekleri ve sörf tahtaları ile takılan gençler var.
Aynı sahil hattını aşağıya doğru takip ettiğiniz zaman Jaffa (Yafo) bölgesine ulaşıyorsunuz. Tel Aviv merkezinde çok fazla turistik şey yok, tarihi binaların pek çoğu bu bölgede bulunuyor. Çünkü daha ortada Tel Aviv yokken, şimdi şehir merkezi olan kısım kumdan ibaretken, Jaffa, Asurlular ve Persler tarafından kullanılmış bir yerleşim yeriymiş. Saat Kulesi, St. Peter Manastırı, Hapisgah Bahçeleri, Simon the Tanner'ın Evi gezilmesi gerekenlerin başını çekiyor.
Ama bunların hiçbiri ilginizi çekmiyorsa bile, Tel Aviv merkezden farklı olarak, avlulu ve taştan Arap mimarisi örneklerinden oluşan binalarla dolu sokaklarında gezinmek bile oldukça keyifli.
Dönüşte sahilde kocaman ve bembeyaz bir çadır şeklindeki Ola'da mola verip, Pina Colada yuvarlıyoruz. Ola'nın çok olağanüstü bir menüsü veya servisi yok, hatta oldukça turistik bir yer; ama denizin hemen önünde, püfür püfür esinti sağlayan çadırda oturup kokteyl yudumlamak çok hoşuma gidiyor.
Sabah ettiğimiz kahvaltı o kadar sıkıymış ki, bisikletlerimizi iade ettikten sonra bile canımız tam anlamıyla yemek yemek istemiyor. Sadece bir şeyler atıştırırken soğuk içecekler içmeye ihtiyacımız var. Cumartesi gününün onların resmi tatili olduğunu unutup Felafel Gabai'ye gidiyoruz, kapalı. Hemen aynı hizadaki W Lounge'a oturuyoruz. Karnıbahardan yapılan ve tahinle servis edilen değişik bir falafel ile açık etli bir sandviç söylüyoruz. Birer de soğuk bira. Mis.
Tel Aviv'de en sevdiğim şeylerden biri kesinlikle bu oldu. Nereye giderseniz gidin, güzel şeyler yiyorsunuz. Mesela İstanbul'da rastgele bir kafeye veya restorana oturduğunuzda, yemeğin büyük bir hayal kırıklığına dönüşmesi oldukça muhtemeldir. Tel Aviv'de ise defalarca, önünden geçerken rastgele mekanlara girdik ve her seferinde yediklerimiz şaşırtıcı biçimde lezzetliydi.
Bu sırada kapalı hava kendini mis gibi bir güneşe bıraktığından, sahildeki açık kütüphanedeki kitaplara göz attıktan sonra, yine LaLa Land'de birer şezlonga kendimizi bırakıyoruz ve yüzüp güneşlenerek güneşi batırıyoruz.
Otele dönüp duşumuzu aldıktan sonra acıkıyoruz ve Dizengoff üzerinde bir şeyler yemek için otelden çıkıyoruz. Adı kesinlikle anlamadığım bir alfabede yazılan; ama Tel Aviv'in en iyi sokak yemeği olarak kabul edilen yere gidiyoruz. Dizengoff ile Frishman'in kesişim noktasına geldiğinizde zaten önündeki upuzun sıradan tanıyabilirsiniz.
Aynı işletmecilere ait iki mekan yanyana, ikisinin de önündeki sıra hatırı sayılır uzunlukta. Biri pita ekmeğinin içine patlıcan, haşlanmış yumurta, patates ve tahin konularak hazırlanan Sabich yapıyor, diğeri falafel. Tıka basa doyarken, lezzetten ölmek için buraya mutlaka ama mutlaka gidin.
Yemekten sonra o kadar dolmuş haldeyiz ki, biraz hazmetmek için sokaklarda geziniyoruz, banklarda oturuyoruz, etrafı izliyoruz.
Yediklerimizi biraz hazmettikten sonra, önünden geçerken dikkatimizi ve ilgimizi çeken Spicehaus'a oturuyoruz. Oldukça eski ve terk edilmiş bir binanın altında ve dışında "The East Jaffa Perfume Company" yazıyor. Vitrininde eski tip korseler ve sütyenler asılı. Gerçekte ise burası Spicehaus isimli bir kokteyl barı.
Yüzyıllar öncesinden kalmaymış gibi görünen menüsünde pek çok kokteyl seçeneği var. Kokteylleri dilerseniz tek kişilik sipariş edebileceğiniz gibi, dilerseniz orta veya büyük boy sipariş edip paylaşabiliyorsunuz. Ve sunumlar o kadar eğlenceli ki!
Lezzet bakımından favorimiz ise kesinlikle "Luck You" oluyor. Ertesi gün Jerusalem'e gidecek olmanın heyecanı ile Tel Aviv'deki ikinci günümüzü kapatıyoruz.
Keyifle ve keşifle kalın!
Birkaç güne sıkıştırılmış seyahatler yaptığım için normalde hiçbir şeyi kaçırmamak, mümkün olan en fazla şeyi deneyimlemek isterim; ama Tel Aviv'in o rahat ve keyifli havası beni bile ele geçirmiş durumda. Aralarından seçim yaparken tek kriterim, otele yakınlıkları ve böylece Benedict All About Breakfast'ın yolunu tutuyoruz.
Şehirde birden fazla şubesi olan Benedict, 24 saat açık bir kahvaltıcı. Yani isterseniz gece bir şeyler atıştırmak istediğinizde, isterseniz öğleden sonra güzel bir kahvaltı çektiğinde gidebiliyorsunuz. Günün her saati kahvaltı menüsü ile servis yapıyorlar. Yalnızca sabahın erken saatleri ve gecenin geç saatlerinde servis ettikleri bazı kahvaltı tabakları da var.
Filtre kahvelerimizi yudumlarken ve yan masalara gelen harika tabakları keserken, menüyü inceliyor ve sonunda bir Philedelphia Eggs Benedict, bir de pancake siparişi veriyoruz.
Kızarmış ekmeğin üzerinde biftek ve kuşkonmaz ile servis edilen Philedelphia Eggs Benedict inanılmaz lezzetli. Ki normalde yumurta yemeyen ben, bayıla bayıla yiyorum. Pancake yanında meyve salatası ile geliyor, o da çok kıvamında pişmiş. Uzun zamandır yaptığım en tatmin edici kahvaltılardan birini yapıyorum.
Kahvaltıdan sonra değişiklik olsun diye, bir önceki gün güneşlendiğimiz LaLa Land'den daha yukarıda bulunan Metzitzim Beach'in yolunu tutuyoruz. Burası daha az turistik, daha çok aileli bir plaj.
Beyaz kumların üzerinde rengarenk giyinmiş insanlar o kadar harika görünüyor ki, çektiğimiz bütün fotoğraflar filtreli gibi çıkıyor. O gün hava biraz kapalı olduğundan güneşlenemeyeceğimizi düşünüp, sahil boyunca yürümeye karar veriyoruz.
Yukarı doğru sahil hattında yaptığımız yürüyüşün sonunda Tel Aviv limanına çıkıyoruz. Günlerden cumartesi olmasının da etkisi vardır, limandaki bütün mekanlar ve mağazalar tıka basa dolu. Sahilde çeşitli etkinlikler yapılıyor. Biz en çok Corona'nın çadırını beğeniyoruz, el kullanılmayan voleybol müsabakası var. Biraz ayakta göz attıktan sonra, izlemenin çok keyifli olduğuna karar verip hemen çadırdaki sandalyelere oturuyoruz. Hakemin her sayıdan sonra, elindeki bira şişesini izleyicilere kaldırıp lıkır lıkır içmesine gülerek, sonuna kadar izliyoruz.
Maçtan sonra limandaki kullan-bırak bisikletlerden birer tane kiralıyoruz. Bu yeşil bisikletleri, kredi kartınızla ödeme yaparak günlük olarak kiralayabiliyorsunuz. Sadece yarım saat kullanıp bırakırsanız da ücretsiz. Bu bisikletlerin en güzel yanı, aldığınız yere bırakma zorunluluğunuz olmaması, şehrin her tarafında bırakabileceğiniz alanlar var.
Bisikletin üzerinde fotoğraflar çeke çeke, sokaklarda dolanıyoruz. Bisiklet üzerinde şehre ilişkin bir kaç tespit yapıyorum: 1)Tel Aviv'de tek tük frapan ve modern binaları saymazsak, binalar genel olarak oldukça eski. 2) İnsanlar gerçekten oldukça tarz giyiniyor ve hoş görünüyorlar. 3) Sırt dekoltesi ve elektrikli bisiklet şehirdeki en popüler şeyler.
Hayarkon Caddesi bittikten sonra sahilden dümdüz aşağıya devam ettiğimiz zaman önce karşımıza Etzel House çıkıyor. Etzel, İsrail kurulmadan önce aktif olarak çalışan militan bir grubun adı. Bu müzede de onların tarihleri ve İsrail ordusuna katılmaları anlatılıyor. Oldukça enteresan bir bina, yıkık dökük taş yapı, tamamen modern bir mimari ile tamamlanmış.
Etzel House'un ön kısmındaki Alma Beach ise sörfçülerin popüler sahili. Burada güneşlenmek için şezlonglar veya işletmeler yok. Köpekleri ve sörf tahtaları ile takılan gençler var.
Aynı sahil hattını aşağıya doğru takip ettiğiniz zaman Jaffa (Yafo) bölgesine ulaşıyorsunuz. Tel Aviv merkezinde çok fazla turistik şey yok, tarihi binaların pek çoğu bu bölgede bulunuyor. Çünkü daha ortada Tel Aviv yokken, şimdi şehir merkezi olan kısım kumdan ibaretken, Jaffa, Asurlular ve Persler tarafından kullanılmış bir yerleşim yeriymiş. Saat Kulesi, St. Peter Manastırı, Hapisgah Bahçeleri, Simon the Tanner'ın Evi gezilmesi gerekenlerin başını çekiyor.
Ama bunların hiçbiri ilginizi çekmiyorsa bile, Tel Aviv merkezden farklı olarak, avlulu ve taştan Arap mimarisi örneklerinden oluşan binalarla dolu sokaklarında gezinmek bile oldukça keyifli.
Dönüşte sahilde kocaman ve bembeyaz bir çadır şeklindeki Ola'da mola verip, Pina Colada yuvarlıyoruz. Ola'nın çok olağanüstü bir menüsü veya servisi yok, hatta oldukça turistik bir yer; ama denizin hemen önünde, püfür püfür esinti sağlayan çadırda oturup kokteyl yudumlamak çok hoşuma gidiyor.
Sabah ettiğimiz kahvaltı o kadar sıkıymış ki, bisikletlerimizi iade ettikten sonra bile canımız tam anlamıyla yemek yemek istemiyor. Sadece bir şeyler atıştırırken soğuk içecekler içmeye ihtiyacımız var. Cumartesi gününün onların resmi tatili olduğunu unutup Felafel Gabai'ye gidiyoruz, kapalı. Hemen aynı hizadaki W Lounge'a oturuyoruz. Karnıbahardan yapılan ve tahinle servis edilen değişik bir falafel ile açık etli bir sandviç söylüyoruz. Birer de soğuk bira. Mis.
Tel Aviv'de en sevdiğim şeylerden biri kesinlikle bu oldu. Nereye giderseniz gidin, güzel şeyler yiyorsunuz. Mesela İstanbul'da rastgele bir kafeye veya restorana oturduğunuzda, yemeğin büyük bir hayal kırıklığına dönüşmesi oldukça muhtemeldir. Tel Aviv'de ise defalarca, önünden geçerken rastgele mekanlara girdik ve her seferinde yediklerimiz şaşırtıcı biçimde lezzetliydi.
Bu sırada kapalı hava kendini mis gibi bir güneşe bıraktığından, sahildeki açık kütüphanedeki kitaplara göz attıktan sonra, yine LaLa Land'de birer şezlonga kendimizi bırakıyoruz ve yüzüp güneşlenerek güneşi batırıyoruz.
Otele dönüp duşumuzu aldıktan sonra acıkıyoruz ve Dizengoff üzerinde bir şeyler yemek için otelden çıkıyoruz. Adı kesinlikle anlamadığım bir alfabede yazılan; ama Tel Aviv'in en iyi sokak yemeği olarak kabul edilen yere gidiyoruz. Dizengoff ile Frishman'in kesişim noktasına geldiğinizde zaten önündeki upuzun sıradan tanıyabilirsiniz.
Aynı işletmecilere ait iki mekan yanyana, ikisinin de önündeki sıra hatırı sayılır uzunlukta. Biri pita ekmeğinin içine patlıcan, haşlanmış yumurta, patates ve tahin konularak hazırlanan Sabich yapıyor, diğeri falafel. Tıka basa doyarken, lezzetten ölmek için buraya mutlaka ama mutlaka gidin.
Yüzyıllar öncesinden kalmaymış gibi görünen menüsünde pek çok kokteyl seçeneği var. Kokteylleri dilerseniz tek kişilik sipariş edebileceğiniz gibi, dilerseniz orta veya büyük boy sipariş edip paylaşabiliyorsunuz. Ve sunumlar o kadar eğlenceli ki!
Lezzet bakımından favorimiz ise kesinlikle "Luck You" oluyor. Ertesi gün Jerusalem'e gidecek olmanın heyecanı ile Tel Aviv'deki ikinci günümüzü kapatıyoruz.
Keyifle ve keşifle kalın!
2 yorum:
Etzel House çok ilgimi çekti. Yemeklerin hepsi harika görünüyor ama pancake beni benden aldı. ^^ Fotoğraflar çok güzel bu arada :)
Merhaba, blogunuzu yeni kesfettim ve cok begendim. Once daha once farketmedigime uzuldum ama sonra da ohhh bisuru okunacak sey cikti, gecmise doner hepsini okurum diye sevindim. Yalniz kullandiginiz italik font okumayi cok zorlastiriyor keske onu degistirme sansim olsaydi:)
Yorum Gönder