Briget Jones ile popülerleşip Sex and the City ile doruklara ulaşan chick-lit'lerin Türkiye'deki başarılı öncüsü olan Ekin Atalar'ın Selindrellası'nı okuduktan sonra, size şurada ve şurada bu romandan bahsetmiştim. Sonuna da "Ekin Atalar, ola ki buraya yolun düşerse, hazır sevgili blog okurları da sağ koldaki anketten bu olayı destekliyorken, seninle bir söyleşi yapmayı gerçekten de çok isterim!" diye bir dip not düşmüştüm.
Ne mi oldu? Hem bu blogda "her pazartesi bir söyleşi" Ekin Atalar ile başlamış oldu, hem de çok yakında Selindrella'nın devamına kavuşacağımızı öğrenmiş oldum.
Son derece klişe bir soru ile başlayalım: Yazıya ne zaman, nasıl bulaştınız? Dramatik yazarlık okumanızın bir sonucu mu, yoksa buna sebep olan çok daha öncelere dayanan bir ilgi mi?
Dramatik yazarlık okumamla ilgisi yok esasen. Duygularını pek iyi ifade edemeyen biriyim ben, bu konuda ciddi arızalarım var. Ben çok rahatsız hissederken kendimi, insanlar rahat olduğumu zanneder, çok mutlu olduğum bir anda, neyin var iyi misin diye sorarlar, bir de açıklamalar yaparım sürekli konuşurken. Bunu dedim ama aslında şunu demek istiyorum, yanlış anlamadın değil mi diye sorarım genelde. Yanlış anlaşılmaktan korkuyorum, yazmamın nedenlerinden biri bu. Açık ve net olabiliyorum yazarken.
Yazdığınız ilk kitap çok daha ağır sayılabilecek konulara dayanırken, üstelik bunda da Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri'nde başarılı olarak nitelendirilmişken, "chick-lit" yazma fikri nasıl doğdu?
Bu soruyu daha önce de sordular. “Ağır edebiyat”ve “Chick-lit”birbirinden çok farklı değil mi, neden bu türe geçiş yaptınız diye. Sanki Nabokov’un tahtına oynuyordum da, birden yönümü değiştirip Marian Keyes’e diktim gözümü. Yok öyle bir şey. Ticari bir kaygıdan ötürü de yazmadım Selindrella’yı, okumak istediğim şeyi yazdım. Hala da öyle yapıyorum. Ben yazarken ve okurken eğleniyorsam okuyanlar da eğlenir. Ben hüzünleniyorsam, onlar da hüzünlenir. Önemli olan bu. Bir de sınırlamaları sevmiyorum. Yeniliklere ve sürprizlere açık olmak lazım. Chick-lit olmayan bir roman da yazdım mesela Selindrella’dan önce, belki o da yayınlanacak yakında.
Bildiğim kadarıyla aynı zamanda senaristsiniz de. Dışarıdan bakınca roman ve senaryo çok ayrı disiplinler gibi görünüyor yanılıyor muyum?
Aslında aynı disiplinin farklı kolları diyebiliriz. Bir dizi senaryosundan bahsediyorsak, mutlaka işin içinde bir ekip oluyor. Toplantılar yapılıyor, sinopsis çıkıyor, ardından tretman, son olarak diyalogların yazılmasıyla birlikte tam bir senaryoya dönüşüyor. Çok da özgür olunamıyor tabii. Belli bir akış var ve o akışın dışına çıkmıyoruz pek. Farklı kaygılar da giriyor işin içine. Yapımcının, kanalın ve zaman zaman seyircilerin farklı istekleri olabiliyor. Ona göre revizyonlar yapıyoruz. Roman bu anlamda çok farklı. Daha özgürsün her şeyden önce. Yapıyı, aksları, karakterlerin öykülerini istediğin gibi şekillendirebiliyorsun çünkü tek başınasın.
Bir de Selindrella muhteşem bir isim, romanın içeriğine de cuk oturuyor. Onun bir oluşma hikayesi var mı, yoksa üzerinde çalışılarak oluşturulmuş bir isim mi?
Tamamen Sindrella’dan çıktı. Selin’in Külkedisi’nden dönüşme hikayesi yani. Öyle uzun uzun düşünmedim.
Chik-lit'ler genellikle mutlu sonlarla biter, bizi hayallerdeki ilişkilerin var olabileceğine ikna ederler. Sizin yazdığınız Selindrella da öyle. Peki Ekin Atalar olarak ne düşünüyorsunuz ilişkiler hakkında? Var mıdır bu romanlardaki mutlu sonlar, yoksa kandırılmayı mı seviyoruz?
Körpe zihinleri ilişkiler hakkındaki fikirlerimle zehirlemeyeyim şimdi ben. Ama şunu söyleyeyim, aşk nasıl bir şey biliyorum.
Eşcinsellere her iki kitabınızda da dokunuyorsunuz. Tesadüf mü, yakın çevrenizde bulunanlardan tanıdıklık mı, yoksa özel bir merak mı?
Dokundurmuyorum aslında. Bütün karakterler heteroseksüel, araya iki tane de gay koyayım da çeşni olsun diye düşünmedim.
Peki Ekin Atalar nasıl yaşar? Gardrobu muhteşem parçalarla dolu, şehrin en güzel mekanlarından çıkmayanlardan mıdır, yoksa Selin gibi daha ironik, bazen zavallı, ama o anlarda bile komik olanlardan mı?
Tabii ki muhteşem bir gardırobum var. Her gün önünde dikiliyorum, bugün hangi özel yapım Chanel elbisemi giysem, hangi Hermes çantamı taksam, hangi Louboutin ayakkabılarımı giysem diye düşünüyorum. Sonra en cafcaflı elbisemi giyiyorum, alıyorum Hermeslerimden birini, beş karış topuklu Louboutinlerimi giyiyorum, çıkıyorum İstinye Park yollarına. Yemekti, kahveydi, alışverişti derken akşam oluyor. Eh, akşamları da arkadaşlarla mutlaka Reina’ya gidiyoruz, çılgınlar gibi eğleniyoruz. Kışları Londra’da yazları Cannes’da takılıyoruz filan. O sırada uyanıyorum hep.
Birisi çıkıp da size bomboş bir gün armağan etse ne yaparsınız?
Sıkılırım.
Şehirde herkesin gizli keşif noktaları vardır. Yemek yemek için, alışveriş yapmak için, kahve içmek için. Sizinkilerden birini bizimle paylaşır mısınız?
Gizli mi bilmiyorum ama, Galatasaray’daki MOR’un sıkı takipçilerinden biriyim. Neredeyse haftada birkaç gün önünden geçiyorum, mutlaka durup vitrine bakıyorum. İnanılmaz güzel ve orjinal takılar yapıyorlar.
Ağustosta çıkacak olan yeni kitap hakkında ipucu istesem? Selindrella'nın devamı mı, yoksa yepyeni bir proje mi?
Selindrella’nın devamı olacak. Adı da “Acilen Evlenmem Lazım.”Selin eski sevgilisinin evlenmek üzere olduğunu öğreniyor ve ondan önce evlenebilmek için kolları sıvıyor. Bu kadarını söyleyeyim şimdilik.
Yaz sebebiyle yolculuklara çıkacak olan "chick"lere yollarda ve güneşlenirken okumaları için birkaç kitap tavsiyesinde bulunur musunuz?
Kitap tavsiye etmek biraz sıkıntılı bir şey aslında. Böyle sorunca insanın aklına pek bir şey gelmiyor. Yine de güneşlenirken, Candace Bushnell’in Carrie Günlükleri ve Marian Keyes’in The Brightest Star in the Sky’ı okunabilir. Sophie Kinsella sevenler için de Yirmiler Kızı iyi bir tercih olabilir. Tatile arabayla çıkacak olanlara, (otoyollardaki kaza oranı düşünüldüğünde) Philippe Aries’ın Batılının Ölüm Karşısında Tavırları’nı da tavsiye ederim ben, her şeye hazırlıklı olmakta fayda var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder