Ortada ne taşınılacak ev vardı ne başka bir şey, sadece niyet barizdi. Cihangir'deki beş senemden sonra Kozyatağı'na göçmüştüm ve olmamıştı olmuyordu. Ev güzeldi, semt güzeldi; gelgelelim bana uymuyordu. Günümün sabah 7:30'dan gece 00:30'a kadar olan kısmı Avrupa Yakası'nda geçtikten sonra, Kozyatağı'ndaki evin ferah veya güzel olmasının bana bir yararı olmuyor, günde en az 3 saat yolda geçen zaman anlamına geliyordu.
Niyetten icraata geçmem oldukça uzun zaman aldı. Çünkü önce harcamayı düşündüğümüz fiyata istediğim yerlerde ev sahibi olmamın imkansız olduğu ile yüzleşmem gerekti. Emlakçıya girip aklımdaki fiyatı söylediğimde, "O fiyata buralarda zor." cevabından başka bir cevap alamıyordum. Daha sonra biz harcamayı düşündüğümüz fiyatı biraz daha arttırdığımızda da emlakçıların bana gösterdikleri evlerin bok gibi oluşu bütün şevkimi kırıyordu.
Harcayabileceğim maksimum meblağ belliydi, aradığım evin kriterleri de öyle: Metroya yakın bir lokasyonda olacak, alt katında iş yeri, ganyan bayii, kahve filan kesinlikle olmayacak, kapısı kapalı duran bir apartman olacak. Kesinlikle kot veya zemin kat değil, 2. kat veya daha üstü olacak. Büyüklüğü hiç önemli değildi, 1+1 bile olabilirdi. İçi de ne kadar döküntü olursa o kadar iyiydi benim için, çünkü kendi zevkime göre yaptırmak istiyordum. Sanıyordum ki, çok bir şey istemediğim için binlerce ev hazırda beni bekliyor.
Öyle bir dünya yokmuş! Zemin katlar, yer altları, kaçak katlar, içerisine herhangi bir mobilya sığdırmanın imkansız olacağı kadar şekilsiz binalar, en uyduruk malzemeyi kullanıp da içini yaptırdım havalarında hak ettiğinden çok daha fazla fiyat biçilen evler, çiş kokan apartmanlar...Derken bir gün babam aradı: "Evini buldum.". O kadar umutsuzdum ki, caz vapurundan inip eve bakmak için gitmek bile gözümde büyüdü büyüdü büyüdü. Çıktığımda evimi bulmuştum.
Tam aradığım gibi içi eskimiş, ama enerjisi yüksek bir daireydi. Ev sahipleri çok şekerdi, birlikte oturup türk kahvesi içip kedilerini severken hiçbir şüphem kalmamıştı: Buydu, içerideyken kendimi evimde hissetmiştim. Ev sahipleri evi boşaltmak için zaman istedi, sonra biz duvarı yerleri banyoyu mutfağı her yeri yıktık, yeniden yaptık. Sonunda fiili olarak taşınma telaşının içindeyim, kıyafetlerim yıka ütüle valizle bitmiyor bitmiyor. Günlerdir bununla uğraşıyorum. Chucha Boutique aracılığıyla bu işlemimi azaltanları çok çok öpüyorum buradan.
Gündüz ofis veya adliye işleri, gecenin bir yarısına kadar kıyafet yıka-ütüle-valizle fasıllarına bir de hastalığın kırgınlığı ve halsizliği eklenince ruh gibi olmuştum. Sürekli yorgun ve hasta olup ne yorgun ne de hastaymış gibi davranmak da insanı ekstradan yoran bir şey. Dün iş çıkışı İzmir'den Agora için İstanbul'a gelen bir çıtırımın yanına uğrayıp onunla bir bira hüplettikten sonra, "Aşk"ın kollarına attım kendimi. Benim ev telaşımdan çok daha kapsamlı ve renkli bir telaşı var onun da: Yeni bir restoran / bar telaşı! Onun işi benim gibi sadece dekore etmekle bitmiyor, çok çok çok daha detaylı ve komplike. Onunla geç bir akşam yemeği yiyip, günümüzden bahsederken esnemekten ağzımı kapatamıyordum. O kadar ölü vaziyetteydim. Yaşam şarjım tamamen bitmişti ve yeniden şarj olmak için bir gece uykusundan daha uzun zamana ihtiyacım olduğu kesindi. Aşk beni kendime getirmek için birbirinden şahane teklifler yaparken -kendisinden 3 aydır hayır denilebilecek tek bir teklif bile duymadım zaten- ben seçim bile yapamayacak kadar yorgundum. Aklımda evime gitmek vardı o yüzden. Aşk, önüme arkalarında tekliflerinin yazılı olduğu dört kağıdı ters dönük olarak koydu. Seçtim. Beş dakika sonra otelde mis gibi bir çarşaf ve pofuduk bir yorganın altında gazetemi okuyordum.
İtiraf ediyorum uzun bir zamandır haftasonları hariç gazete almıyordum elime. Okuduğum belli başlı köşe yazarlarını internetten okuyor, bir de neredeyse her gazeteyi okuyup en güzel yazıları twitter veya facebooktan paylaşan arkadaşlarımın paylaştığı yazılara göz atıyordum. Ofiste mutfağımızda bir sürü gazete dursa da, onların sadece eklerine ve manşetlerine göz atıp geçiyordum. Upuzuuuun bir zamandır böyleydi.
Ben toplu taşımalarda gazete okuyabilenlerden biri hiçbir zaman olmadım. O kocaman sayfaları değil minicik bir alanda dörde katlayabilmek, hala elimde beş saniyeden fazla tuttuğumda kollarım, bir zemine yayıp okumaya kalktığımda belim ağrır. "Neden bizim gazetelerimiz bu kadar kocaman, yurtdışındaki bazı gazeteler gibi fonksiyonel hale gelmiyorlar?" diye sorduğumda hep reklam boyutlarının küçülmesi gazetenin karını azaltır gibisinden cevaplar alıyordum. Piyasadaki en farklı olduğu iddia edilen gazeteler de boyut ve sayfaların reklamla kaplı olması bakımından birbirinin apaynısıydı. Sonunda Radikal şahane bir boyuta gelmiş. Bu gün vapurda da minibüste de çok rahat okudum. Yıllar sonra yeniden sabahları gazete okumaya başlamama vesile oldu bu da işte. :)
1 yorum:
Başlığı okuduktan sonra evleniyorsun zannedip, 1.3 saniyede bütün postu okumam ve bitirdiğimde ev'lendiğini idrak etmem..hayat küçük ekşınlarla dolu:)
Yorum Gönder