Bazı haftalar
diğerlerinden daha hızlı geçer.
Ajandanın sayfasındaki
bitirilmesi gereken işler listesi kabarıksa, üstelik de yaz sonu
olduğundan tatilde olan, yazın ayrı düşülen arkadaşlar da
şehre geri dönmüşse, iş çıkışları için de güzel planlar
mevcutsa; bir de her gün her gün her gün görmek istediğin bir
sevgili mevcutsa, pazartesiye başlarsın daha pazartesi sendromu
diye söylenmeye vakit bulamadan kendini cuma gününde bulursun.
Bu hafta benim için
böyle bir hafta oldu. Adli tatil sona erdiğinden ve tatilde olan
müvekkiller de iş başı yaptığından ofis oldukça yoğundu. Mr.
Prozac'im doktora sınavları ve görüşmeleri nedeniyle bol bol
Avrupa Yakası'ndaydı, öğle molası süprizi bile yaptı bana.
Yeniden yogaya başladım.
Bence çalışan ve aletli spor olaylarına gelemeyen her kadının
hayatında yoga olmalı. Bütün çalışmayan kasların çalışması,
o gerginlik, o miskinliğin üzerinden atılması, hem sakinleşip,
hem enerji dolmak nasıl güzel bir histir!
Bir gün iş çıkışı,
Beyrut'tan beri doğru düzgün kavuşamadığımız Martha ile
kavuştuk. Geoerge's Otel'in terasında, nefis manzaraya karşı bir
şişe şarabı devirip, yaz boyunca hayatımızda olan
değişiklikleri, keşfettiğimiz güzel şeyleri paylaştık, daha
kaç yaşındayız, neler yaptık diye kendimizle gurur duyduk.
Bambaşka hayat
tecrübelerine sahip iki genç kadın olarak, öğrendiğimiz bir şey
vardı ki, hayatı akışına bırakmak gerekiyordu. Eğlenmeyi,
seyahat etmeyi, hayatın keyfini çıkarmayı unutmadan, kendini
geliştirmek için çaba harcayacaktın. Sonra çok düşünmeyecek,
çok uğraşmayacaktın. İş , sevgili, dünyanın hangi köşesinde
ne yaparak yaşayacağın üzerinde kafa patlatmakla planlamakla
olmuyordu, kendiliğinden tesadüfler ve süprizlerle hayatın akışı
içinde belli oluyordu. Şarabımız bitince, birer havalı kokteyl
siparişi verdik, Beyrut'un şerefine, Lux'te içip adını ve
içindekileri hatırlayamadığımız leziz kokteyli ve Beyrut'taki
harika dört günümüzü anarak kapattık geceyi.
Bir gün liseden çok
yakın arkadaşım olan, üniversitenin ilk yıllarında önümüze
İstanbul haritası koyup, Time Out ve İstanbul Life dergilerine
ders çalışır gibi çalışıp, beğendiğimiz mekanları
haritanın üzerinden işaretleyerek, İstanbul'u birlikte
keşfettiğimiz, şimdi meslektaşım olan Gökçe ile kavuştuk.
Birbirimizi daha az görüşmeye başladığımız son dönemlerde ne
kadar özlediğimizi fark ederek...
Cuma akşamı “yapılacaklar listem”deki bütün işleri tamamlamış olmanın rahatlığıyla, Gökçe ile Afrika dansı yapmak için Cihangir Yoga'nın yolunu tuttuğumda, hayatımda her şeyin uzun zamandır olmadığı kadar yolunda gittiğini düşünüyordum.
Ki...Telefonum çaldı.
Üst katımı su basmış, hem de az buz değil, evin içinde beş
santim su varmış, muhtemelen benim evime de akmış olabilirmiş.
Eyvah!
Eve koştum. Tavandan
damlayan sularla karşılaşmak, daha yeni boyattığım duvarlarımın
rezil olduğunu görmek, laminelerimin bile sırılsıklam olduğu
ile yüzleşmek... Canım sıkıldı, maddi kısmından ziyade,
uğraşacak olmak yüzünden.
Keyfim dibe vurmuşken,
babam ve Mr. Prozac neredeyse aynı kelimelerle “Sana bir şey
olmasın, mala gelsin, halledilir, sıkma canını” diye beni
avutmaya çalışırken, bir kere daha anladım ki, bir insanın
hayatında hiçbir zaman her şey yolunda gidemez. Zorlamamak lazım.
Mükemmeliyetçi olup, kendi kendini yıpratmamak lazım.
Laminelerimi kuruladıktan sonra, duvarlardan akan suların altına
havlular yerleştirdim, bakkaldan iki şişe Bomonti ve bir sigara
söyledim, Fifty Shades of Grey okumaya başladım.
Cumartesi sabahı rezil
duvarların arasında mutlu uyandım.
Ne yalan söyleyeyim, ben
yoğun olmayı sevenlerdenim. Boş vaktim olduğunda elim ayağıma
dolanıyor.
Ne yapsam'a karar vermeye çalışırken, Mr. Prozac
aradı. Kendimi elimde Travel & Leisure'un eylül sayısı,
Hindistan ve Doğu Karadeniz seyahat hikayelerine gömülmüş
olarak, Beşiktaş- Kadıköy vapurunda buldum. Çok merak ediyorum,
bu dergileri okuyup, aaa bu sonbahar Rio De Jenerıo'da uluslararası sergilere ev sahipliği yapacak yenilenmiş liman MAR açılıyormuş, diyip atlayıp oraya giden insanlar var mı :)
Eskisi kadar çok
yakmayan, ama hala güneşlenmeye müsait güneşin tadını
çıkardıktan sonra, malum soru ortaya atıldı: “Akşam yemeğini
nerede yesek?”
Ben beş sene Cihangir'de
ikamet ettikten sonra, iki sene kadar Kozyatağı'nda yaşadım. Yine
de Kadıköy dışında pek bilmem karşı yakayı. Beni Bağdat
Caddesi'nin ortasına bıraksanız, Marks&Spencer aşağıda mı
yukarıda mı kaldı sorusunu foursquare yardımı olmadan
cevaplayamam. Taksim- Karaköy- Beşiktaş – Nişantaşı –
Levent dolaylarında neredeyse her mekana adım atmışlığım,
bazılarına onlarca kez gitmişliğim vardır, ama karşıda nerede
ne yapılır konularında turist gibi kalıyorum.
Sonunda “Cercis Murat
Konağı”na gitmeye karar verdik. İkimiz de Doğu mutfağına
bayılıyorduk, Vedat Milor bile burası hakkında olumlu şeyler
yazmıştı ve canımız değişik bir şeyler yemek istiyordu.
Hepsinden önemlisi çok acıkmıştık! Beklentilerimizi çok yüksek
tutmadan, oldukça mütevazi dekorasyonlu bu restorana gittik.
Biz daha menüye bakmaya
fırsat bulamadan, garsonumuz gelip “İlk defa mı geldiniz?”
diye sordu. Onayladığımızda, “O zaman ben size önden meze
tabağımızı getireyim, siz onu bir yiyin, sonra açlık durumunuza
göre ana yemeğinizi seçeriz.” dedi. Cazipti. Kocaman bakır
kaşıklar içine yerleştirilmiş, pek çoğu patlıcanlı değişik
mezeleri getirince, garsonumuz hepsinin içinde ne olduğunu ve
isimlerini teker teker saydı. “Ortadaki bildiğimiz Sütaş
yoğurt, ben de Doğan.” diye cümlesini bitirdiğinde ona çoktan
kanımız kaynamıştı bile.
Mezelerimizin yanında,
bakır ve kulplu bir kasede servis edilen, leziz Süryani şarabımızı
yudumladık, büyük bir keyifle.
Sıra ana yemeğe
geldiğinde neredeyse doymuştuk. Doğan, bizim çok aç olmadığımıza
göre, ziyan etmeyeceğimiz Ova Kebabı'nın bizim için doğru ana
yemek olacağına karar verdi.
Bakır kulplu kaselerimiz
yeniden Süryani Şarabı ile dolarken, ince ince tiftiklenmiş pamuk
gibi bir kuzu eti, tereyağında çevrilmiş pidelerle ve üzerinde
yoğurt ile devasa bir ahşap kaşık içinde geldi. Lezizdi!
Tabaklarımızı silip
süpürdükten sonra, Doğan, sürpriz tatlının zamanının
geldiğini bildirdi. Mr. Prozac ile menünün tatlı sayfasını
açıp, acaba hangisinden getirecek diye tahminlerde bulunurken,
aynen tahmin ettiğimiz gibi “Kaymaklı Domates Tatlısı”
masamızdaki yerini aldı. Adı önyargı oluşturabilse de, tadı
inanılmaz güzeldi. Çatal bıçakla yenilen kesme dondurma gibi
hafif bir kaymak ve dibinde az miktarda domates reçeli. CibalikapıBalıkçısı'nda yediğim enginar tatlısı kadar sıradışı ve kesinlikle ondan daha lezizdi.
Biz tam seramoniler
bitti, diye düşünürken, bu sefer başka bir garson shot
bardaklarında şerbet getirdi. Bu nedir, diye sorduğumuzda,
fesleğenli, tarçınlı hazmı kolaylaştırıcı bir şerbet
olduğunu dile getirdi. Hemen Doğan müdahale etti, “Anlat
bakayım, tam anlat, olmadı öyle. Aşk şerbeti bu, aşk şerbeti.
Yediklerinizi hafifletir, size ateş bastırır, aşk yaptırır.”
derken biz artık kahkahalarımızı tutamıyorduk. Şerbetlerimiz
bitti, “Lokumumuz bitti, yoksa şimdi bir de lokum getirecektim,
hanfendi bir ucundan ısıracaktı, siz diğer ucundan.” diyerek
Doğan bizi doyurduğu kadar eğlendirdi de. Beş dakika sonra,
şansımıza kalan son iki güllü lokum geldi, “Kaynananız sizi
seviyormuş.” denilerek.
Hesap ödendikten sonra
bir bakır leğen ve ibrik geldi, ellerimize güllü su döküldü.
Doğan bizi, bir daha ne zaman geleceğimizi sorarak, daha tattırmak
istediği bir sürü şey olduğunu söyleyerek uğurladı.
Yemek seçen bir insan
değilimdir, her yerde doyabilirim. Ama keyif alarak yemek yediğimde
dünyanın en mutlu insanı oluyorum. Ve Cercis Murat Konağı beni
gerçekten çok mutlu etti. Midilli'den beri bu kadar keyifle, bu
kadar tıka basa yemek yememiştim. Bizim şansımıza Doğan mı
muhteşem bir garsondu, bilmiyorum ama servis ve ilgi alaka
harikaydı. Genellikle garsonlar, hesap şişirici gereksiz
tavsiyelerde bulunur ya, burada tam ihtiyacımız olanlar geldi
önümüze. Bakır kaptan şarap içmek ve yemeğin sonunda ibrikle
tasla el yıkamak da çok hoş detaylardı. Ve ödediğimiz hesap,
aldığımız keyfe ve yediklerimize kıyasla hiçbir şeydi.
Şiddetle tavsiye ederim. Bir de, aşk serbetini sakın içmemezlik
etmeyin, şerbet gerçekten aşk şerbetiymiş :)
Mardin'de bir gece
geçirdikten sonra, gerçekten Mardin'e gitme hayalleri kurduktan
sonra, pazar günü geç bir kahvaltı için Ege mutfağına uzandık
ve Mytos'a gittik. Ekoseli örtüleri, tepeden sarkan begonvilleri,
inanılmaz şık her şey porselende sunumları ile gerçekten
lezzetli bir kahvaltı ettik.
Buranın Metaxa'lı
levrek, Chardonnay'li ahtapot gibi spesyalleri de varmış, artık
onları başka bir rakılı gecede tadıp bildiririm size.
24 saat içinde,
Mardin'den Ege'ye lezzet turu attıktan sonra, ayrılma zamanı
geldi. Bir adamın arabasından inip, Kadıköy - Beşiktaş vapuruna
bindiğimde, içimin sanki aylarca kalmak için Amerika uçağına
biniyormuşum gibi burulması, benim için yeni ve güzel bir his.
Günün şarkısı da bu olsun:
Keyifle kalın.
Keyifle kalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder