Yıl 2001. Lise, her sene bir fotoğrafçı ile anlaşıp kayıtlar için bütün öğrencilerin vesikalık fotoğraflarını çektirirken,iki öğrenci çok parlak bir fikir ile ortaya çıkmış: "Dijital kamera ile bu fotoğrafları biz çekebiliriz, fotoğrafçıya gerek yok. Okul da para ödemek zorunda kalmaz." O yüzden, okulun geri kalanı dersteyken, bu iki kız "Fotoğrafları düzenlememiz lazım." diye dersten çıkmış, müdür yardımcısının odasında keyifle oturuyorlar. Sevmedikleri kişilerin en çirkin fotoğraflarını kullanılmak üzere özenle ve kikirdeşerek seçiyorlar.
Yıl 2004. Lisenin çok kısıtlayıcı, saça, makyaja, çoraba, gömleğin içine giydikleri atlete karışan müdürünün odasının kapısının önü. Ah, o müdür onlara ne çok çektirdi. Okulda mezuniyetten ve üniversite sınavından önceki son günleri, bunu yapmazlarsa içlerinde kalacak. Disipline bile gitmeye hazırlar. Okul eteklerinin üstünde rengarenk t-shirtlar, bellerine şıngırtılı kemerler takılmış. Kapıyı tıklatıyorlar, içeriden o sert ses "Girin!" diyor. Giriyorlar, müdür kılık kıyafetlerine öfke ile bakarken, odanın ortasında göbek atmaya başlıyorlar: "Çadırımın üstünde şıp dedi damladı, Allah canımı almadı almadı." Disipline gitmiyorlar, hatta müdür "Ah başımın belaları, sizi çok özleyeceğim." diye başlayan duygusal bir konuşma yapıyor.
Yıl 2005. Artık İstanbul'da yaşıyorlar, hukuk fakültesinde okuyorlar. Bir önceki gece hiç uyumamışlar, Taksim'de güneşi doğurmuş, Bebek'e kadar yürümüşler. Gece hiç uyumamış olarak, sahildeki Gloria Jeans'te kahve içiyorlar. Uykuya ihtiyaçları da yok. Önlerinde bir gazete iş ilanlarına bakıyorlar, kimseye muhtaç değiller, bir işe girecek, çok para kazanacak, aşık oldukları adamları da alıp başbaşa bir eve çıkacaklar. Çok aşıklar, çok hayalperestler.
Yıl 2012. Artık ikisi de avukat olmuş. Kızlardan birinin İstanbul'dan taşınma kararı üzerine acil durum toplantısı yapılmak üzere toplanmışlar. Eşyaların yarısı kolilenmiş bir salonda oturmuş Amarula içiyorlar. Çok fazla plan, hayal ve umut var.
Yıl 2014. Arada görüşmedikleri ve konuşmadıkları onca zaman olmuş, oluyor. Ama hala bir koltukta oturdukları zaman aradan hiç zaman geçmemiş gibi saatlerce konuşabiliyorlar. Birlikte o kadar harika anıları var ki. Eski günleri ve ne kadar salak olduklarını anıp kahkahalar atıyorlar. Aradan geçen zamanda bir sürü hayal kırıklığı yaşamışlar, çok dibe vurmuşlar. Ama hala umutları, planları var. Bir de kahkahaları... Bazı şeyler hiç değişmiyor.
Ve umarım hiç değişmez.
Geçen haftasonu, hayatıma 13 yaşındayken giren Gökçe'nin doğum gününü kutlamak için bir araya geldik. Aslında doğum günü bir hafta önceydi; ama ben zehirlendiğim ve planlara katılamadığım için bir fazla kutlamanın kimseye zararı olmayacağına karar verdik.
İlk istikametimiz Taksim'deki M.A.C oldu. Evet bildiğimiz kozmetikçi M.A.C. Hala bilmeyen varsa, işe yarar bir bilgi olarak, M.A.C mağazalarından makyaj randevusu aldığınız zaman, ödediğiniz makyaj bedeli kadar dilediğiniz kozmetik ürününü alabiliyorsunuz.
30 dakikalık express makyaj 110TL. Makyajınız bittikten sonra 110TL tutarında ürünü ek hiçbir ücret ödemeden gönlünüzce seçip, çantaya indirebiliyorsunuz.
Ben bu randevudan pek çok işe yarar bilgi ve pek çok göz makyajı malzemesi ile çıktım. Bir kere göz kapaklarınız benimki gibi büyükse ve sürdüğünüz her türlü farın bir kaç saat sonra göz kapağınızda toplanmasından şikayetçiyseniz, şiddetle tavsiye ettiğim ürün, göz kapağı için olan alt baz. Bir haftadır kullanıyorum ve gerçekten ne sürersem olduğu gibi kalıyor.
Ayrıca alt baz olarak kullanacağım açık pembe farı kaşlarımın altına kadar sürmem gerektiğini, gölge yapacak kahverengi farı da gözlerim kapalıyken değil, açık ve karşıya bakarken uyguladığımda çok daha iyi bir sonuç çıktığını da öğrendim. Sonuç çok daha taze ve doğal bir görüntü.
İkinci istikametimiz Nişantaşı'ndaki Makas kuaför oldu. Ben ofise yakın olduğu için Levent'teki makasa gidiyordum. İlk defa buraya gittim ve bayıldım. Önünde masa olmayan boy aynalarının karşısında saç fönletmek oldukça eğlenceliydi ve arka fonda çalan şarkılar da tam cumartesi gecesine hazırlayan bir ortam yaratıyordu.
Yeterince süslendiğimize karar verdiğimizde, yogitam ile buluşmak için Union 22'nin yolunu tuttuk. Nişantaşı'nın curcunasından uzak, güzel dekorasyonlu, keyifli bir mekan olmuş.
Dekorasyonda özellikle neon tabelalar dikkat çekiyor, benim favorim "There are no strangers here, only people you never met before."
Bu slogan, gerçekten de buradaki ortamı tanımlıyor. Atiye Sokak'ın kitlesinden ve kalabalığından yorulan bizim muhitin insanları ile dolu. Her masa kendi halinde ve neşeli. Servis inanılmaz güler yüzlü.
Asıl olay ise barda. Kokteyl menüsünü rica ettiğimizde, "Bence menüye bakmayın, bara gidin nasıl bir şey istediğinizi tarif edin." tavsiyesini aldık. Bu tarifle kokteyl yaptırmayı en son Varşova'da deneyimlemiştim ve sonuç harikaydı. Beklentilerimiz yükselmiş halde bara gidiyoruz, üçümüz de nasıl bir şey istediğimizi anlatıyoruz, sorulan soruları cevaplıyoruz ve masamıza geri dönüyoruz.
Sabırsız bekleyişin sonunda kokteyllerimiz geliyor. Üçümüz de, diğerlerini tadıp, en çok kendi kokteylimizi beğendiğimizden, gerçekten bu "bara git tarif et" formülünün menüden seçmekten çok daha güzel olduğuna karar veriyoruz.
Ekip kalabalıklaştıkça masamıza sığamaz hale geldiğimizden, kokteyllerimizi bitirip Kozmonot'a geçiyoruz. Burası kesinlikle Teşvikiye'ye taşınmış bir Moda ruhlu mekan.
Teşvikiye'nin parlaklığının, ferahlığının yerini, rahat, gürültülü ve sokaklara taşan bir kalabalık almış. Mekan, bir zamanlar, Asmalımescit'in en hip olduğu dönemlerde, fındık votkası ve mojitosu ile İstanbul'u sallamış olan Parantez'den kesinlikle hatırlayacağınız Orkun'un ellerinde.
Koltuklar, masalar, ayakta takılmak için alanlar ve daha sessiz bir ortamda sohbet etmek isteyenler için arka bahçesi var. Ah bir de bir sürü çeşit birası...
Pazar sabahı, babamın kahvaltıya gelmesiyle erkenden uyanıyoruz. Kahve içerek ve koltuğa yayılarak sohbet ettikten sonra, Osman ile buluşmak için evden çıkıyoruz.
Osman, dünya tatlısı bir köpek. Ah bir de Karaköy civarında o kadar popüler ki, önünden geçtiğimiz bir cafe'de içeriden fırlayan bir adamın "Osman, naber ya?" diye sorması karşısında, kimsenin bizim için sokağa fırlamamış olması karşısında biraz bozulduğumuzu itiraf etmeliyim. : )
Karaköy'de Muhit'e oturuyoruz. Ve saatlerce kalkmıyoruz. Menüsündeki neredeyse her şeyi yedikten sonra tavsiyelerimiz: Muhit Tost, Hamburger ve Tiramisu.
Pazar akşamı da Mr. Feelgood ile istikametimiz Babylon oluyor. Fink konseri için.
Son zamanlarda gerçekten şikayetçi olduğum bir şey, insanların etkinlikte görünme aşkı. Elbette ki, herkes her şeyi yapmak ve her yere gitmek konusunda özgür; ama bir kitle var ki, gerçekten ilgili olmadığı halde, sırf o etkinliklerde boy göstermek için gidiyor.
Mesela geçen yaz gittiğim Opener Festival'de en çok etkilendiğim şeylerden biri buydu. Festivaldeki herkes oraya müzik dinlemek için gelmişti. Ah çok popüler bir şeyi kaçırmayayım veya güzelce süslenip püslenip boy göstereyim mentalitesi yoktu. Herkes konseri izliyor, avaz avaz eşlik ediyor ve çok eğleniyordu.
Bizde ise, bir etkinlik yeteri kadar tanıtım yaparsa, alakasız bir sürü insan geliyor. Ve organizasyon konusunda hala çok geride olduğumuz için sonuçta gereksiz kalabalık, bara gitmesi sıkıntı, tuvalet sırası sonsuz ve konserden alakasız biçimde sağı solu kesmekle meşgul insanlarla dolu bir ortam çıkıyor ortaya.
Bu yüzden pazar günü yapılan Fink konseri bize özlediğimiz ortamı verdi. Konser harikaydı, içerideki kalabalık tam kıvamındaydı ve herkes müzik dinlemeye gelmişti. Pazar günü konserlerini şiddetle tavsiye ediyorum.
Bir Fink şarkısı ile yazıyı kapatayım. Siz bu satırları okurken, ben güneye doğru uzun bir araba yolculuğu yapıyor olacağım. 100 günlük bir "daha iyi ben" projesi başlatmayı düşünüyorum. Ayrıca aklımda ve ajandamda bir sürü seyahat ve plan var. Öncesinde biraz dinlenmek ve keyif çatmak eminim harika gelecek.
Keyifle kalın!
1 yorum:
Tabi ki de Sezen abla,okul arkadaşlarını kim unutabilir ki zaten? :) Baya da gezmişsiniz kıskandım şimdi.İyi eğlenceler. :)
Yorum Gönder