Ne zaman kendi başıma kalsam, önümde uzun bir yapılacaklar listesi olmasa veya o listeyi siktir etsem, bir konuya takarım ben. Aklımda evirir çevirir, o konuda yazılmış bir sürü kitap okur, her sohbette de bunlardan bahsederim.
Bir aralar da "lüks" kavramına takmıştım böyle. Lüks, maddeler ile kendini ifade etme mi, bir his mi, marka taşıyan ve herkeste olmayan nesneler mi, yoksa nesnelerden tamamen soyut bir şey mi diye sorgulayıp durmuştum.
Tam bu dönemde Paris'e yaptığım tek başıma bir seyahatte eşlikçim olan Thierry Paquot'un Lükse Övgü kitabı sayesinde bu konudaki fikirlerimi yerli yerine oturtmuştum: "Ama siz belki içten içe lüksü, yapmak istediğiniz şeyi, istediğiniz zaman yapma özgürlüğü ile ilişkilendiriyorsunuzdur. En azından ben öyle hissediyorum ve o durumda lüksün gerçek bir bedeli kalmıyor, maddi bir görünümü bile olmuyor, her şeyden önce bir duruşu yansıtıyor."
Kısa bir süre önce yaptığımız Karadeniz gezimizde konaklamamız için ayarlanan köşke ulaştığımızda hepimiz ufak çapta bir şok yaşadık. Çünkü burası bizim aklımızdaki veya önceki seyahatlerimizde kaldığımız yerlere kesinlikle benzemiyordu. Odalar o kadar küçüktü ki, yatıp uyumak dışında bir şey yapmak imkansızdı. Ayrıca hepimiz açısından işin en kötü yanı tuvalet ve banyonun odanın dışında ve ortak kullanımlı olmasıydı.
Neyse ki gece oldukça geç bir saatte varmıştık ve yorgunluktan ölüyorduk. Söylenmeye çok fazla zaman bulamadan, uyuyup kaldık. Sabah uyanınca, homurdana homurdana havlumu, yüz temizleyicimi, diş fırçamı, diş macunumu aldım ve gözlerim kapalı dışarıdaki tuvalete gittim. Yüzümü yıkadım, havlumu almak için kafamı kaldırdım ve kalakaldım.
Karşımda inanılmaz güzel bir manzara uzanıyordu. Dişlerimi açık havada, ayaklarımın dibinde horoz ve tavuklar gezerken bu manzaraya karşı fırçalarken, keyfim gerçekten yerindeydi.
Ve tekrar lüks kavramını sorgulamaya başladım. Minicik evimdeki Vitra banyom, evet şüphesiz kavramsal olarak o an karşısında durduğum lavobodan çok daha lükstü. Ama bana kesinlikle böylesine harika bir his yaşatmıyordu!
Duş almak için hemen bitişikteki kaplıcaya gitmeyi, akşam dışarıda oturmuş takılırken otel sahiplerinin tazecik ve tabii ki leziz bir çayı önümüze koyuvermesini ve hatta "Laz böreği nasıl bir şey?" sohbetimizi duyarak bize laz böreği pişirivermelerini, o gözlerindeki ışıltı ile yardım etme isteğini nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum.
Her şeyin hesaba yazıldığı ışıltılı oteller bir yanda, samimiyet ve içten gelen bir şeyler yapma arzusu bir yanda. İkincisinin hissettirdiklerini parayla satın almanın gerçekten bir yolu yok. Ve ben bunun daha lüks bir şey olduğuna karar verdim, çünkü her zaman her yerde bulunması mümkün değil.
Benim Karadeniz'i bu kadar çok sevme sebeplerimden birisi bu oldu. Çünkü bu seyahatte, yaşam tarzımı, önceliklerimi ve önyargılarımı sık sık sorguladım. Ki insanın kendi hayatını sorgulamasının her zaman iyi olduğunu düşününenlerdenim.
Diğer sebebim de elbette ki harika doğaydı.
Bir önceki gün Zil Kale ve Ortan Köyü'nde harika manzaralar izledikten sonra, Yukarı Kavrun'un da bize benzer bir manzara sunacağını sanıyordum.
Osman Abi'nin direksiyonda olduğu araçla, eriyen karların delik deşik ettiği bir yolda gidebildiğimiz kadar gittikten sonra, tamam, dedik, daha fazlasına araçla gitmeye çalışmak tehlikeli olacak, hadi tabana kuvvet.
Bu seyahatte o ana kadar yürüdüğümüz yolların hiç de zor olmadığını bu yolda fark ettik. Devrilmiş elektrik direkleri, yolu kapatan kayalaşmış karlar, eriyen karlar nedeniyle cıvık cıvık çamur olmuş yokuş yukarı bir yol, şiddetli rüzgar, gittikçe soğuyan hava...
Yaklaşık bir buçuk saatlik zorlu bir yürüyüşten sonra ulaştığımız manzara ise gerçekten her şeye değdi. Ve yanılmıştım. Karşımıza çıkan manzara, bir önceki gün gördüklerimizden bambaşkaydı. Karlarla kaplı Kaçkar Dağları ile bulutlar önümüzde uzanıyordu.
Burada içtiğim şarap gerçekten hayatımda içtiğim en güzel şaraplardan biriydi. Rüzgardan korunmak için rüzgarı tersimize alıp kayaların arkasına sığınmışken, Kaçkarlara karşı olmak, ah!
Ayrıca burada olmamıza vesile olan iki harika kişiyle de sizi tanıştırmış olayım bu vesileyle. İlk fotoğraftaki sevgili rehberimiz Yuchi, ikincisi de şoförümüz Osman Abi. İkisi de gerçekten çok kahrımızı çekti, sağolsunlar.
Yukarı Kavron Yaylası'nda karnımız acıkmaya başladığında, o bölgedeki Firdevs Abla'nın Muhlama Evi'nin yolunu tuttuk. O ana kadar yediğim muhlamalar iyidi, güzeldi; ama çok da bayılmamıştım. Olmasa da olurdu. Burada yediğimiz ise aklımızı başımızdan aldı, bir tane daha, bir tane daha söyleyip durduk.
O yüzden buraya yolunuz düşerse, Firdevs Abla'nın Muhlama Evi'ne uğramayı sakın ihmal etmeyin derim.
Dönüş yolunda ise, kaldığımız yerin sahibi Murat'ın pikabının arkasına doluştuk. Hepimiz çocuklar gibi çığlık atarak ve çok eğlenerek geri döndük. (Videosu için tık!)
Ancak bedenimle ruhum bütünlük içindeyse onu sevebilirim, bu yüzden öğle uykusu, yürüyüş, kendine ait zaman, dinlenme, mesafe, lüks ve tembellik denilen bakımları uygularım ona. - Thierry Paquot
Lüksü bir çantaya indirgemeden, gerçek lüks ile kalın!
Bir aralar da "lüks" kavramına takmıştım böyle. Lüks, maddeler ile kendini ifade etme mi, bir his mi, marka taşıyan ve herkeste olmayan nesneler mi, yoksa nesnelerden tamamen soyut bir şey mi diye sorgulayıp durmuştum.
Tam bu dönemde Paris'e yaptığım tek başıma bir seyahatte eşlikçim olan Thierry Paquot'un Lükse Övgü kitabı sayesinde bu konudaki fikirlerimi yerli yerine oturtmuştum: "Ama siz belki içten içe lüksü, yapmak istediğiniz şeyi, istediğiniz zaman yapma özgürlüğü ile ilişkilendiriyorsunuzdur. En azından ben öyle hissediyorum ve o durumda lüksün gerçek bir bedeli kalmıyor, maddi bir görünümü bile olmuyor, her şeyden önce bir duruşu yansıtıyor."
Kısa bir süre önce yaptığımız Karadeniz gezimizde konaklamamız için ayarlanan köşke ulaştığımızda hepimiz ufak çapta bir şok yaşadık. Çünkü burası bizim aklımızdaki veya önceki seyahatlerimizde kaldığımız yerlere kesinlikle benzemiyordu. Odalar o kadar küçüktü ki, yatıp uyumak dışında bir şey yapmak imkansızdı. Ayrıca hepimiz açısından işin en kötü yanı tuvalet ve banyonun odanın dışında ve ortak kullanımlı olmasıydı.
Neyse ki gece oldukça geç bir saatte varmıştık ve yorgunluktan ölüyorduk. Söylenmeye çok fazla zaman bulamadan, uyuyup kaldık. Sabah uyanınca, homurdana homurdana havlumu, yüz temizleyicimi, diş fırçamı, diş macunumu aldım ve gözlerim kapalı dışarıdaki tuvalete gittim. Yüzümü yıkadım, havlumu almak için kafamı kaldırdım ve kalakaldım.
Karşımda inanılmaz güzel bir manzara uzanıyordu. Dişlerimi açık havada, ayaklarımın dibinde horoz ve tavuklar gezerken bu manzaraya karşı fırçalarken, keyfim gerçekten yerindeydi.
Ve tekrar lüks kavramını sorgulamaya başladım. Minicik evimdeki Vitra banyom, evet şüphesiz kavramsal olarak o an karşısında durduğum lavobodan çok daha lükstü. Ama bana kesinlikle böylesine harika bir his yaşatmıyordu!
Duş almak için hemen bitişikteki kaplıcaya gitmeyi, akşam dışarıda oturmuş takılırken otel sahiplerinin tazecik ve tabii ki leziz bir çayı önümüze koyuvermesini ve hatta "Laz böreği nasıl bir şey?" sohbetimizi duyarak bize laz böreği pişirivermelerini, o gözlerindeki ışıltı ile yardım etme isteğini nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum.
Her şeyin hesaba yazıldığı ışıltılı oteller bir yanda, samimiyet ve içten gelen bir şeyler yapma arzusu bir yanda. İkincisinin hissettirdiklerini parayla satın almanın gerçekten bir yolu yok. Ve ben bunun daha lüks bir şey olduğuna karar verdim, çünkü her zaman her yerde bulunması mümkün değil.
Benim Karadeniz'i bu kadar çok sevme sebeplerimden birisi bu oldu. Çünkü bu seyahatte, yaşam tarzımı, önceliklerimi ve önyargılarımı sık sık sorguladım. Ki insanın kendi hayatını sorgulamasının her zaman iyi olduğunu düşününenlerdenim.
Bir önceki gün Zil Kale ve Ortan Köyü'nde harika manzaralar izledikten sonra, Yukarı Kavrun'un da bize benzer bir manzara sunacağını sanıyordum.
Osman Abi'nin direksiyonda olduğu araçla, eriyen karların delik deşik ettiği bir yolda gidebildiğimiz kadar gittikten sonra, tamam, dedik, daha fazlasına araçla gitmeye çalışmak tehlikeli olacak, hadi tabana kuvvet.
Bu seyahatte o ana kadar yürüdüğümüz yolların hiç de zor olmadığını bu yolda fark ettik. Devrilmiş elektrik direkleri, yolu kapatan kayalaşmış karlar, eriyen karlar nedeniyle cıvık cıvık çamur olmuş yokuş yukarı bir yol, şiddetli rüzgar, gittikçe soğuyan hava...
Yaklaşık bir buçuk saatlik zorlu bir yürüyüşten sonra ulaştığımız manzara ise gerçekten her şeye değdi. Ve yanılmıştım. Karşımıza çıkan manzara, bir önceki gün gördüklerimizden bambaşkaydı. Karlarla kaplı Kaçkar Dağları ile bulutlar önümüzde uzanıyordu.
Burada içtiğim şarap gerçekten hayatımda içtiğim en güzel şaraplardan biriydi. Rüzgardan korunmak için rüzgarı tersimize alıp kayaların arkasına sığınmışken, Kaçkarlara karşı olmak, ah!
Ayrıca burada olmamıza vesile olan iki harika kişiyle de sizi tanıştırmış olayım bu vesileyle. İlk fotoğraftaki sevgili rehberimiz Yuchi, ikincisi de şoförümüz Osman Abi. İkisi de gerçekten çok kahrımızı çekti, sağolsunlar.
Yukarı Kavron Yaylası'nda karnımız acıkmaya başladığında, o bölgedeki Firdevs Abla'nın Muhlama Evi'nin yolunu tuttuk. O ana kadar yediğim muhlamalar iyidi, güzeldi; ama çok da bayılmamıştım. Olmasa da olurdu. Burada yediğimiz ise aklımızı başımızdan aldı, bir tane daha, bir tane daha söyleyip durduk.
O yüzden buraya yolunuz düşerse, Firdevs Abla'nın Muhlama Evi'ne uğramayı sakın ihmal etmeyin derim.
Dönüş yolunda ise, kaldığımız yerin sahibi Murat'ın pikabının arkasına doluştuk. Hepimiz çocuklar gibi çığlık atarak ve çok eğlenerek geri döndük. (Videosu için tık!)
Ancak bedenimle ruhum bütünlük içindeyse onu sevebilirim, bu yüzden öğle uykusu, yürüyüş, kendine ait zaman, dinlenme, mesafe, lüks ve tembellik denilen bakımları uygularım ona. - Thierry Paquot
Lüksü bir çantaya indirgemeden, gerçek lüks ile kalın!
1 yorum:
seni takip etmeye başladığımda, ki bu çok önceleriydi, sen baya baya 'zillosh'tun. üzerinden çok zaman geçmiş, çok şey değişmiş , fırınlanmış çokça pişmiş olgunlaşmış duruyor. :)
sevgıler..
:)
Yorum Gönder