Çamlıhemşin'e hava karardıktan çok sonra gecenin bir vakti varıyoruz. Rehberimiz Yuchi bizim hiçbir şey görememiş olmamızdan oldukça memnun, "Sabah kalktığınızda çok şaşıracaksınız." diyor büyük bir keyifle.
Gerçekten de, önümüzde uzanan manzaranın bu olduğunu ertesi sabah gördüğümüzde, büyük bir süpriz yaşıyoruz; çünkü Çamlıhemşin'e vardığımızda karanlıkta hiçbir şey görünmüyor. Sadece su sesi var.
Hali olmayanları konakladığımız köşke bırakıp, "Etrafı keşfetmek için sabahı bekleyemeyeceğim." diyen beş kişilik minik ekibimizle bakkaldan bir şarap alıp yollara düşüyoruz. Gündüz sıkı piknikçiler ağırladığı kalıntılarından belli olan piknik alanında, şarabımızı açıp, sohbet etmeye başlıyoruz.
Ekip tanıdık, sohbetler tanıdık, ortam garip. Çünkü çakallar var. Hayatımızda hiç bu kadar heyecanlanarak şarap içmemiştik muhtemelen. Pinik alanına geliyorlar, artıkları karıştırıyorlar, bir şeyler bulurlarsa, kaptıkları gibi ormana dalıp sonra tekrar geliyorlar. Ormandan geri gelirken, karanlıkta parlayan gözleri o kadar korkutucu ki! "Buralarda ayı da var mıdır?" sorusuna "Evet." cevabını alınca, koşa koşa konaklayacağımız yere geri dönüyoruz.
Sabah uyandıkça, daha doğrusu uyandırıldıkça -çünkü gezilecek çok yer var, uyku ile zaman kaybetme şansımız yok- kahvaltı alanında buluşuyoruz. Fırından taze çıkmış, "pelit" olarak anılan ekmek inanılmaz lezzetli.
Peynirler, ballar, tereyağlar ve tabii ki çay eşliğinde güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Pelit Pastanesi'nin sahipleri de Karadenizliymiş, pastane adını bu ekmekten mi alıyor, yoksa bu ekmeği de onların büyük büyük dedeleri yaptı da, o yüzden soyadı kanunu ile Pelit soyadını mı aldılar şeklinde bir beyin fırtınası yaptıktan sonra, yollara düşüyoruz.
Konakladığımız yerin hemen önündeki şelaleyi arkamıza alıp fotoğraflar çekiliyoruz, kıyafetlerimize yöresel detaylar ekliyoruz, çamların arasından zipline ile uçuyoruz.
Genellikle tepelerdeki evlere eşya taşımak için bir teleferik sistemi geliştirmişler; ama turistik bir etkinlik olarak bununla, çamların üstünden, dağların arasından bir uçuş yapabilirsiniz. Ki bence bu taraflara yolunuz düşerse mutlaka da yapın, inanılmaz keyifli. (Benim uçuşumu izlemek için tık!)
Sonra Osman Abi'nin arabasına doluşuyoruz, istikametimiz: Çat Köyü.
Köyün içinde gezerken, yürüyüş parkurumuz yokuş yukarı değil, dümdüz. Yaylana yaylana yürüyoruz, her şeyin fotoğrafını çekiyoruz. Yeşilin bu kadar çok tonu olması, bitki çeşitliliği, doğadaki hayvanlar, hepsi pastoral bir resimden fırlamış gibi geliyor bize.
Köyde gezindikten sonra, Cancık Pansiyon'un önündeki nehirin kıyısına kurulmuş çardağa oturuyoruz.
Birer muhlama siparişi veriyoruz. Muhlama -'mıhlama' değil- ile kuymak'ın farklı şeyler olduğunu da böylece öğreniyoruz. Kuymak, mısır unu kullanılarak hazırlanıyor. İçinde daha az tereyağı, daha çok peynir var. Muhlama ise, buğday ile yapılıyor ve kuymağa kıyasla daha çok yağ, daha az peynir içeriyor. Yanında da mutlaka çay içilmesi tavsiye ediliyor.
Rüzgarın birbirine değdirdiği yapraklar ile nehirin sesi dışında hiç ses yok. Yan tarafımızda bağdaş kurmuş meditasyon yapan insanlar var; ama bence Çamlıhemşin'de rahatlamak için meditasyon yapmaya bile gerek yok. Her yer yemyeşil, nehir gürül gürül akıyor, arkada karlı dağlar...
'Huzur'un, bazı yerlerde ne kadar erişilebilir olduğunu orada fark ediyoruz.
Gerçekten de, önümüzde uzanan manzaranın bu olduğunu ertesi sabah gördüğümüzde, büyük bir süpriz yaşıyoruz; çünkü Çamlıhemşin'e vardığımızda karanlıkta hiçbir şey görünmüyor. Sadece su sesi var.
Hali olmayanları konakladığımız köşke bırakıp, "Etrafı keşfetmek için sabahı bekleyemeyeceğim." diyen beş kişilik minik ekibimizle bakkaldan bir şarap alıp yollara düşüyoruz. Gündüz sıkı piknikçiler ağırladığı kalıntılarından belli olan piknik alanında, şarabımızı açıp, sohbet etmeye başlıyoruz.
Ekip tanıdık, sohbetler tanıdık, ortam garip. Çünkü çakallar var. Hayatımızda hiç bu kadar heyecanlanarak şarap içmemiştik muhtemelen. Pinik alanına geliyorlar, artıkları karıştırıyorlar, bir şeyler bulurlarsa, kaptıkları gibi ormana dalıp sonra tekrar geliyorlar. Ormandan geri gelirken, karanlıkta parlayan gözleri o kadar korkutucu ki! "Buralarda ayı da var mıdır?" sorusuna "Evet." cevabını alınca, koşa koşa konaklayacağımız yere geri dönüyoruz.
Sabah uyandıkça, daha doğrusu uyandırıldıkça -çünkü gezilecek çok yer var, uyku ile zaman kaybetme şansımız yok- kahvaltı alanında buluşuyoruz. Fırından taze çıkmış, "pelit" olarak anılan ekmek inanılmaz lezzetli.
Peynirler, ballar, tereyağlar ve tabii ki çay eşliğinde güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Pelit Pastanesi'nin sahipleri de Karadenizliymiş, pastane adını bu ekmekten mi alıyor, yoksa bu ekmeği de onların büyük büyük dedeleri yaptı da, o yüzden soyadı kanunu ile Pelit soyadını mı aldılar şeklinde bir beyin fırtınası yaptıktan sonra, yollara düşüyoruz.
Konakladığımız yerin hemen önündeki şelaleyi arkamıza alıp fotoğraflar çekiliyoruz, kıyafetlerimize yöresel detaylar ekliyoruz, çamların arasından zipline ile uçuyoruz.
Genellikle tepelerdeki evlere eşya taşımak için bir teleferik sistemi geliştirmişler; ama turistik bir etkinlik olarak bununla, çamların üstünden, dağların arasından bir uçuş yapabilirsiniz. Ki bence bu taraflara yolunuz düşerse mutlaka da yapın, inanılmaz keyifli. (Benim uçuşumu izlemek için tık!)
Sonra Osman Abi'nin arabasına doluşuyoruz, istikametimiz: Çat Köyü.
Köyün içinde gezerken, yürüyüş parkurumuz yokuş yukarı değil, dümdüz. Yaylana yaylana yürüyoruz, her şeyin fotoğrafını çekiyoruz. Yeşilin bu kadar çok tonu olması, bitki çeşitliliği, doğadaki hayvanlar, hepsi pastoral bir resimden fırlamış gibi geliyor bize.
Köyde gezindikten sonra, Cancık Pansiyon'un önündeki nehirin kıyısına kurulmuş çardağa oturuyoruz.
Birer muhlama siparişi veriyoruz. Muhlama -'mıhlama' değil- ile kuymak'ın farklı şeyler olduğunu da böylece öğreniyoruz. Kuymak, mısır unu kullanılarak hazırlanıyor. İçinde daha az tereyağı, daha çok peynir var. Muhlama ise, buğday ile yapılıyor ve kuymağa kıyasla daha çok yağ, daha az peynir içeriyor. Yanında da mutlaka çay içilmesi tavsiye ediliyor.
Rüzgarın birbirine değdirdiği yapraklar ile nehirin sesi dışında hiç ses yok. Yan tarafımızda bağdaş kurmuş meditasyon yapan insanlar var; ama bence Çamlıhemşin'de rahatlamak için meditasyon yapmaya bile gerek yok. Her yer yemyeşil, nehir gürül gürül akıyor, arkada karlı dağlar...
'Huzur'un, bazı yerlerde ne kadar erişilebilir olduğunu orada fark ediyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder