Pazartesi günü, uzun zamandır olmadığı kadar uykumu almış ve dinlenmiş olarak kalkıyorum yataktan. Haftasonu, San Francisco valizimi boşaltmış olduğumdan, Uniqlo'dan aldığım yeşil ipek gömlek ile Ross'tan aldığım çok rahat ayakkabılarımı giyiyorum.
Onları aldığım gün, ben deliler gibi mağazanın içinde turlarken ve O ağrıyan bacağı ile bir kenarda oturmuş beni beklerken, kendisine "Yardımcı olabilir miyim?" diye soran mağaza görevlisine, "Bana değil, ama benim kıza olabilirsiniz, çünkü korkarım ki bütün rafları tek tek gezmeyi planlıyor." diye tatlı tatlı beni şikayet etmesi, benim kadına "Aklımda belli bir şey yok gerçekten, sadece aşık olacağım bir ayakkabı arıyorum." dediğim anda kadının beni anlaması ve aramızda saniyesinde bir kadın dayanışması kurulması geliyor aklıma...
Sonra, ben hem elim kolum boş, hem de gerilmeden, rahat rahat alışveriş yapayım diye O, annemle kendime aldığım iki valizi kapıp eve gittiğinde ve ben alışverişe tek başıma devam ederken, aralıksız olarak birlikte geçirdiğimiz günlerden sonra, yanımda olmamasını nasıl yadırgadığımı hatırlıyorum. Tam anlamıyla o zaman fark etmiştim, hayatımda ilk defa birisiyle bir hafta boyunca hiç ama hiç ayrılmadan aralıksız biçimde birlikte zaman geçirdiğimi ve bu süre boyunca bir kere olsun bunalıp kaçma ihtiyacı hissetmediğimi.
Bir kadın için alışveriş, üstelik de Amerika'da alışveriş kadar tatlı bir uğraşı olabilir mi? Hele ki benim gibi yalnız zaman geçirmekten de hoşlanan bir kadın için? Ama hayır, orada onu, o kadar kısa zaman içinde deli gibi özlemiş, "Eyvah, kızım Sezen, sen Türkiye'ye dönünce ne yapacaksın?" diye düşünmüştüm. Bir yandan endişelenerek, bir yandan bu kadar güzel şeyler hissettiğim için mutlulukla... İşte bu yüzden, bunları hatırlattığı için, o kıyafetleri giymek çok keyifli oluyor.
Yine San Francisco'da güzel bir pazar günü aldığım, üç yıllık bir günlük olan defterimin o günkü sorusunu, sabah kahvemi içerken cevapladıktan sonra evden çıkıyorum. Bu defterde 365 sayfa var ve her sayfasında hayata dair bir soru. Her sayfada da üç yıl için cevapları yazmak için ayrı ayrı kısımlar. Üç yıl bittiğinde, bu 365 soruya her yıl verdiğim cevaplar alt alta dizilmiş olacak, hayata bakışımdaki değişiklikler önümde duracak. Oldukça heyecan verici.
Benim için pazartesi sabahı, O'nun için pazar günü gecenin bir yarısı ve Sake'den kafası güzel. "Sarhoşluğunu severim senin."diyorum, "Hatun be sarılasım geldi." yazıyor. O gövdenin bana sarılmasını, birlikte sarhoş olup kahkahalar atmamızı çok derinden özlüyorum.
Akşam, ofisten bir arkadaşımızın stajyerliğini bitirip avukat olmasını kutlamak için Bebek Kitchenette'ye gidiyoruz. Bloody Mary vasat, Phill's'te içtiğim yanına karides takılmış mükemmel bloody maryler burnumda tütüyor.
O pazartesi, her şey O'na ve onunla geçirdiğim günlere bağlanıyor zihnimde.
Salı günü, sabah Diyarbakır'a uçuyorum. Ortalık karışık olduğu için herkes "Diyarbakır'a mı gidiyorsun? Saçmalama!" derken... Sabah, menengiç kahvesi ile güne başlıyorum. İşlerimi hallettikten sonra, bu blogun hayatıma kazandırdığı güzel insan Deniz ile buluşuyoruz.
Olayların olduğu Suriçi bölgesine gidiyoruz. O gün bir yandan Deniz ile çok keyifli sohbetler ediyoruz, bir yandan ise büyük bir şaşkınlık yaşıyorum. Sanki bir önceki günlerde bombalar patlamamış, sokağa çıkma yasağı ilan edilmemiş kadar doğal akıyor şehirde hayat. Herkesle konuşuyoruz, taksiciyle, mekan işletmecileriyle, butik sahipleriyle... "Biz alıştık. Az sonra burada bomba patlayabilecek olması fikri bizim gündelik hayatımızın bir parçası" diyorlar. İçim parçalanıyor, bunları olağan karşılayacak kadar çok şey yaşamış olmalarına...
Olup bitenleri onlardan dinliyorum, her zamanki gibi hiçbir şey İstanbul'dan göründüğü gibi değil. Çok çarpıcı gerçeklikler var, bize çok çarpıtılarak aktarılan olaylar... İstiyorum ki, orada öylece uzakta otururken, yorum yapmak, taraf tutmak yerine, herkes kalkıp gelsin buralara, vakit geçirsin bu bölgelerde, burada yaşayanlarla konuşsun, ezberlerini bozsun. Biz hareket etmedikçe, gitmedikçe, görmedikçe, yaşamadıkça, yalnızca gazetelerden aktarılanları okudukça, bu ülkede empati kurmanın, anlamanın ve bütünleşmenin mümkün olamayacağına karar veriyorum bir kere daha.
Daha önce birkaç kere Diyarbakır'a gelmiş, sokaklarında dolanıp keşifler yapmıştım; ama çok güzel şehir, hala keşfedilecek şeyler var.
Karnımızı Onur Ocakbaşı'da leziz ciğer yiyerek doyuruyor, hayatımızda olup bitenler hakkında laflıyoruz önce.
Ardından İlkiz'e gidiyoruz. Burası çok keyifli bir avluya kurulmuş bir mağaza. Türkiye'de seyahat ettiğim ve çarşılarda gezdiğim zaman, en üzüldüğüm şey yöresel bir şeyler ararken elimi attığım neredeyse her şeyin Çin malı çıkması. İlkiz bu bakımdan harika bir adres, el yapımı eşyalar satıyor. Orada okuyan bir üniversite öğrencisinin el yapımı renkli bandanalardan birer tane alıp takıyoruz kafamıza.
Üst katı da seramik atölyesi. El işi, çok keyifli parçalar satılıyor. Ayrıca seramik kursları da veriyorlarmış, "Günü birlik katılabileceğim bir atölyeniz var mı?" diye soruyorum şansımı zorlayarak. Yokmuş. Aldığım lotolar tutarsa yapacaklarım arasına ekliyorum, Diyarbakır'da birkaç hafta geçirmeyi, seramik kursuna gidip, sokaklarında fotoğraflar çekerek dolanmayı. Sokakları ve insanları ile gerçekten çok fotojenik bir şehir Diyarbakır.
Ardından Kent Müzesi'ne gidiyoruz. Burası bir zamanlar sürgün edilen Cemil Paşa'nın konağı. İnanılmaz güzel düşünülmüş detayları olan harika ve kocaman bir konak. Yemeklerle ilgili kısmı oldukça keyifli. Kutucuklarda Kürtçe yemek isimleri yazıyor, açtığınız zaman Türkçelerini görüyorsunuz. Oynayarak birkaç kelime öğrenmek hem pratik hem de keyifli.
"Bütün Anadolu eti üretir, Diyarbakır tüketir." deyişini de orada öğreniyorum, çok gülüyoruz.
Günü duvarlarında Hayyam'ın dörtlükleri olan Kervan Şarapevi'nde ev yapımı şarap içerek kapatıyoruz. Dönüş uçağımı yakalamak için havalimanına giderken, çok içten diliyorum. "Lütfen olay çıkmasın, lütfen kimseye bir şey olmasın, lütfen bu şehir hep böyle güzel kalsın, bozulmasın."
Çarşamba günü aslında çok iyi bir gün olmaya aday değil, çünkü hem çok uykusuzum, hem de her kadının ayda bir hormonlarının sapıttığı günleri yaşıyorum. Diğer yandan şaşırtıcı biçimde, kendimi çok iyi hissediyorum. Nasıl tanımlayacağımı bilmediğim bir his var, bazen gelen, bazen kaybolan. Özgüven-ötesi bir şey, hayatın çok güzel olduğuna ve her şeyin içten içe çok yolunda gideceğine dair bir güven.
Sebebini düşünüyorum, doğru mu yanlış mı saptıyorum bilmiyorum; ama birden bire Paris Fashion Week'te tanışma fırsatı bulduğum ve kendisine bayıldığım Carine Roitfeld'in tavsiyesi geliyor aklıma: "Kimse görmeyecek olsa bile, her zaman uyumlu ve tenine değmesinden çok hoşlanacağın iç çamaşırları giy. Bir kadın ancak bunlar varken, kendini tam olarak iyi hissedebilir." Ve o gün, o harika hissin geri dönmüş olmasına bulabileceğim başka bir gerekçe yok. En kısa zamanda alışverişe çıkıp, gizli iyi hissetme silahlarımın sayısını arttırmaya karar veriyorum.
İş çıkışında, harika bir work&travel macerası ile hayatıma giren, "cici eşim" Gizem ile Aşşk Cafe'ye gidiyoruz. Son birkaç yıldır birbirimize "Nasıl gidiyor?" diye sorduğumuzda, "Bildiğin gibi." diye cevap veriyorduk. Bu buluşmamız bu yüzden farklı, bu sefer ikimizin de anlatılacak harika maceraları var. Trüflü parmesanlı patates kızartması ve biralar eşliğinde saatlerce sohbet ediyoruz, yeniden heyecanlanmanın, bilinmezliğin keyfini hatırlıyoruz. Harika planlar yaparak günü kapatıyoruz.
Perşembe sabah Beykoz Adliyesi'ne doğru yoldayım. Babam arıyor, "Bade'yi kaybettik.İlk uçağa atla gel." Kilitleniyorum birkaç dakika, hiç bir şey yapamıyorum, hiç bir şey düşünemiyorum. On dakika sonra Beykoz'da olacağım ve duruşmam var. Ofisten başka biri gelse duruşmaya yetişemez, benim girmem lazım. O an farkına varıyorum, ne kadar bağımlı olduğumun, hareket kapasitemin sınırının, "ilk uçağa atla gel" gibi bir şeyin benim açımdan söz konusu olamayacağının... İnsanın bütün ruh halinin bir telefonla değişebileceğinin, bir anda her şeyin tersine dönebileceğinin, aslında önemsediğin pek çok şeyin nasıl önemsizleşebileceğinin...
Adana'ya ancak işlerimi toparladıktan sonra perşembe gecesi gidebiliyorum. Sonraki iki gün gerçekten şuursuz geçiyor. İnsan bir şeyler yapıyor, giyiniyor, sohbet ediyor, taziyeye gelenleri karşılıyor, cenazeye gidiyor; ama aslında bilinçsizce yapıyor bütün bunları. Ancak cumartesi akşam kendimize geliyoruz, gerçeği kabulleniyoruz, güzel anları hatırlamaya başlıyoruz.
Bade'nin eşyalarının arasından yalnızca defterini alıyorum. Bu kırmızı defteri, annem 1975 yılında, 15 yaşındayken, anneanneme alıyor, başına "İleride bizlerin büyüdüğü söz sahibi olduğu, seninse mutlu bir ihtiyar olduğun günlerde, bu deftere güleceğini umarım." notunu yazarak anneanneme veriyor. Anneannem, dayımın evlendiği 18 Eylül 1975 tarihinden itibaren, önemli günlerde bu deftere notlar düşüyor.
Benim doğduğum gün, "Kara kızımın bir kara kızı oldu. Yavrum benim daha dün bir damlacıktın, bugün anne oldun. İnşallah benim gibi anneanne olursun. Şaka maka dördüncü torunumu ele aldık, ben de az zamane insanı değilmişim. Sezenim sevgili bebeğim, yaşamın tatlı, mutlu, düzenli, sevinçli geçsin, sultanım benim. Anneannen." yazmış bu deftere.
En son yazdığı tarih, 14 Aralık 1988. Kimse böyle bir defteri hatırlamıyor, ama anneannem, ailemizin gazete haberlerini arşivlemiş, bu defteri de onların arasına koymuş. İnanılmaz bir define benim için, çok anlamlı, çok seviyorum, her sayfasını defalarca okuyorum.
Pazar gecesi İstanbul'a geri geliyorum. Ancak bir yazı yazacak, duş alacak, bir kahve içecek, ertesi günkü duruşmaya çalışacak kadar vaktim var. Uykuya zaman yok. Düzenli uyku sözüm yine rafa kalkıyor. Son yedi gün içinde, Diyarbakır ve Adana'dan sonra, üçüncü uçuşum Ankara'ya ve sabah 5:00'te havalimanında olmam lazım. Kendi kendime gülüyorum, hayatım boyunca hep bunu dilemiştim, seyahatlerden yorulacak kadar çok seyahat etmeyi. O yüzden uykusuzluktan söylenmiyorum, giyindikten sonra evden çıkıp, yeniden havalimanına gidiyorum.
Sevdiklerinizle vakit geçirmeyi ihmal etmeden kalın!
Onları aldığım gün, ben deliler gibi mağazanın içinde turlarken ve O ağrıyan bacağı ile bir kenarda oturmuş beni beklerken, kendisine "Yardımcı olabilir miyim?" diye soran mağaza görevlisine, "Bana değil, ama benim kıza olabilirsiniz, çünkü korkarım ki bütün rafları tek tek gezmeyi planlıyor." diye tatlı tatlı beni şikayet etmesi, benim kadına "Aklımda belli bir şey yok gerçekten, sadece aşık olacağım bir ayakkabı arıyorum." dediğim anda kadının beni anlaması ve aramızda saniyesinde bir kadın dayanışması kurulması geliyor aklıma...
Sonra, ben hem elim kolum boş, hem de gerilmeden, rahat rahat alışveriş yapayım diye O, annemle kendime aldığım iki valizi kapıp eve gittiğinde ve ben alışverişe tek başıma devam ederken, aralıksız olarak birlikte geçirdiğimiz günlerden sonra, yanımda olmamasını nasıl yadırgadığımı hatırlıyorum. Tam anlamıyla o zaman fark etmiştim, hayatımda ilk defa birisiyle bir hafta boyunca hiç ama hiç ayrılmadan aralıksız biçimde birlikte zaman geçirdiğimi ve bu süre boyunca bir kere olsun bunalıp kaçma ihtiyacı hissetmediğimi.
Bir kadın için alışveriş, üstelik de Amerika'da alışveriş kadar tatlı bir uğraşı olabilir mi? Hele ki benim gibi yalnız zaman geçirmekten de hoşlanan bir kadın için? Ama hayır, orada onu, o kadar kısa zaman içinde deli gibi özlemiş, "Eyvah, kızım Sezen, sen Türkiye'ye dönünce ne yapacaksın?" diye düşünmüştüm. Bir yandan endişelenerek, bir yandan bu kadar güzel şeyler hissettiğim için mutlulukla... İşte bu yüzden, bunları hatırlattığı için, o kıyafetleri giymek çok keyifli oluyor.
Yine San Francisco'da güzel bir pazar günü aldığım, üç yıllık bir günlük olan defterimin o günkü sorusunu, sabah kahvemi içerken cevapladıktan sonra evden çıkıyorum. Bu defterde 365 sayfa var ve her sayfasında hayata dair bir soru. Her sayfada da üç yıl için cevapları yazmak için ayrı ayrı kısımlar. Üç yıl bittiğinde, bu 365 soruya her yıl verdiğim cevaplar alt alta dizilmiş olacak, hayata bakışımdaki değişiklikler önümde duracak. Oldukça heyecan verici.
Benim için pazartesi sabahı, O'nun için pazar günü gecenin bir yarısı ve Sake'den kafası güzel. "Sarhoşluğunu severim senin."diyorum, "Hatun be sarılasım geldi." yazıyor. O gövdenin bana sarılmasını, birlikte sarhoş olup kahkahalar atmamızı çok derinden özlüyorum.
Akşam, ofisten bir arkadaşımızın stajyerliğini bitirip avukat olmasını kutlamak için Bebek Kitchenette'ye gidiyoruz. Bloody Mary vasat, Phill's'te içtiğim yanına karides takılmış mükemmel bloody maryler burnumda tütüyor.
O pazartesi, her şey O'na ve onunla geçirdiğim günlere bağlanıyor zihnimde.
Salı günü, sabah Diyarbakır'a uçuyorum. Ortalık karışık olduğu için herkes "Diyarbakır'a mı gidiyorsun? Saçmalama!" derken... Sabah, menengiç kahvesi ile güne başlıyorum. İşlerimi hallettikten sonra, bu blogun hayatıma kazandırdığı güzel insan Deniz ile buluşuyoruz.
Olayların olduğu Suriçi bölgesine gidiyoruz. O gün bir yandan Deniz ile çok keyifli sohbetler ediyoruz, bir yandan ise büyük bir şaşkınlık yaşıyorum. Sanki bir önceki günlerde bombalar patlamamış, sokağa çıkma yasağı ilan edilmemiş kadar doğal akıyor şehirde hayat. Herkesle konuşuyoruz, taksiciyle, mekan işletmecileriyle, butik sahipleriyle... "Biz alıştık. Az sonra burada bomba patlayabilecek olması fikri bizim gündelik hayatımızın bir parçası" diyorlar. İçim parçalanıyor, bunları olağan karşılayacak kadar çok şey yaşamış olmalarına...
Olup bitenleri onlardan dinliyorum, her zamanki gibi hiçbir şey İstanbul'dan göründüğü gibi değil. Çok çarpıcı gerçeklikler var, bize çok çarpıtılarak aktarılan olaylar... İstiyorum ki, orada öylece uzakta otururken, yorum yapmak, taraf tutmak yerine, herkes kalkıp gelsin buralara, vakit geçirsin bu bölgelerde, burada yaşayanlarla konuşsun, ezberlerini bozsun. Biz hareket etmedikçe, gitmedikçe, görmedikçe, yaşamadıkça, yalnızca gazetelerden aktarılanları okudukça, bu ülkede empati kurmanın, anlamanın ve bütünleşmenin mümkün olamayacağına karar veriyorum bir kere daha.
Daha önce birkaç kere Diyarbakır'a gelmiş, sokaklarında dolanıp keşifler yapmıştım; ama çok güzel şehir, hala keşfedilecek şeyler var.
Karnımızı Onur Ocakbaşı'da leziz ciğer yiyerek doyuruyor, hayatımızda olup bitenler hakkında laflıyoruz önce.
Ardından İlkiz'e gidiyoruz. Burası çok keyifli bir avluya kurulmuş bir mağaza. Türkiye'de seyahat ettiğim ve çarşılarda gezdiğim zaman, en üzüldüğüm şey yöresel bir şeyler ararken elimi attığım neredeyse her şeyin Çin malı çıkması. İlkiz bu bakımdan harika bir adres, el yapımı eşyalar satıyor. Orada okuyan bir üniversite öğrencisinin el yapımı renkli bandanalardan birer tane alıp takıyoruz kafamıza.
Üst katı da seramik atölyesi. El işi, çok keyifli parçalar satılıyor. Ayrıca seramik kursları da veriyorlarmış, "Günü birlik katılabileceğim bir atölyeniz var mı?" diye soruyorum şansımı zorlayarak. Yokmuş. Aldığım lotolar tutarsa yapacaklarım arasına ekliyorum, Diyarbakır'da birkaç hafta geçirmeyi, seramik kursuna gidip, sokaklarında fotoğraflar çekerek dolanmayı. Sokakları ve insanları ile gerçekten çok fotojenik bir şehir Diyarbakır.
Ardından Kent Müzesi'ne gidiyoruz. Burası bir zamanlar sürgün edilen Cemil Paşa'nın konağı. İnanılmaz güzel düşünülmüş detayları olan harika ve kocaman bir konak. Yemeklerle ilgili kısmı oldukça keyifli. Kutucuklarda Kürtçe yemek isimleri yazıyor, açtığınız zaman Türkçelerini görüyorsunuz. Oynayarak birkaç kelime öğrenmek hem pratik hem de keyifli.
"Bütün Anadolu eti üretir, Diyarbakır tüketir." deyişini de orada öğreniyorum, çok gülüyoruz.
Günü duvarlarında Hayyam'ın dörtlükleri olan Kervan Şarapevi'nde ev yapımı şarap içerek kapatıyoruz. Dönüş uçağımı yakalamak için havalimanına giderken, çok içten diliyorum. "Lütfen olay çıkmasın, lütfen kimseye bir şey olmasın, lütfen bu şehir hep böyle güzel kalsın, bozulmasın."
Çarşamba günü aslında çok iyi bir gün olmaya aday değil, çünkü hem çok uykusuzum, hem de her kadının ayda bir hormonlarının sapıttığı günleri yaşıyorum. Diğer yandan şaşırtıcı biçimde, kendimi çok iyi hissediyorum. Nasıl tanımlayacağımı bilmediğim bir his var, bazen gelen, bazen kaybolan. Özgüven-ötesi bir şey, hayatın çok güzel olduğuna ve her şeyin içten içe çok yolunda gideceğine dair bir güven.
Sebebini düşünüyorum, doğru mu yanlış mı saptıyorum bilmiyorum; ama birden bire Paris Fashion Week'te tanışma fırsatı bulduğum ve kendisine bayıldığım Carine Roitfeld'in tavsiyesi geliyor aklıma: "Kimse görmeyecek olsa bile, her zaman uyumlu ve tenine değmesinden çok hoşlanacağın iç çamaşırları giy. Bir kadın ancak bunlar varken, kendini tam olarak iyi hissedebilir." Ve o gün, o harika hissin geri dönmüş olmasına bulabileceğim başka bir gerekçe yok. En kısa zamanda alışverişe çıkıp, gizli iyi hissetme silahlarımın sayısını arttırmaya karar veriyorum.
İş çıkışında, harika bir work&travel macerası ile hayatıma giren, "cici eşim" Gizem ile Aşşk Cafe'ye gidiyoruz. Son birkaç yıldır birbirimize "Nasıl gidiyor?" diye sorduğumuzda, "Bildiğin gibi." diye cevap veriyorduk. Bu buluşmamız bu yüzden farklı, bu sefer ikimizin de anlatılacak harika maceraları var. Trüflü parmesanlı patates kızartması ve biralar eşliğinde saatlerce sohbet ediyoruz, yeniden heyecanlanmanın, bilinmezliğin keyfini hatırlıyoruz. Harika planlar yaparak günü kapatıyoruz.
Adana'ya ancak işlerimi toparladıktan sonra perşembe gecesi gidebiliyorum. Sonraki iki gün gerçekten şuursuz geçiyor. İnsan bir şeyler yapıyor, giyiniyor, sohbet ediyor, taziyeye gelenleri karşılıyor, cenazeye gidiyor; ama aslında bilinçsizce yapıyor bütün bunları. Ancak cumartesi akşam kendimize geliyoruz, gerçeği kabulleniyoruz, güzel anları hatırlamaya başlıyoruz.
Bade'nin eşyalarının arasından yalnızca defterini alıyorum. Bu kırmızı defteri, annem 1975 yılında, 15 yaşındayken, anneanneme alıyor, başına "İleride bizlerin büyüdüğü söz sahibi olduğu, seninse mutlu bir ihtiyar olduğun günlerde, bu deftere güleceğini umarım." notunu yazarak anneanneme veriyor. Anneannem, dayımın evlendiği 18 Eylül 1975 tarihinden itibaren, önemli günlerde bu deftere notlar düşüyor.
Benim doğduğum gün, "Kara kızımın bir kara kızı oldu. Yavrum benim daha dün bir damlacıktın, bugün anne oldun. İnşallah benim gibi anneanne olursun. Şaka maka dördüncü torunumu ele aldık, ben de az zamane insanı değilmişim. Sezenim sevgili bebeğim, yaşamın tatlı, mutlu, düzenli, sevinçli geçsin, sultanım benim. Anneannen." yazmış bu deftere.
En son yazdığı tarih, 14 Aralık 1988. Kimse böyle bir defteri hatırlamıyor, ama anneannem, ailemizin gazete haberlerini arşivlemiş, bu defteri de onların arasına koymuş. İnanılmaz bir define benim için, çok anlamlı, çok seviyorum, her sayfasını defalarca okuyorum.
Pazar gecesi İstanbul'a geri geliyorum. Ancak bir yazı yazacak, duş alacak, bir kahve içecek, ertesi günkü duruşmaya çalışacak kadar vaktim var. Uykuya zaman yok. Düzenli uyku sözüm yine rafa kalkıyor. Son yedi gün içinde, Diyarbakır ve Adana'dan sonra, üçüncü uçuşum Ankara'ya ve sabah 5:00'te havalimanında olmam lazım. Kendi kendime gülüyorum, hayatım boyunca hep bunu dilemiştim, seyahatlerden yorulacak kadar çok seyahat etmeyi. O yüzden uykusuzluktan söylenmiyorum, giyindikten sonra evden çıkıp, yeniden havalimanına gidiyorum.
Sevdiklerinizle vakit geçirmeyi ihmal etmeden kalın!
5 yorum:
Bade ne kadar guzel anilar birakip gitmis. Keske hepimiz oyle sansli olsak... 3 yillik gunluk ve sorularin olmasi harika. Gunlugun markasi veya internet satisi var mi acaba? Sorularida paylasir misin yazilarinda?
Bade ne kadar guzel anilar birakip gitmis. Keske hepimiz oyle sansli olsak... 3 yillik gunluk ve sorularin olmasi harika. Gunlugun markasi veya internet satisi var mi acaba? Sorularida paylasir misin yazilarinda?
Tekrar başın sağolsun Sezencim. İlk zamanlar cidden zor, kaybetmenin verdiği kocaman bir boşluk... Sedef'i kaybettikten sonra saatlerce çocukluk albümlerine bakıp, ağlamak ile karışık kahkahalarımızı hatırlıyorum. Birini güzel hatırlamak kadar derin bir duygu yok sanırım. Koşturmalarımız sırasında bu derinliği kaybediyoruz bazen. Ama sanırım hayatın kendisi bu. Huzur içinde uyusun ♥
O günlüğe ba-yıl-dım!! Tam benlik bir şey. :) Amazon'dan bulup, 5 yıllık olanını sepetime attım bile. ;)
Size seçtiğiniz herhangi bir ülkede, kişisel iş başlatmak için herhangi bir miktar kredi yeteneğine sahiptir, bu nedenle herhangi bir ülkeye seyahat için vize gerekirse, lütfen bu e-postayı başvurun: visaagency040@gmail.com ya da bir kredi ihtiyacınız varsa başlamak için finance_institute2015@outlook.com: kişisel şirket kadar lütfen bu e-postayı temas
Firmamız bu bilgi feryat uzmanlaşmış.
(1) denizaşırı seyahat için vize veriyoruz.
(2) Biz bireye% 2 faiz oranıyla kredi, kişisel iş başlatmak için vermek.
(3) kara mallarını sigorta.
(4) ev mallarını sigorta.
(5) oluşturmak ve aylık taksit ödeyerek bireysel ucuz miktarda dışarı satış.
Aylık taksit ödeyerek ev veya herhangi bir mülk satın almak isterseniz, firmamız en almak bir yeteneğine sahiptir
seçtiğiniz herhangi bir süre ve herhangi bir sorun olmadan seçtiğiniz herhangi bir ülke.
Yorum Gönder