- I'm a very wealty man and I have expensive and absorbing hobbies."
Ben bir Mr. Gray (bu aralar okuduğum Fifty Shades of Gray'in başkahramanlarından) değilim; ama bu durum gerçekten zengin ve keyifli bir hayat yaşamama da engel değil.
Cumartesi sabahı uyanıyorum. Kardeşim okulların açılacak olması dolayısı ile, İstanbul'a dönmüş, gelirken de leziz peynirli pideler getirmiş. Buzluktan onları çıkarıp, güzel bir kahvaltı yapıyoruz.
İstikametimiz İstanbul Modern. Burhan Doğançay'ın sergisi var ve ben o adamın tablolarının hastasıyım. O kadar ki, tek bir tablo alabilecek olsam kesinlikle onunkilerden birinden yana tercih yaparım. 2004'te muhtemelen bir depresyon geçirdiği için yaptığı kapkara tablolar dışında bir tanesinden tabii...
İstanbul Modern'i biliyorsunuz, eş zamanlı birden fazla sergi oluyor; ama hiçbiri Burhan Doğançay kadar ilgi çekici değil. Saatlerimizi geçiriyoruz sergide. Hem etkileniyoruz, hem de tabloların üzerindeki "Çekmiş esrarı kafası dumalı, bakıyor gözleri kanlı kanlı, ama harbiden delikanlı." gibi cümlelere kahkahalar atacak kadar gülüyoruz.
Saatler sürüyor, tabloları incelememiz.
Adamı bu kadar beğeniyorum, hayatı hakkında hiç merak edip de bir şeyler okumamışım. Hukuk fakültesi mezunu olduğunu, üzerine Fransa'da ekonomi masterı yapıp, Ticaret Bakanlığı'nda çalıştığını, 134 ülke gezdiğini öğrenince daha da etkileniyorum. Adam, bir yandan iş kariyerini devam ettirip, bir yandan da üretken olunabileceğinin harika bir kanıtı.
Midemiz guruldanmaya başlayınca, İstanbul Modern Cafe'ya atıyoruz kendimizi. Buz gibi bir Bomonti, yanında incecik bir Margarita, manzaraya karşı harika gidiyor.
O sırada tanıdığım en çok seyahat eden insan olan ve ilkokuldan beri aşırı yakın arkadaşım olan Ayşem whatsup'tan yazıyor bana. Akşam bir değişiklik yapıp, Vietnam yemekleri yapan Cochine'e gitmeye karar veriyoruz.
Havalar serinlemiş, uçuş etekler elbiseler yerine, pantolonlarımız ve hırkalarımız ile Galatasaray Lisesi'nin önünde buluşup, Kumbaracı Yokuşu'ndan iniyoruz. Cochine'i buluyoruz, kapıdan içeri giriyoruz. Saat 20:20. Rezervasyonunuz var mı diye soruyorlar. Yok, altı üstü iki kişiyiz. İçeride de iki masa hariç bütün masalar boş. Ellerinde bir rezervasyon listesi, bütün masalar doluymuş. "Geç gelecek olanlar var mı?" diye soruyoruz. "21:30'da gelecek olan masalar var" diyorlar. "Tamam biz o zaman o masalardan birine geçelim, yemeğimizi yiyelim, rezervasyon sahibi geldiğinde bara geçeriz." diyoruz. İdeal müşteriyiz yani, sorunsuz, çözüm odaklı. Elimize kartvizit tutuşturuyorlar, "Siz daha sonra rezervasyon yaptırıp gelin." diyorlar. Bu mekan hakkında okuduğum ve duyduğum bütün olumlu değerlendirmeleri somut bir şekilde çürütüyorlar. Hayatımda gördüğüm en amatör ve çözüm odaklı olmayan karşılama. "Daha da bok geliriz." diye gülüşerek çıkıyoruz oradan.
Sürekli gittiğimiz yerlere gitmek istemiyoruz, ne zamandır gitmediğim Cezayir geliyor aklımıza. Cezayir'in kapısında bir kalabalık var, "Eyvah!" diyoruz. "New York gibi olduk. Bir hafta önceden rezervasyon yaptırmazsan ya fast-food yiyeceksin, ya da aç kalacaksın galiba İstanbul'da." Garson rezervasyonunuz var mı, diye sorduğunda, korka korka "Yok" diyoruz.
Bizi alt kattaki çok keyifli bahçeye alıyorlar. Rakılı fava, portakallı enginar, levrek tarama, ızgara karides gibi mezelerle masamızı donatıyoruz ve birer içki de söyledikten sonra dedikoduya başlıyoruz.
Mezeler leziz, müzikler güzel, sohbetimiz koyu.
Kokteyl menüsünü istemeye geliyor sıra.
Daha aynı günün sabahı, kendi çapımda şöyle bir tespitte bulunmuşum: İstanbul yemek konusunda aşmış. Hangi ülkenin mutfağını istersen, o ülkede yediklerin kadar lezzetli yapan bir yer var. Türk şarapları da artık çok güzel. Sadece kokteylden sınıfta kalıyoruz. En iyi yerde bile, kokteyller ya lezzetli ama üç beş bardak içsen de çakır keyif olmuyorsun, alkol fakiri. Ya da alkolü basıp, o kadar özensiz hazırlıyorlar ki, alman gereken keyfi alamıyorsun.
Listedeki "Cezayir" isimli, mekanın adını taşıyan kokteylden yana tercih yapıyoruz. Kokteylle birlikte sabah yaptığım tespiti de yalayıp yutuyorum. Çok başarılı!
Oradan hemen komşu Münferit'e geçiyoruz. Benim bildiğim orası restoran, gecesine hiç denk gelmemişim. O yüzden içeriden kapıya, kapıdan sokağa taşan keyifli kalabalık ve güzel müzikler şaşırtıyor beni. Merhabalaşma ayak üstü laflama fasıllarından sonra, Ayşe harika olduğunu söylediği "Amaretto Sour"dan bir bardak tutuşturuyor elime, arka fonda pek sevdiğim when doves cry'in güzel bir versiyonu çalıyor. Çıkarken, kokteyl, ortam, müzik gayet güzel, daha sık gelinmeli buraya diye düşünüyorum.
Eve geliyorum, telefonumu şarja takıyorum, neler olmuş, kim nerede ne yapıyor diye bakarken, bir şey görüyorum, kafam atıyor, tekrar çıkıyorum. Bildik iyi gelen mekanlar ve insanlar...
Haftasonu yazısı yazmışken kahvaltıdan bahsetmemek de olmaz tabii. Karaköy malum, İstanbul'un yeni yükselen yıldızı. Eskiden Namlı'da kahvaltı, Güllüoğlu'nda su böreği ve Karaköy Lokantası'nda yemek için gelirdik sadece.
Sonra İstinye Park'taki Bej buraya taşındı, arka tarafına Kağıthane açıldı. SALT ikinci galerisini Karaköy Bankalar Sokağı'na açtı, içine güzel bir restoran kondurdu. Karabatak İstanbul'un en karakteristik ve keyifli cafe'lerinden biri olarak boy gösterdi. Derken Nublu da burayı yeni lokasyonu yaptı. Ve gidiyor... Şahane de oluyor, esnaf dükkanlarının arasında, bir anda bambaşka vahalar bulmak keyifli oluyor.
Biz de yolumuzu kahvaltı için Karaköy'deki Ops'a düşürdük.
Sahil trafiğine girmeden Bebek, Hisar için kasmadan nerede güzel kahvaltı etsek diye düşünenlere şiddetle tavsiye ederim. Gerçekten tıka basa doyuran, leziz bir kahvaltı yaptık.
Yani Mr. Gray olmasanız da, bu şehirde keyif alınacak çok şey var. Havalar soğudu, yine kışın miskinliğine hemen kapılmayın, şehrin tadını çıkarın, yeni yeni yerlerini yoklamayı unutmayın.
Ha derseniz ki, ben çok çalışıyorum, öyle gezip tozmaya fırsatım yok. Ben haftaiçi boyunca deli gibi adliye-ofis hatta bir de yüksek lisans dersleri arasında mekik dokudum. Yoğunluğun keyif almaya engel olmadığını anladım.
Mesela bir gün duruşma sırası beklerken, benimle aynı sırada bekleyen Gökçem ile Türk Kahvesi keyfi yaptık.
Bir gün akşam yorgunluktan ölmüş vaziyette eve gelmişken kendimi iki sevdiğim beyaz (karides& şarap) ile ödüllendirdim.
Bir gün Mr. Prozac'im ile Prozac Heaven'da içeride dev gibi iki kişilik yatak varken koltukta kıvrılıp sarmaş dolaş saatlerce uyuduk.
Anladım ki, yoğun ve yorgun olmak keyif almaya engel değil.
Yok bunlar beni kesmez derseniz de, THY'nin bu aralar çılgın bir kampanyası var, 30 Eylül'e kadar alırsanız Avrupa biletleri gidiş-dönüş 200 TL civarı. Hani şimdi bakıp hepsi tükenmiş diye isyan edenler için de bir tüyo vereyim: Rezervasyon yaptırıp gereksiz yere kampanya bileti işgal edenlerin rezervasyonları yarın saat 11:00'de düşecek, o zaman kontrol edin.
Biz yıllar önce birlikte interrail yaptığım bir arkadaşımla haftasonluk İtalya biletimizi aldık bile!
Keyfi hayatınızdan eksik etmeyin.
Öperim!!
İstikametimiz İstanbul Modern. Burhan Doğançay'ın sergisi var ve ben o adamın tablolarının hastasıyım. O kadar ki, tek bir tablo alabilecek olsam kesinlikle onunkilerden birinden yana tercih yaparım. 2004'te muhtemelen bir depresyon geçirdiği için yaptığı kapkara tablolar dışında bir tanesinden tabii...
İstanbul Modern'i biliyorsunuz, eş zamanlı birden fazla sergi oluyor; ama hiçbiri Burhan Doğançay kadar ilgi çekici değil. Saatlerimizi geçiriyoruz sergide. Hem etkileniyoruz, hem de tabloların üzerindeki "Çekmiş esrarı kafası dumalı, bakıyor gözleri kanlı kanlı, ama harbiden delikanlı." gibi cümlelere kahkahalar atacak kadar gülüyoruz.
Saatler sürüyor, tabloları incelememiz.
Adamı bu kadar beğeniyorum, hayatı hakkında hiç merak edip de bir şeyler okumamışım. Hukuk fakültesi mezunu olduğunu, üzerine Fransa'da ekonomi masterı yapıp, Ticaret Bakanlığı'nda çalıştığını, 134 ülke gezdiğini öğrenince daha da etkileniyorum. Adam, bir yandan iş kariyerini devam ettirip, bir yandan da üretken olunabileceğinin harika bir kanıtı.
Midemiz guruldanmaya başlayınca, İstanbul Modern Cafe'ya atıyoruz kendimizi. Buz gibi bir Bomonti, yanında incecik bir Margarita, manzaraya karşı harika gidiyor.
O sırada tanıdığım en çok seyahat eden insan olan ve ilkokuldan beri aşırı yakın arkadaşım olan Ayşem whatsup'tan yazıyor bana. Akşam bir değişiklik yapıp, Vietnam yemekleri yapan Cochine'e gitmeye karar veriyoruz.
Havalar serinlemiş, uçuş etekler elbiseler yerine, pantolonlarımız ve hırkalarımız ile Galatasaray Lisesi'nin önünde buluşup, Kumbaracı Yokuşu'ndan iniyoruz. Cochine'i buluyoruz, kapıdan içeri giriyoruz. Saat 20:20. Rezervasyonunuz var mı diye soruyorlar. Yok, altı üstü iki kişiyiz. İçeride de iki masa hariç bütün masalar boş. Ellerinde bir rezervasyon listesi, bütün masalar doluymuş. "Geç gelecek olanlar var mı?" diye soruyoruz. "21:30'da gelecek olan masalar var" diyorlar. "Tamam biz o zaman o masalardan birine geçelim, yemeğimizi yiyelim, rezervasyon sahibi geldiğinde bara geçeriz." diyoruz. İdeal müşteriyiz yani, sorunsuz, çözüm odaklı. Elimize kartvizit tutuşturuyorlar, "Siz daha sonra rezervasyon yaptırıp gelin." diyorlar. Bu mekan hakkında okuduğum ve duyduğum bütün olumlu değerlendirmeleri somut bir şekilde çürütüyorlar. Hayatımda gördüğüm en amatör ve çözüm odaklı olmayan karşılama. "Daha da bok geliriz." diye gülüşerek çıkıyoruz oradan.
Sürekli gittiğimiz yerlere gitmek istemiyoruz, ne zamandır gitmediğim Cezayir geliyor aklımıza. Cezayir'in kapısında bir kalabalık var, "Eyvah!" diyoruz. "New York gibi olduk. Bir hafta önceden rezervasyon yaptırmazsan ya fast-food yiyeceksin, ya da aç kalacaksın galiba İstanbul'da." Garson rezervasyonunuz var mı, diye sorduğunda, korka korka "Yok" diyoruz.
Bizi alt kattaki çok keyifli bahçeye alıyorlar. Rakılı fava, portakallı enginar, levrek tarama, ızgara karides gibi mezelerle masamızı donatıyoruz ve birer içki de söyledikten sonra dedikoduya başlıyoruz.
Mezeler leziz, müzikler güzel, sohbetimiz koyu.
Kokteyl menüsünü istemeye geliyor sıra.
Daha aynı günün sabahı, kendi çapımda şöyle bir tespitte bulunmuşum: İstanbul yemek konusunda aşmış. Hangi ülkenin mutfağını istersen, o ülkede yediklerin kadar lezzetli yapan bir yer var. Türk şarapları da artık çok güzel. Sadece kokteylden sınıfta kalıyoruz. En iyi yerde bile, kokteyller ya lezzetli ama üç beş bardak içsen de çakır keyif olmuyorsun, alkol fakiri. Ya da alkolü basıp, o kadar özensiz hazırlıyorlar ki, alman gereken keyfi alamıyorsun.
Listedeki "Cezayir" isimli, mekanın adını taşıyan kokteylden yana tercih yapıyoruz. Kokteylle birlikte sabah yaptığım tespiti de yalayıp yutuyorum. Çok başarılı!
Oradan hemen komşu Münferit'e geçiyoruz. Benim bildiğim orası restoran, gecesine hiç denk gelmemişim. O yüzden içeriden kapıya, kapıdan sokağa taşan keyifli kalabalık ve güzel müzikler şaşırtıyor beni. Merhabalaşma ayak üstü laflama fasıllarından sonra, Ayşe harika olduğunu söylediği "Amaretto Sour"dan bir bardak tutuşturuyor elime, arka fonda pek sevdiğim when doves cry'in güzel bir versiyonu çalıyor. Çıkarken, kokteyl, ortam, müzik gayet güzel, daha sık gelinmeli buraya diye düşünüyorum.
Eve geliyorum, telefonumu şarja takıyorum, neler olmuş, kim nerede ne yapıyor diye bakarken, bir şey görüyorum, kafam atıyor, tekrar çıkıyorum. Bildik iyi gelen mekanlar ve insanlar...
Haftasonu yazısı yazmışken kahvaltıdan bahsetmemek de olmaz tabii. Karaköy malum, İstanbul'un yeni yükselen yıldızı. Eskiden Namlı'da kahvaltı, Güllüoğlu'nda su böreği ve Karaköy Lokantası'nda yemek için gelirdik sadece.
Biz de yolumuzu kahvaltı için Karaköy'deki Ops'a düşürdük.
Yani Mr. Gray olmasanız da, bu şehirde keyif alınacak çok şey var. Havalar soğudu, yine kışın miskinliğine hemen kapılmayın, şehrin tadını çıkarın, yeni yeni yerlerini yoklamayı unutmayın.
Ha derseniz ki, ben çok çalışıyorum, öyle gezip tozmaya fırsatım yok. Ben haftaiçi boyunca deli gibi adliye-ofis hatta bir de yüksek lisans dersleri arasında mekik dokudum. Yoğunluğun keyif almaya engel olmadığını anladım.
Mesela bir gün duruşma sırası beklerken, benimle aynı sırada bekleyen Gökçem ile Türk Kahvesi keyfi yaptık.
Bir gün akşam yorgunluktan ölmüş vaziyette eve gelmişken kendimi iki sevdiğim beyaz (karides& şarap) ile ödüllendirdim.
Bir gün Mr. Prozac'im ile Prozac Heaven'da içeride dev gibi iki kişilik yatak varken koltukta kıvrılıp sarmaş dolaş saatlerce uyuduk.
Anladım ki, yoğun ve yorgun olmak keyif almaya engel değil.
Yok bunlar beni kesmez derseniz de, THY'nin bu aralar çılgın bir kampanyası var, 30 Eylül'e kadar alırsanız Avrupa biletleri gidiş-dönüş 200 TL civarı. Hani şimdi bakıp hepsi tükenmiş diye isyan edenler için de bir tüyo vereyim: Rezervasyon yaptırıp gereksiz yere kampanya bileti işgal edenlerin rezervasyonları yarın saat 11:00'de düşecek, o zaman kontrol edin.
Biz yıllar önce birlikte interrail yaptığım bir arkadaşımla haftasonluk İtalya biletimizi aldık bile!
Keyfi hayatınızdan eksik etmeyin.
Öperim!!
2 yorum:
büyükda prince otel. ilk fırsatta gelin, kalıni kahvaltı yapın.
biletleri bitirmeyin ben evropaya gidiyorum
ops benim de son dönem favori cafem. bir de ne güzel yazıyorsun ya :=) her yazını daha da keyifle okuyorum
Yorum Gönder