28 Haziran 2015

Üşümüyoruz biz, üşümüyoruz, martini içiyoruz.

"Küçük ve gizli de olabilir. İllaki görkemli, gitmeli gelmeli, kapıları çarpmalı, karakter çakmalı, olaylar patlamalı da olması gerekmiyor. Kendi halinde, tek kişilik, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük bile olsa, birkaç macera yaşamadan kapatmamalı bu hayat faslını.

Çok para kazanınca bir şey olmuyor misal. Havlular düzgün durunca, geniş ekran televizyon alınca, daha iyi koltuk takımı edinince, iş yerinde performans değerlendirme testlerinde göğse kırmızı kurdeleyi çakınca bir numara olmuyor. Böyle bir hayatta, torununuza anlattığınızda, gözlerini yerinde oynatacak, ağzını açık bıraktıracak hikayeler birikmiyor. Bir roman kahramanı gibi hissetmeden, bir kere bile The End yazısının ardından batan güneşe karşı kahramanca klark çekmeden bitiyor, senden benden geçiyor bu hayat. Değer mi?"

Hayata dair yazdığı yazıları ve romanlarını gerçekten çok sevdiğim Ece Temelkuran'ın bir yazısının başlangıcıydı yukarıdaki paragraf. 


Şu anda son saatlerini yaşadığımız, tamamen spontane gelişen haftasonu, ironisiyle, kahkahası ile sohbetleri ile, yaşananları ile bende dönüp bu paragrafı yeniden okuma isteği uyandırdı. Yeni insanlar tanıdım, hayat dersleri aldım, durdum, düşündüm, ezberlerimi bozdum. Hepsinden güzeli bol kahkahalı harika bir haftasonu geçirdim.

Annem ile farklı şehirlerde yaşamamızın en güzel yanlarından biri birlikte geçirdiğimiz zamanların gerçekten dolu dolu olması; aynı evde yaşayıp "günaydın", "yemekte ne var?" gibi günlük diyaloglar yerine, buluştuğumuzda gerçekten konuşuyor ve bir şeyler paylaşıyor olmamız. Bu sefer annem haftasonluğuna İstanbul'a gelirken, yalnız değildi;  yakın bir zaman önce tanıştığım oldukça şahsına münhasır ve matrak arkadaşı Ayşegül ile birlikte geldi.

Cuma akşamı buluştuğumuzda herkesin karnı çok acıkmıştı, Ayşegül'ün "Adana'dan gelen adama lahmacun mu yedirilir?" isyanlarına rağmen,  Arruha'nın yolunu tuttuk. Leziz lahmacunlarla karnımızı hızlı biçimde doyurduktan sonra, asıl soru geldi: "Evet nereye gidiyoruz?"

Nişantaşı, oturup bir şeyler içmek için sonsuz mekan seçeneği sunuyor; ama büyük bir kısmı yol kenarında şehir dışından gelen birini kesinlikle cezbetmeyecek sıradanlıkta. Üstelik de klasik "Rezervasyonuz var mı?" sorusu üstüne, kenarda köşede küçücük bir masaya sıkışma, bütün bir gece de garsonu kovalama zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Bu yüzden "Hadi, Spago'ya gidelim." dedim. En azından içeceğimiz kokteyllerin lezzetli olacağı garantili olurdu.


Annemin St. Regis'in buram buram lilyum kokan lobisinden girdiği anda ruh hali değişti, yüzündeki gülümsemesi büyüdü. 

Bütün haftasonu boyunca, çok ironik ve bir o kadar da keyifli bir biçimde, şehrin lüks ve salaş noktaları arasında mekik dokurken, bu değişimin tekrarlanması nedeniyle, annemin uyuşturucusunun "lüks" olduğu konusunda aramızda yaptığımız espri de bu iki günün mottolarından biri haline geldi. :)

Spago'nun terasındaki barı harika; deniz manzarası sunmasa da ışıl ışıl bir şehir manzarasına bakıyor, oldukça havadar ve servis gerçekten çok iyi. Burada London Calling, Pandora's Box ve Peace on Earth kokteyllerini tattık. Peace on Earth, içinde yumurta olması sebebiyle bence biraz kötü kokuyordu, hepimizin ortak favorisi ise Pandora's Box oldu.

Ben kokteyllerimizi yudumlarken, kızlarla birkaç gün önce konuştuğumuz konuyu açarak, kadınlar olarak kendi ayakları üstünde durma takıntısını abarttığımızı, bu durumun da erkekleri pasif ve tembel bir hale getirdiğini iddia ettim. Masada 20'lerini, 30'larını ve 50'lerini yaşayan ve bambaşka hayat deneyimleri olan üç kadın olarak, saatlerce bu konuyu tartıştık. 

Bu sohbetin sonunda, vardığımız sonuç benzerdi. Bizim annelerimiz, güçsüz ve ekonomik yönden bağımlı kadınların, mutsuz evliliklerini çaresiz biçimde sürdürmek zorunda kaldıklarını deneyimledikleri için, kendi kızlarının aynı şeyleri yaşamasını istememişler, bu nedenle bizi "ekonomik bağımsızlığa sahip olmamız gerektiği" bilinciyle yetiştirmişlerdi. Ancak kızlar bu işi abartmış, "Erkekler olmadan da yaşarız." havalarına girmiş, bu sırada erkekler de kadınlar kendilerinden bağımsız hale geldiği için o koruyucu, kollayıcı tavırlarını kaybetmişlerdi. 


Kokteyllerin üzerine Hendirck's ler yuvarlanırken, yine klasik üçgen teorisine dönmüştük. Bu teoriye göre, bir erkek hiçbir zaman bir üçgenin üç köşesi de olamaz. Harika davranan zengin adam, yakışıklı değildir; zengin ve yakışıklı adam maldır; yakışıklı ve iyi huylu adam da parasızdır. Yani özetle, beyaz atlı prens yalnızca masallardadır ve bir kadının yapabileceği en doğru şey önceliği belirlemektir.

Kahkahalar eşliğinde pek çok hayat deneyimi paylaşılırken, mutabık kalınan bir şey vardı ki, kadın kendi ayakları üstünde durmalıydı ve erkeğin de güçlü olması, kadına ihtiyaç duyduğunda yanında bitmesi, kadına yepyeni ufuklar açabilmesi harika bir şeydi. 


Ertesi sabah, erkenden uyanıp, Beşiktaş Evlendirme Dairesi'nin oradaki Cake House'un yolunu tuttuk. Leziz yumurtalı ekmek ve pişileri mideye indirip, sabah kahvelerimizi içtikten sonra Beşiktaş Cumartesi Pazarı'na gittik. (Bu pazardan daha önce şurada bahsetmiştim.)


Elimiz kolumuz poşetlerle dolu eve döndüğümüzde, Ayşegül'ün bana hediye aldığı ve iyi bakıp öldürmeyeceğime söz verdiğim, harika renkli horoz ibiği çiçeklerim balkonumdaki yerini aldı, pazardan alınan taze fasülyeler leziz bir zeytinyağlı yemeğe dönüştü ve biz Moda'ya gitmek için üstümüze bir jean ve tshirt geçirdik. 


Gelen bir telefon bütün planımızı değiştirdi, yarım saat sonra Four Seasons Otel'de oturmuş, şakır şakır yağan yağmuru ve harika İstanbul manzarasını izleyerek kokteyllerimizi yudumluyorduk. 

Ben bu otele yıllar yıllar önce gitmiştim, bir daha da yolum düşmemişti. Ön bahçesindeki manzara ve ortam o kadar keyifli ve Espresso Martini o kadar lezzetliydi ki, yaşadığım şehirde nasıl güzellikleri ıskaladığımı bir daha sorguladım. 

Ben Espresso Martinimi yudumlarken, bütün ezberlerimi birkaç saat içinde bozacak bir abi ile az sonra tanışacağımın farkında değildim. 

Tanıştığımızın onuncu dakikasında, o zamanın kırk yaşından sonra daha hızlı geçtiğini söylerken, ben ise bizim yaşlarımızın en çok çalışabileceğimiz yaşlar olduğu için işin, hayatımızın büyük bir kısmını kapsadığını iddia ederken, bana "Sen dangalaksan ben ne yapabilirim?" dediğinde, içimden "Hoppala!" demek dışında yapabileceğim başka bir şey yoktu. Gerçekten yirmili yaşların sonunu otuzlu yaşların başını, belki de hayatımızın en enerjili, en güzel güzel olduğumuz yıllarını günde on saatten fazla çalışarak tüketmek, dangalak değil miydi? 


Daha sonra hayatımda yediğim en hafif risottoyu büyük haz ve hızla mideye indirirken ve gerçekten çok lezzetli bir şarap yudumlarken, kendisinden erkekler konusunda büyük hayat dersleri aldım. Aldığım derslerin büyük olmasının sebebi, benim bu güne kadar "doğru" bildiklerimin hepsini alaşağı etmesiydi. O kadar aykırı şeyler söylüyordu ki, ilk tepkim haliyle itiraz etmek oluyordu; ama sonra o büyük bir sakinlik ve özgüvenle beni ikna ediyordu. Bunları burada bir iki cümle ile özetlemem, aldığım derslere haksızlık etmek olur; ama gerçekten deneyeceğim ve bu konu hakkında yepyeni yazılar yazacağım. Şimdilik söyleyebileceğim şey şu ki, üzgünüm ama kızlar, belki de biz hep yanlıştık, belki de hata yapan erkekler değildi, bizdik.



Four Seasons'tan çıktığımızda kafamız şahaneydi ve muhtemelen orada demlenip açık havada Şebnem Ferah konserine giden tek insanlar da bizdik. Ortaokul ve lise yıllarını Şebnem Ferah dinleyerek geçirmiş bir insan olarak elbette konserden çok keyif aldım; ama her şarkının arasında beş dakika ara verildiği için konseri oldukça eleştirebilirim. Herkes avaz avaz şarkılara eşlik ediyorken, şarkı bitip, sahnenin kararması ve bir sonraki şarkıya kadar üç beş dakika ara verilmesi, seyircilerin "Şebnem benimle evleeeen!", "Bugün benim doğum günüm." gibi bağrışmaları, konser havasına girmeyi imkansız hale getiriyordu.

Her şeye rağmen, aradan yıllar geçse de, Şebnem Ferah'ın bazı şarkılarının hala çok efsane olduğunu düşünüyorum. En sevdiğim şarkıyı seçmek oldukça zor; ama sanırım Sigara, Bu Aşk Fazla Sana ve Mayın Tarlası listemin başını çeker.



Pazar sabahı da güne Dolapdere Bit Pazarı'nda başladık. Dolapdere Bit Pazarı, bence şehirdeki en fotojenik yerlerden biri. Sokaklarında dolaşmayı insan çeşitliliği sebebiyle gerçekten çok seviyorum.






Bu gün de bütün o salaşlığın ve yokluğun içinde, film sahnesi gibi bir ana denk geldik. Yere serilmiş kirli bir örtünün üzerine, pek çok ıvır zıvır eşyayı atmış bir amcanın örtüsünün üzerinde, gayet iyi giyinmiş bir kız ve erkek oturuyordu. Erkek bir elinde cigarası, onu fosur fosur içerek adamın sattığı orgu çalıyordu. Satıcı Amca, örtüsünün üstünde oturan mini şortlu şaşkınlıkla kıza bakarak, "Şu tarafa otursan daha rahat edersin bacım." dedi. Kız, harika güneş gözlüklerinin arkasından büyük bir rahatlıkla satıcı amcaya cevap verdi: "Yok aşkım, ben burada rahatım." Ve biz bütün o curcunanın ortasında kahkahalar atarak bu harika sahneyi hipnotize olmuş gibi izlemeye başladık.

Bu gün pazardan topladığım ganimetlerim de bunlar. Özellikle minicik bira bardağı şeklinde shot bardaklarına aşık oldum.


Pazardan sonra kahvaltı etmek için Karaköy'ün yolunu tuttuk.  Muhit'te Muhit Tost ve Avokadolu Tostları yuvarlayıp kahvelerimizi içtik ve sokaklardaki grafittilerin keyfini sürdük.





Sonraki istikametimiz Zorlu oldu, Beymen'de harika bir indirim vardı. Ayaklarımızda bambaşka ayakkabılar, kahkahalı sohbetler ederek alışverişimizi tamamladıktan sonra, Morini Lounge'ta biralarımızı yudumlarken, bu haftasonunun en keyifli anlarını listeledik.

Şimdi, onları havalimanına uğurlamış haftasonunu kapatırken, emin olduğum bir şey varsa, o da hayat kahkaha atarak çok daha güzel. Ve bazen "The End yazısının ardından batan güneşe karşı kahramanca klark çekmek" için başka bir şehre gitmeye bile gerek yokmuş...

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Sezen, bu yazıya bayıldım! Enerji dolu, Pazartesi sabahına birebir. İlham verdin yine! ^-^

Hele şu paragraf... :)

"...Çok para kazanınca bir şey olmuyor misal. Havlular düzgün durunca, geniş ekran televizyon alınca, daha iyi koltuk takımı edinince, iş yerinde performans değerlendirme testlerinde göğse kırmızı kurdeleyi çakınca bir numara olmuyor. Böyle bir hayatta, torununuza anlattığınızda, gözlerini yerinde oynatacak, ağzını açık bıraktıracak hikayeler birikmiyor..."

Pinterest'im

Instagram'ım