08 Haziran 2015

Yuchi ile Karadeniz 3 - Zil Kale, Ortan Köyü, Osmanlı Köprüsü'nde Şarap Keyfi ve Çinçiva Kahvesi

Henüz güneş kendini tam olarak göstermemişken, seçim sayfasını bu sefer her zamankinden daha umutla kapatmışken, güya mart ayında tamamlamayı planladığım #dahaiyiben projemin ev kısmı ile yeniden ufak ufak ilgilenmeye başlamışken, mutfak masamın üstüne yayılmış kocaman Prag haritasının üzerinde yavaş yavaş gezilecek görülecekleri işaretlerken, Tel Aviv seyahati için rehber ve vize işlerini organize ederken, tabii bir yandan ofis-yoga-etkinlikler arasında mekik dokurken, yani alışılmış şehir hayatı tempomda, her saniyenin planını yaparak oradan oraya koşup, listeler oluştururken tekrar Karadeniz yazılarına dönmek, o yemyeşil fotoğrafları yüklemek, o anları hatırlamak bile huzur veriyor. İyi geliyor.

Bazı şeylerin neye ve nasıl iyi geldiğini açıklamakta zorlanıyorum. Mesela yoga da öyle. Ne çok istikrarlı derslere gidiyorum, ne oturup felsefesini okuyorum, ne vücudumda inanılmaz bir fark gözlemliyorum. Diğer yandan bir saat boyunca tek derdimin 'Elim doğru yerde mi duruyor?', 'Bacaklarım tam olarak omuz genişliğinde mi açık?' gibi şeyler olması, zihnimden diğer her şeyin uçması ve yavaşlamak bana harika hissettiriyor. Galiba ben yavaşlamak için dışarıdan bir desteğe ihtiyaç duyuyorum. Bu yüzden, listeler ve planlar yapmadan durmamı sağlayan şeyler bana harika hissettiriyor. Dinleniyorum.

Karadeniz gezisi de böyleydi. Dürüst olmak gerekirse, gitmemin tek sebebi daha önce görmediğim bir yer olmasıydı. Beklentim yoktu. Ama sürekli yeşilin içinde olmak, tek yapmam gereken şeyin yürümek olması, sessizlik, sakinlik, yeşil ve doğa ruhuma o kadar iyi geldi ki...

Her gün yağmurun çamurun içinden onlarca kilometre yol yürümüşken "dinlendim" demenin ironik olduğunun farkındayım. Ama vücudu dinlendirmek için uyku yeterli zaten, zor olan zihni dinlendirmek ve bunun için Karadeniz gerçekten harika bir istikamet.



Çat Köyü'nden dönerken, deniz seviyesinden 750 metre yükseklikteki Zil Kale'ye uğruyoruz. Kalenin orijinal hali ahşapmış ve bugün geriye ahşaptan eser kalmamış. Ama ama kalenin manzarası o kadar harika ki, aklımız başımızdan gidiyor. Bu gezide o ana kadar gördüğümüz ve bizi en çok etkileyen yer oluyor Zil Kale.


Kalenin avlusunda bir masa var, orada oturup manzarayı izlemeye ve fotoğraflar çekmeye doyamıyoruz.





Bulutların hizasında durup, yemyeşil vadiyi izlemek o kadar harika ki, saatlerce hiçbir yere kımıldayamıyoruz. Sevgili rehberimiz Yuchi  "Bundan daha iyi manzaralı bir masaya götüreyim sizi, orada bir kahve içelim." demese muhtemelen biz akşama kadar o avluda takılacağız.

Bundan daha iyi bir manzara olabileceğini hayal bile edemiyoruz.

İşte Ortan Köyü'ne böyle düşüyor yolumuz. Burası pek turistik olmayan, terk edilmiş gibi görünen bir köy. Yolundaki tabelalar çok yaratıcı ve komik.


Köye vardıktan sonra, yağmur sebebiyle ıslanmış çamur olmuş, daracık bir yolda dakikalarca yürüyoruz.

Ve sonra "cennet" karşımızda duruyor.


Hipnotize olmak, büyülenmek, maneviyatın artması her ne olarak nitelendirirsek nitelendirelim, kalakalıyoruz, çarpılıyoruz, inanamıyoruz.

O kadar etkileniyorum ki, ertesi gün ofise dönüp iş başı yapmam gerekirken, o an patronuma mail atıp izin istiyorum. Kalabildiğim kadar kalmak, keşfedebildiğim kadar keşfetmek istiyorum. Dünyanın dört bir yanında fink atarken, burnumun dibindeki mucizeleri öyle hemen terk edemeyeceğime karar veriyorum.




Dönüş yolunda bir keçi sürüsü yolumuzu kesiyor. Hepimiz aracın camlarına yapışmış keçileri izlerken, aralarındaki yavruları görüyoruz. Osman Abi'ye "Dur dur dur, inelim lütfen." diye heyecanla bağırmaya başlıyoruz.




Çobanlarla sohbet ediyoruz. Bizim sürüye karşı duyduğumuz ilgi karşısında oldukça şaşkınlar. "Allah bize de bunları vermiş, uğraşıyoruz. Çok şükür" diyorlar. Yakınmadan, şikayet etmeden, vakur bir kabul etmişlikle...  "Hayata ne kadar farklı noktalardan bakıyor, ne kadar farklı hayatlar yaşıyoruz." diye düşünmeden "Neden biz böyle tatmin olamıyoruz? " diye sorgulamadan edemiyorum.


Osmanlı döneminden kalma köprünün üstüne geldiğimizde "Ah şimdi bir şarap olsa da içsek" derken, ortaya leziz bir şişe kırmızı şarap çıkıyor. Rüyada gibiyiz.


Köprünün kenarlarına sırtımızı yaslayacak biçimde oturuyoruz, şarabımızı yudumlarken, şarap dileğimizi gerçek yapan Memiş Ali Yazıcı ile tanışıyoruz. Onun harika fotoğraflarına bakıyoruz. Şarap dileğimizi gerçek yapan kişi, bir anda, bir gün evlenirsem, fotoğraflarımı çekmesini şiddetle arzuladığım kişiye dönüşüyor. Hani yakında böyle bir planınız varsa, kendisi ile iletişime geçmemizi şiddetle tavsiye ederim.



Karnımız acıkmaya başlayınca, köprünün hemen yanındaki Çinçiva Kahvesi'ne gidiyoruz.



Muhlama, mısır ekmeği, çay, sigara ve çok keyifli bir sohbetten sonra, konakladığımız köşke geri dönüyoruz.

Rehberimiz Yuchi "Sabah 7:15'te burada buluşuyoruz." diyor, konakladığımız yerin sahibi Murat büyük genişlikle "9'u bulur o Yuchi." diyor. İç ses ve dış ses gibiler. Onların diyaloglarını dinleyip kahkahalar atarak, Karadeniz'deki ikinci günümüzü kapatıyoruz.

Ve o günden sonra her şeyi daha çok seviyorum.

1 yorum:

S dedi ki...

Zil kale beni de büyülemişti, ancak renovasyonun kötülüğü biraz üzmüştü.
Bir de, bu kadar güzel bir kalenin, nasıl turistik bir yer olmadığını da aklım almıyor.

Pinterest'im

Instagram'ım