Darmadağınık evime her geldiğimde, her geçen gün sayıları artan ve okunmayı bekleyen kitap ve dergi yığınına göz attığımda, yazmayı düşündüğüm konuları not ettiğim liste uzadığında kendi kendime "hafta içleri ofisten çıkınca doğrudan eve gelme" sözü veriyorum.
Ajandamın her günkü sayfasında "Bugün en az altı saat uyu." yazarken, aylardır her ayki burç yorumum oldukça kışkırtıcı biçimde o ay sosyallik ve seyahat sınırlarını zorlayacağımı buyuruyor: "Pasaportuna yeni damgalar eklenecek, harika seyahatlere çıkacaksın. / Gap year için harika bir dönemdesin, Nicaragua'da sörf okuluna git, yoga sertifikası eğitimine başla veya sırt çantanı alıp Avrupa turuna çık. / Geçmiş günlerden tanıdığın kız arkadaşlarınla uzun zamandan sonra buluşmak, çok çılgın olacak. / Bu eylülde henüz tam olarak işe geri dönme ruh halinde olmayacaksın." gibi.
(Sıradan burç yorumlarından sıkıldıysanız Refinery benim en sevdiklerimden.)
Son zamanlarda herkesten duymaya başladığım "fomo" (fear of missing out) kelimesinden habersiz olduğum günlerden beri, gerçekten her şeye yetişme ve aynı anda her şey olabilme tutkusu duyuyorum. Hem çılgın gibi partilemek, hem evde hamarat bir kadın olmak istiyorum; hem işimde hiçbir sorumluluğu aksatmayayım, hem de gezip tozmam eksik kalmasın diye oradan oraya koşuyorum. Bu döngüde hep eksik kalan uyku oluyor. Ne zaman sekiz saat uyumaya fırsat bulsam, herkes "Çok iyi görünüyorsun." diyor. Bu iltifatlar bile, koşturmamın hızını kesecek motivasyonu sağlamıyor.
Bu aralar güzel tekliflere "hayır" demek üstünde çalışıyorum, nasıl zorlandığımı anlatamam. Gerçekten biraz evde vakit geçirmeyi, duştan çıktıktan sonra sallana sallana evin içinde gezinmeyi, ne giysem diye düşünmek için 15 dakikadan fazla zamanım olmasını gerçekten özlemişim. Yine de evde de otursam, uğraşacak bir şeyler mutlaka bulup, gece yatağa oldukça geç giriyorum. Hayatım boyunca "canı sıkılan" insanları anlayabileceğimi hiç sanmıyorum, benim yaklaşık son on yıldır hiç canım sıkılmadı.
Bütün bu döngüde, keşfettiklerim, yaptıklarım, sevdiklerim, sevmediklerim oluyor. Hiçbiri bir yazı konusu olacak kadar kapsamlı olmadığından, unutulup gidiyorlar. Biliyorsunuz teşhircilik sınırında paylaşmayı seven bir insanım. O yüzden her hafta ilk yazı olarak bir önceki haftadan notları paylaşmaya karar verdim :)
Pazartesi günleri genel olarak zordur ya, bu hafta pazartesi benim için ekstradan zor. Çünkü son zamanlarda çıktığım seyahatlerin tamamına long-weekend kıvamında gidiyor, üç gün sonra tekrar iş başı yapıyordum. Bu sefer tastamam dokuz gündür ofisten uzaktayım, California'da hayalini kurabileceğimden bile öte güzellikte bir tatil yapmışım ve üstüne üstlük saat farkı nedeniyle sersem haldeyim. Ama beni motive eden bir şey var: Martha Londra'dan gelmiş olması ve o gün kavuşma planımız bulunması.
Bir zamanlar aynı ofis odasında çalışırken ve aramızda ofis arkadaşları seviyesinde hal hatır sorma biçiminde bir iletişim varken, bir çılgınlık yapıp, birlikte Beyrut'a gitmiştik.
O günden beri çok içten biçimde inanıyorum ki, seyahat bir insanı tanımak için en harika yöntem. Çok seyahatten harika arkadaşlıklar kurarak veya yıllardır süren ilişkileri bitirme kararı vererek döndüm. Martha ile de Beyrut maceramızdan sonra, gerçekten çok yakın iki arkadaş olduk. O Londra'ya taşındıktan sonra bile, ses kayıtları, videolar, whatsup yazışmaları bana her zaman çok iyi geldi.
Bir sene sonra kavuşmanın ne kadar güzel olduğunu ve tamamen tesadüfen aynı kolyeyi takmanın keyfini anlatamam. Bir senemizi birbirimize anlatıyoruz, heyecanlarımızı paylaşıyoruz, yaralarımızı sarıyoruz, hayaller kuruyoruz ve en yakın zamanda Londra'da buluşmak üzere ayrılıyoruz.
Üniversite yıllarımızda en sık uğradığımız adreslerden biri olan, Asmalımescit'teki Balkon hala çok güzel. Yemekleri sıra dışı veya çok lezzetli değil, o yüzden yemek yerine, bira ve patates için uğramanızı ve özellikle de gün batmadan önce masaya oturmanızı tavsiye ederim.
Salı ve Çarşamba günleri, dışarıda ufak tefek işlerimi hallettikten sonra evde takılıyorum. Biraz market alışverişi yapıp, çok çaba harcatmayan tarifler deniyorum.
Bunlardan ilki şeftalili smoothie. Yumuşak şeftalileri, Nesfit'i, yoğurdu ve keten tohumunu el blenderında çırpıp köpük köpük bir sıvı haline getiriyorsunuz, o kadar. Gerçekten hazırlaması çok pratik, tadı lezzeti ve oldukça da sağlıklı.
İkincisi de rokalı semizotlu salata. Semizotunu hazır ayıklanmış alırsanız, işler daha da pratik hale geliyor. Aşurelik buğdayı haşlayıp soğuttuktan sonra, rokalar ve taze soğan ile karıştırıp, nar ekişisi ile zeytinyağı eklediniz mi hazır. Yine çok sağlıklı olduğunu söylememe gerek yok sanırım. :)
Perşembe akşamı, yıllar önce gittiğim insan hakları hukuku sertifika programında tanıştığım ve birlikte harika bir ay geçirdiğim ekipten, Ekvatorlu olan arkadaşım Cami ve onun Avusturalyalı arkadaşı ile İstanbul'da dışarı çıkma zamanı. Harika manzarası sebebiyle "Hadi Robins'e gidelim." diyorum. Taksim meydanında buluşup, ellerine Kızılkayalar'dan birer ıslak hamburger tutuşturup, Taksim'in ben İstanbul'a taşındığımdan beri dönüşümünü anlatarak, Galata'ya yürütüyorum onları.
Sohbet o kadar güzel, kokteyller o kadar lezzetli ki, gece uzadıkça uzuyor, kahkahalar şenlendikçe şenleniyor. Ne kadar harika insanlar tanıyorum, diye mutlu biçimde uyuyorum o gece.
Cuma haftanın en sevdiğim günü. Bu sevgili günüme başka çok sevdiğim şeyler eşlik ediyor; San Francisco'da Ross'tan harika bir fırsat şeklinde kaptığım çorap rahatlığında ve rengine aşık olduğum Michael Kors ayakkabılarım ve Bodrum Mantı'nın kızarmış mantısı Feraye.
Son zamanlarda çok gezdim tozdum, biriken işler var haliyle, gezme tozma planlarını haftasonuna saklayıp, ofiste takılıyorum. Sonra da eve gelip, ayaklarımı uzatıp, yeşil Efes'imi buzlukta soğutarak, avakado ve dergi okuyarak keyif çatıyorum. Sahi ben ertesi gün yakalanacak bir uçak, yetişilecek bir yer olmadan en son ne zaman böyle ayaklarımı uzatıp oturdum acaba?
O anda tek bir şey diliyorum: Hayatımı oluşturan her parçaya avokadoya olduğu kadar büyük bir tutku besleyebilmeyi... İşime, hayatımdaki adama, evime...
Cumartesi günü, sevgili Cami'nin pasaportunun kaybolması nedeniyle oldukça heyecanlı biçimde güne başlıyoruz. Sonra yogitam ile buluşup, Galata butiklerini arşınlıyoruz. Lunapark Shop, Halt ve Unexpected Stories, hala yolunuzu düşürmediyseniz listenize eklemeniz gereken adresler. Türk tasarımcıların ürünlerini satıyorlar, bardaktan takıya, ayakkabıdan havluya, uyku gözlüğünden kesme tahtalarına kadar çok eğlenceli parçalar var. Mutlaka bayılacağınız bir şeyler bulacaksınızdır.
Sadece fiyatlar bence olması gerekenin üzerinde, çünkü bütün güzelliklerine rağmen, olağandışı özgünlüğü olmayan, daha önce instagram'da görmüş olduğum tasarımlardalar ve değerli bir materyalden yapılmış değiller. Bu bakımdan Belgrad burnumda tütüyor, yine de birkaç parça almadan duramıyorum.
Ardından yemek yemek için Karaköy'deki Colonie'ye gidiyoruz. Çok keyifli bir gün geçirmeme rağmen, İstanbul'a içten içe söylenmeye başlıyorum. Servis harika, herkes güler yüzlü; ama menünün ana yemek kısmından seçtiğim somon yukarıda fotoğrafta gördüğünüz. Tadı kötü diyemem; ama Türk Hava Yolları'nın yurtdışı uçuşlarda servis ettiği somon bile daha büyük porsiyonda ve daha lezzetli. O yüzden ödenen paranın hakkını kesinlikle vermiyor.
Cami ve karmaşık bir ilişki içinde olduğu Avusturalyalı arkadaşı da bize katılınca onlara Karaköy turu attırmaya karar veriyoruz. Kesinlikle bayılıyorlar sokaklara ve kalabalığa. Sonra Karabatak'ta oturup birer cold brew yudumluyoruz, güzel bir sohbet eşliğinde. Kalktığımızda yogitam "Bayıldım, inanılmaz tatlı insanlar bunlar." diyor. Çok seviniyorum, çünkü biliyorum kolay kolay sevmez herkesi, aynı ortamda bulunmaya tahammül edemediği arkadaşlarım vardır.
Sohbetler şerefeler derken, gecesi uzun bir cumartesi oluyor, haliyle Pazar günü birikmiş uyku borçlarımın da çoğunu ödeyerek akşam üstü gibi uyanıyorum. Pembe matımı serip yoga yaparak ve kahve yerine limon sıkılmış sıcak su içerek güne başlıyorum. #dahaiyiben için yeniden kolları sıvamaya hazır hissediyorum kendimi.
Haliç Kongre Merkezi'ndeki Artinternational'i kaçırıyorum, ama çok umurumda olmuyor, zaten içeride sergilenen neredeyse her parçayı birileri instagrama yüklüyor, sabah kahvaltımı ederken o fotoğraflar arasında geziniyorum.
Tastamam içinde bulunduğum duruma uyduğu için "Ağzı bozuk şarkılar tutum sana biraz ağır. Haydi haydi saldır saldır. Gül gibi uyuyan yılanı uyandırdın. Garanti bildin beni, havalandın. Yürek yemiş sanki mübarek, neyine güvendin evladım?" diye şarkı söyleyerek evin içinde dans etmenin dışında, gün boyunca yatak keyfi yapmanın sefasını sonuna kadar sürüyorum.
Her akşamına bambaşka bir plan olan yeni haftaya başlamaya hazırım!
Keyifle, dolu dolu yaşayarak kalın!
Ajandamın her günkü sayfasında "Bugün en az altı saat uyu." yazarken, aylardır her ayki burç yorumum oldukça kışkırtıcı biçimde o ay sosyallik ve seyahat sınırlarını zorlayacağımı buyuruyor: "Pasaportuna yeni damgalar eklenecek, harika seyahatlere çıkacaksın. / Gap year için harika bir dönemdesin, Nicaragua'da sörf okuluna git, yoga sertifikası eğitimine başla veya sırt çantanı alıp Avrupa turuna çık. / Geçmiş günlerden tanıdığın kız arkadaşlarınla uzun zamandan sonra buluşmak, çok çılgın olacak. / Bu eylülde henüz tam olarak işe geri dönme ruh halinde olmayacaksın." gibi.
(Sıradan burç yorumlarından sıkıldıysanız Refinery benim en sevdiklerimden.)
Son zamanlarda herkesten duymaya başladığım "fomo" (fear of missing out) kelimesinden habersiz olduğum günlerden beri, gerçekten her şeye yetişme ve aynı anda her şey olabilme tutkusu duyuyorum. Hem çılgın gibi partilemek, hem evde hamarat bir kadın olmak istiyorum; hem işimde hiçbir sorumluluğu aksatmayayım, hem de gezip tozmam eksik kalmasın diye oradan oraya koşuyorum. Bu döngüde hep eksik kalan uyku oluyor. Ne zaman sekiz saat uyumaya fırsat bulsam, herkes "Çok iyi görünüyorsun." diyor. Bu iltifatlar bile, koşturmamın hızını kesecek motivasyonu sağlamıyor.
Bu aralar güzel tekliflere "hayır" demek üstünde çalışıyorum, nasıl zorlandığımı anlatamam. Gerçekten biraz evde vakit geçirmeyi, duştan çıktıktan sonra sallana sallana evin içinde gezinmeyi, ne giysem diye düşünmek için 15 dakikadan fazla zamanım olmasını gerçekten özlemişim. Yine de evde de otursam, uğraşacak bir şeyler mutlaka bulup, gece yatağa oldukça geç giriyorum. Hayatım boyunca "canı sıkılan" insanları anlayabileceğimi hiç sanmıyorum, benim yaklaşık son on yıldır hiç canım sıkılmadı.
Bütün bu döngüde, keşfettiklerim, yaptıklarım, sevdiklerim, sevmediklerim oluyor. Hiçbiri bir yazı konusu olacak kadar kapsamlı olmadığından, unutulup gidiyorlar. Biliyorsunuz teşhircilik sınırında paylaşmayı seven bir insanım. O yüzden her hafta ilk yazı olarak bir önceki haftadan notları paylaşmaya karar verdim :)
Pazartesi günleri genel olarak zordur ya, bu hafta pazartesi benim için ekstradan zor. Çünkü son zamanlarda çıktığım seyahatlerin tamamına long-weekend kıvamında gidiyor, üç gün sonra tekrar iş başı yapıyordum. Bu sefer tastamam dokuz gündür ofisten uzaktayım, California'da hayalini kurabileceğimden bile öte güzellikte bir tatil yapmışım ve üstüne üstlük saat farkı nedeniyle sersem haldeyim. Ama beni motive eden bir şey var: Martha Londra'dan gelmiş olması ve o gün kavuşma planımız bulunması.
Bir zamanlar aynı ofis odasında çalışırken ve aramızda ofis arkadaşları seviyesinde hal hatır sorma biçiminde bir iletişim varken, bir çılgınlık yapıp, birlikte Beyrut'a gitmiştik.
O günden beri çok içten biçimde inanıyorum ki, seyahat bir insanı tanımak için en harika yöntem. Çok seyahatten harika arkadaşlıklar kurarak veya yıllardır süren ilişkileri bitirme kararı vererek döndüm. Martha ile de Beyrut maceramızdan sonra, gerçekten çok yakın iki arkadaş olduk. O Londra'ya taşındıktan sonra bile, ses kayıtları, videolar, whatsup yazışmaları bana her zaman çok iyi geldi.
Bir sene sonra kavuşmanın ne kadar güzel olduğunu ve tamamen tesadüfen aynı kolyeyi takmanın keyfini anlatamam. Bir senemizi birbirimize anlatıyoruz, heyecanlarımızı paylaşıyoruz, yaralarımızı sarıyoruz, hayaller kuruyoruz ve en yakın zamanda Londra'da buluşmak üzere ayrılıyoruz.
Üniversite yıllarımızda en sık uğradığımız adreslerden biri olan, Asmalımescit'teki Balkon hala çok güzel. Yemekleri sıra dışı veya çok lezzetli değil, o yüzden yemek yerine, bira ve patates için uğramanızı ve özellikle de gün batmadan önce masaya oturmanızı tavsiye ederim.
Salı ve Çarşamba günleri, dışarıda ufak tefek işlerimi hallettikten sonra evde takılıyorum. Biraz market alışverişi yapıp, çok çaba harcatmayan tarifler deniyorum.
Bunlardan ilki şeftalili smoothie. Yumuşak şeftalileri, Nesfit'i, yoğurdu ve keten tohumunu el blenderında çırpıp köpük köpük bir sıvı haline getiriyorsunuz, o kadar. Gerçekten hazırlaması çok pratik, tadı lezzeti ve oldukça da sağlıklı.
İkincisi de rokalı semizotlu salata. Semizotunu hazır ayıklanmış alırsanız, işler daha da pratik hale geliyor. Aşurelik buğdayı haşlayıp soğuttuktan sonra, rokalar ve taze soğan ile karıştırıp, nar ekişisi ile zeytinyağı eklediniz mi hazır. Yine çok sağlıklı olduğunu söylememe gerek yok sanırım. :)
Perşembe akşamı, yıllar önce gittiğim insan hakları hukuku sertifika programında tanıştığım ve birlikte harika bir ay geçirdiğim ekipten, Ekvatorlu olan arkadaşım Cami ve onun Avusturalyalı arkadaşı ile İstanbul'da dışarı çıkma zamanı. Harika manzarası sebebiyle "Hadi Robins'e gidelim." diyorum. Taksim meydanında buluşup, ellerine Kızılkayalar'dan birer ıslak hamburger tutuşturup, Taksim'in ben İstanbul'a taşındığımdan beri dönüşümünü anlatarak, Galata'ya yürütüyorum onları.
Sohbet o kadar güzel, kokteyller o kadar lezzetli ki, gece uzadıkça uzuyor, kahkahalar şenlendikçe şenleniyor. Ne kadar harika insanlar tanıyorum, diye mutlu biçimde uyuyorum o gece.
Cuma haftanın en sevdiğim günü. Bu sevgili günüme başka çok sevdiğim şeyler eşlik ediyor; San Francisco'da Ross'tan harika bir fırsat şeklinde kaptığım çorap rahatlığında ve rengine aşık olduğum Michael Kors ayakkabılarım ve Bodrum Mantı'nın kızarmış mantısı Feraye.
Son zamanlarda çok gezdim tozdum, biriken işler var haliyle, gezme tozma planlarını haftasonuna saklayıp, ofiste takılıyorum. Sonra da eve gelip, ayaklarımı uzatıp, yeşil Efes'imi buzlukta soğutarak, avakado ve dergi okuyarak keyif çatıyorum. Sahi ben ertesi gün yakalanacak bir uçak, yetişilecek bir yer olmadan en son ne zaman böyle ayaklarımı uzatıp oturdum acaba?
O anda tek bir şey diliyorum: Hayatımı oluşturan her parçaya avokadoya olduğu kadar büyük bir tutku besleyebilmeyi... İşime, hayatımdaki adama, evime...
Cumartesi günü, sevgili Cami'nin pasaportunun kaybolması nedeniyle oldukça heyecanlı biçimde güne başlıyoruz. Sonra yogitam ile buluşup, Galata butiklerini arşınlıyoruz. Lunapark Shop, Halt ve Unexpected Stories, hala yolunuzu düşürmediyseniz listenize eklemeniz gereken adresler. Türk tasarımcıların ürünlerini satıyorlar, bardaktan takıya, ayakkabıdan havluya, uyku gözlüğünden kesme tahtalarına kadar çok eğlenceli parçalar var. Mutlaka bayılacağınız bir şeyler bulacaksınızdır.
Sadece fiyatlar bence olması gerekenin üzerinde, çünkü bütün güzelliklerine rağmen, olağandışı özgünlüğü olmayan, daha önce instagram'da görmüş olduğum tasarımlardalar ve değerli bir materyalden yapılmış değiller. Bu bakımdan Belgrad burnumda tütüyor, yine de birkaç parça almadan duramıyorum.
Ardından yemek yemek için Karaköy'deki Colonie'ye gidiyoruz. Çok keyifli bir gün geçirmeme rağmen, İstanbul'a içten içe söylenmeye başlıyorum. Servis harika, herkes güler yüzlü; ama menünün ana yemek kısmından seçtiğim somon yukarıda fotoğrafta gördüğünüz. Tadı kötü diyemem; ama Türk Hava Yolları'nın yurtdışı uçuşlarda servis ettiği somon bile daha büyük porsiyonda ve daha lezzetli. O yüzden ödenen paranın hakkını kesinlikle vermiyor.
Sohbetler şerefeler derken, gecesi uzun bir cumartesi oluyor, haliyle Pazar günü birikmiş uyku borçlarımın da çoğunu ödeyerek akşam üstü gibi uyanıyorum. Pembe matımı serip yoga yaparak ve kahve yerine limon sıkılmış sıcak su içerek güne başlıyorum. #dahaiyiben için yeniden kolları sıvamaya hazır hissediyorum kendimi.
Haliç Kongre Merkezi'ndeki Artinternational'i kaçırıyorum, ama çok umurumda olmuyor, zaten içeride sergilenen neredeyse her parçayı birileri instagrama yüklüyor, sabah kahvaltımı ederken o fotoğraflar arasında geziniyorum.
Tastamam içinde bulunduğum duruma uyduğu için "Ağzı bozuk şarkılar tutum sana biraz ağır. Haydi haydi saldır saldır. Gül gibi uyuyan yılanı uyandırdın. Garanti bildin beni, havalandın. Yürek yemiş sanki mübarek, neyine güvendin evladım?" diye şarkı söyleyerek evin içinde dans etmenin dışında, gün boyunca yatak keyfi yapmanın sefasını sonuna kadar sürüyorum.
Her akşamına bambaşka bir plan olan yeni haftaya başlamaya hazırım!
Keyifle, dolu dolu yaşayarak kalın!
4 yorum:
Ne güzel enerji dolu bir yazı olmuş :)
Yalnız tutamadım kendimi söylemem lazım: Buğdaylı rokalı salatanızdaki yeşillikler roka değil, semizotu :) Sevgiler....
gerçekten enerji dolu. ama şu can sıkılma olayı gerçekten can sıkıcı :) mütemadiyen canım sıkılıyor diyebilirim eğlensem bile bi iç sıkıntısı nedendir bilemiyorum artık :( :)
biz senı bildik bileli fomosun :)
http://mushaboom8.blogspot.com.tr/2011/10/imdat-fomo-oldum.html
Yorum Gönder