Önümüzde upuzun bir San Francisco pazarı var. Sonraki birkaç gün için başka şehirlere heyecan verici seyahatler planladığımız için, şehri keşfetmek için az sayıdaki günümden biri o gün.
San Francisco, ilk görüşte aşk yaratan şehirlerden değil. Çarpmıyor, vurmuyor, başını döndürmüyor insanın. Ama hayatının bir döneminde San Francisco'da yaşamış kiminle konuşsam, hepsi anlaşmış gibi, mutlulukla 'çok yaşanılası' bir şehir olduğunu söylüyor. O da bu şehre derin bir tutku duyuyor.
Bu yüzden turist ruh halinde oradan oraya çılgınlar gibi koşmak değil, O'nun San Francisco hayatını deneyimlemek ve anlamak istiyorum.
Red Door Cafe'de brunch ile keyiflendikten ve tıka basa doyduktan sonra, Chestnut Street'e çıkıyoruz. Minik butiklere girip çıkıp, harika kitap ve defterler topladıktan sonra, David's Tea'de bir mola veriyoruz.
İçeri girerken, "Ben çay sevmem ki." diye burun kıvırıyorum; ama içeri girdikten sonra büyük bir coşkuyla rafları kurcalamaya ve çayları koklamaya başlıyorum. Martini ile karıştırılıp kokteyl yapılan çaylardan alıyorum, bir önceki gece içtiğim High Noon Tea kadar lezzetli olur umuduyla... Sonra ilginç bir presste demlenen soğuk çayımı seçiyorum.
Soğuk çayı yudumlayarak, caddede yürüyoruz. Çayımız bitince Bar None'a girip, eğlenceli bir oyun oynuyoruz, fena halde yenilmemden sonra, tekrar caddeye çıkıyoruz.
Bira içmek için istediğim bir yeri seçebileceğimi söylemesinden birkaç dakika sonra karşımıza çıkan Sabrosa bizi çağırıyor; çünkü henüz öğle saatini biraz geçmiş olmasına rağmen, içeride gerçekten parti var. Yüksek sesle müzik çalıyor, San Francisco için alışılmadık olacak biçimde kadınlar makyajlı ve herkes kokteyllerini yudumluyor. Hiç düşünmeden bara kurulup, siparişlerimizi veriyor, gündüz partisine dahil oluyoruz. Konsepte bayılıyorum.
Sabahki mimosaların üstüne Sabrosa'da kokteylleri devirdikten sonra, elbette ki keyfimiz tam yerinde.
Yolun üstündeki bir Susie Cakes'in cazibesine dayanamayıp, birer cupacake kaptıktan sonra marinaya iniyor ve meşhur Golden Gate'e karşı cupcake'lerimizi yiyoruz.
Sahilde biraz keyif çattıktan sonra, 1915 yılında Panama - Pasific fuarı için inşaa edilen devasa ve bir o kadar da güzel Palace of Fine Arts'a gidiyoruz. Orada turist olduğumu tekrar hatırlayıp, çantamdan kameramı ilk defa çıkartıyorum. Sonra öpüşe koklaşa çimlerde yayılıp, güneş kaybolup hava serinleyinceye dek pazar keyfi yapıyoruz.
Akşam yemeği için Fransız Restoranı Chez Maman'a geçiyoruz. O'nun Brezilyalı bir arkadaşı yanımda oturuyor ve kendisini daha ilk saniyede seviyorum; çünkü aynen benim gibi masaya gelen her yemeğin fotoğrafını çekmeden, yenilmesine kesinlikle izin vermiyor, erkekleri sevdiğini ama lezzetli yemekleri erkeklerden daha çok sevdiğini açıklıyor. Tutkulu insanları sevdiğimi, yemeğe tutkulu insanları daha çok sevdiğimi; lezzetli yiyecek ve içeceklere karşı hiç bir zaman heyecanlanmayan, sadece karnım doysun diye yemek yiyen insanlara güvenmediğimi ve sempati beslemekte zorlandığımı o anda fark ediyorum.
"Escargot yer misin?" diye soruyorlar. Escargot'un ne olduğu hakkında hiç bir fikrim olmadığını beyan ettiğimde büyük şamata kopuyor, hemen sipariş veriliyor, ne olduğu bana sürpriz olacakmış. Ve pestolu sarımsaklı salyangozlarım az sonra önümde. Hepimiz hem fikiriz o kadar çok sosla yer şey yenilebilir ve sunumu kesinlikle çok şık.
Herkes farklı yemekler sipariş ediyor, herkes herkesin yemeğine sulanıyor, sohbetler ediliyor, karınlar harika biçimde doyuyor ve pazar günü bitiyor.
Lezzetli yemeklere karşı tutkulu kalın!
San Francisco, ilk görüşte aşk yaratan şehirlerden değil. Çarpmıyor, vurmuyor, başını döndürmüyor insanın. Ama hayatının bir döneminde San Francisco'da yaşamış kiminle konuşsam, hepsi anlaşmış gibi, mutlulukla 'çok yaşanılası' bir şehir olduğunu söylüyor. O da bu şehre derin bir tutku duyuyor.
Bu yüzden turist ruh halinde oradan oraya çılgınlar gibi koşmak değil, O'nun San Francisco hayatını deneyimlemek ve anlamak istiyorum.
Red Door Cafe'de brunch ile keyiflendikten ve tıka basa doyduktan sonra, Chestnut Street'e çıkıyoruz. Minik butiklere girip çıkıp, harika kitap ve defterler topladıktan sonra, David's Tea'de bir mola veriyoruz.
İçeri girerken, "Ben çay sevmem ki." diye burun kıvırıyorum; ama içeri girdikten sonra büyük bir coşkuyla rafları kurcalamaya ve çayları koklamaya başlıyorum. Martini ile karıştırılıp kokteyl yapılan çaylardan alıyorum, bir önceki gece içtiğim High Noon Tea kadar lezzetli olur umuduyla... Sonra ilginç bir presste demlenen soğuk çayımı seçiyorum.
Soğuk çayı yudumlayarak, caddede yürüyoruz. Çayımız bitince Bar None'a girip, eğlenceli bir oyun oynuyoruz, fena halde yenilmemden sonra, tekrar caddeye çıkıyoruz.
Bira içmek için istediğim bir yeri seçebileceğimi söylemesinden birkaç dakika sonra karşımıza çıkan Sabrosa bizi çağırıyor; çünkü henüz öğle saatini biraz geçmiş olmasına rağmen, içeride gerçekten parti var. Yüksek sesle müzik çalıyor, San Francisco için alışılmadık olacak biçimde kadınlar makyajlı ve herkes kokteyllerini yudumluyor. Hiç düşünmeden bara kurulup, siparişlerimizi veriyor, gündüz partisine dahil oluyoruz. Konsepte bayılıyorum.
Sabahki mimosaların üstüne Sabrosa'da kokteylleri devirdikten sonra, elbette ki keyfimiz tam yerinde.
Yolun üstündeki bir Susie Cakes'in cazibesine dayanamayıp, birer cupacake kaptıktan sonra marinaya iniyor ve meşhur Golden Gate'e karşı cupcake'lerimizi yiyoruz.
Sahilde biraz keyif çattıktan sonra, 1915 yılında Panama - Pasific fuarı için inşaa edilen devasa ve bir o kadar da güzel Palace of Fine Arts'a gidiyoruz. Orada turist olduğumu tekrar hatırlayıp, çantamdan kameramı ilk defa çıkartıyorum. Sonra öpüşe koklaşa çimlerde yayılıp, güneş kaybolup hava serinleyinceye dek pazar keyfi yapıyoruz.
Akşam yemeği için Fransız Restoranı Chez Maman'a geçiyoruz. O'nun Brezilyalı bir arkadaşı yanımda oturuyor ve kendisini daha ilk saniyede seviyorum; çünkü aynen benim gibi masaya gelen her yemeğin fotoğrafını çekmeden, yenilmesine kesinlikle izin vermiyor, erkekleri sevdiğini ama lezzetli yemekleri erkeklerden daha çok sevdiğini açıklıyor. Tutkulu insanları sevdiğimi, yemeğe tutkulu insanları daha çok sevdiğimi; lezzetli yiyecek ve içeceklere karşı hiç bir zaman heyecanlanmayan, sadece karnım doysun diye yemek yiyen insanlara güvenmediğimi ve sempati beslemekte zorlandığımı o anda fark ediyorum.
"Escargot yer misin?" diye soruyorlar. Escargot'un ne olduğu hakkında hiç bir fikrim olmadığını beyan ettiğimde büyük şamata kopuyor, hemen sipariş veriliyor, ne olduğu bana sürpriz olacakmış. Ve pestolu sarımsaklı salyangozlarım az sonra önümde. Hepimiz hem fikiriz o kadar çok sosla yer şey yenilebilir ve sunumu kesinlikle çok şık.
Herkes farklı yemekler sipariş ediyor, herkes herkesin yemeğine sulanıyor, sohbetler ediliyor, karınlar harika biçimde doyuyor ve pazar günü bitiyor.
Lezzetli yemeklere karşı tutkulu kalın!
1 yorum:
Çok teşekkür ederim ayrıca siteme buyrun http://islamguzelahlaktir.blogspot.com/
Yorum Gönder