Dedeağaç’ta ikinci günümüzün
sabahında, akşamdan kalma uyanıyoruz.
Gittiğim her ülkede, mutlaka bir
market ziyareti yapanlardanım. Hem Türkiye’de olmayan değişik ve güzel şeyler
bulmak mümkün oluyor, hem de Türkiye’de gereğinden pahalı satılan bir sürü şeyi
çok uygun fiyatlara satın alabiliyorum. Bu
yüzden ikinci gün için ilk planımız markete gitmek.
"Sabah kahvaltımızı markete
giderken yolda beğendiğimiz bir yerde yaparız, ama otelde bir sabah kahvesi
içelim" diye düşünüyoruz. Sabah kahvaltısında tazecik börekler çıktığını görünce
hemen fikrimizi değiştiriyoruz, özellikle Boşnak böreği gibi el ile açılan
hamurdan hazırlanan şekerli börek benim favorim oluyor.
Şansımıza hava güneşli ve bir
önceki güne kıyasla oldukça sıcak. Sahil hattı boyunca yürüyerek markete
ulaşıyoruz. Özellikle şarap fiyatları karşı konulamayacak kadar uygun ve çok esprili ürünler var.
Market alışverişimizden sonra,
önümüzde daha kocaman bir gün var. Şehirde gezilecek tek bir müze var, o da çok
cazip değil. Bu nedenle, karnımız acıkana kadar biraz alışveriş yapmaya ve
vitrin gezmeye karar veriyoruz. Dedeağaç'ta en cazip alışveriş adresi Dimokratias Caddesi. MAC,
Türkiye’ye kıyasla daha ucuz olduğu için gönlümüzü kazandığı gibi, bu sokaktaki
ayakkabıcılarda da aylardır arayıp bulamadığımız modellerdeki çizmeleri
buluyoruz. Karnımız acıkmaya başladığında, elimiz kolumuz çoktan poşetlerle
dolmuş durumda.
Otele yakın olduğu ve bir önceki
gün sucuk, köfte, patates tabağına bayıldığımız için Καναβιδης’in yolunu tutuyoruz.
Bu sefer souvlaki siparişi veriyoruz. Yanına bir bira. Yine çok lezzetli, yine
çok ucuz, yine çok mutluyuz.
Sonra da marinadaki NOA Cafe’ye gidiyoruz, birer Yunan frappesi siparişi veriyoruz. Kapalı alanda sigara
içildiği için oldukça duman altı bir mekan burası; diğer yandan frappesi çok
başarılı.
Son zamanlarda yaptığım
seyahatlerin hepsinde, birkaç güne sığması imkansız uzunlukta yapılacaklar
listelerim olduğu için ve genellikle bu şehirlerde bir yerden bir yere gitmek
zaman aldığı için, genellikle günün göz açıp kapatıncaya kadar geçmesine
alışkınım. Ama Dedeağaç’ta günler çok uzun. Çünkü koşa koşa peşine düşülecek
kadar fazla bir istikamet yok, üstelik her yere yürümek on dakika.
Olağan şehir hayatında her gün çalışan, işten çıkınca bir sürü başka şey kovalayan ve asla 24 saat ile yetinemeyen üç kadın olarak, zamanın ne kadar yavaş aktığına ve bir günün aslında ne kadar uzun olabileceğine şaşırıyoruz.
Frappemizi içtikten sonra ortam
değişikliği olsun diye, benim fotoğraflarına bayıldığım başka bir cafeye gidiyoruz: Elemento 41. Burası olağandışı bir
lezzet vaad etmiyor; ama Alice Harikalar Diyarında kıvamında rengarenk, her
telden ve çok eğlenceli dekore edilmiş bir bahçesi var.
Akşam yemeği için istikametimiz,
sahildeki Taverna Loukoulos oluyor. Sahildeki fenerin hizasından, sahil hattı boyunca,
kıraathanelerin önünden geçe geçe buraya ulaşıyoruz.
Bir önceki akşam gittiğimiz Nisiotiko kadar havalı bir
dekorasyona sahip değil; ama o kadar turistik de değil. Nisiotiko’dabütün müşteriler Türkiye’den gelenlerdi, burada aksine herkes oranın yerel
halkı. Bir önceki akşam yediğimiz kabak ızgaranın daha lezzetli olduğu konusunda
hem fikiriz; ama tütsülenmiş uskumru ile karides güveçin daha iyisini
ben daha başka bir yerde yemedim.
Hatta genellikle her yemeğin
ucundan biraz almakla yetinen sonra, “Kalmaz bu, al hadi.” Israrlarında her
zaman “doydum ben.” diyip burun kıvıran ben, annem ile Ayşegül laflarken, kaşla
göz arasında tütsülenmiş uskumrunun tamamını mideye indiriyorum. Sonraki
günlerde bu kedi tavrım aramızda büyük bir takılma sebebine dönüşüyor.
Üçümüzün birası ve şarabının
yanında, uskumru, devasa bir karides güveç ve kabak kızartmaya gelen hesap 30
euro. Biz şaşkınlığımızı atlatamadan, İstanbul’a hiç dönmesek mi acaba diye
şakalaşırken, bir şişe de sakız likörü ikram ederek bizi bizden alıyorlar.
Gecenin sonundaki halimiz için tık! :)
Dedeağaç’a bir de yazın hava
güzelken yeniden gelmeye karar veriyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder