22 Ocak 2013

Dışarı çıkıyorum. Sokakları ev basmış.*

Saat 04:28...
Gece desen bitmesi çok yakın, gündüz desen henüz başlamamış. 

Önümde on beş dakikada hazırlanmış valizim, yanında ağzı henüz kapatılmamış el çantam. Son dakikada, unutulanlar onun içine tıkıştırılacak.
Üzerinde pasaportum ve Bolonya biletim. Yanında da Ünal Tekinalp'in anonim şirketler kitabı....

Karşısında kalakalıyorum. 
Giyinmem lazım, evden çıkmam lazım.

Ama...

O valiz ile ticaret hukuku kitabının yanyana durması, hayatımdaki çelişkilerin o kadar somutlaşmış hali ki, kımıldayamıyorum.

Ben ne eğlenceli, yumuşak bir işte çalışıp baba parasıyla gül gibi geçinip giden, vakti bol, tasası az, yavaş hareket eden ve zamanının çoğunu daha iyi görünebilmek için harcayan kadınlardan olabildim; ne de mesai dinlemeden çalışan, hayatının en merkezine hukuku koymuş, geri kalan her şeyi arka plana atmış hırslı avukatlardan...

Hep arada kaldım, hep her şeyden biraz oldum.

Geçen hafta şöyle yazmışım: Ajandama şöyle bir baktım. Korktum. Kapattım. Bir sigara yaktım. Hesapladım. Benden iki tane olsa ve günde beş saat uyusalar yine kurtarmıyor. 

Hakikaten de nasıl oldu bilmiyorum; ama geçtiğimiz on güne iki günlük bir Bolonya kaçamağı, şehir dışında bir duruşma, günde dokuz saat ofis çalışması, 4 tane final sınavı ve bir makale sığdı. Bir tek uyku sığmadı. 



Cuma akşamı son sınavımdan çıktığım anda, Dolapdere Sokakları'nda taksi bulmak için yürürken, kendimi Oscar almak için kırmızı halıda yürürmüşçesine başarmış ve mutlu hissediyordum. Pes etmemiştim ve yorgunluktan bir yerlerde bayılıp kalmamıştım.

Devamında da filmli, müzikli, dedikodulu, öpücüklü, kahkahalı, kavgalı ve lezzetli bir haftasonu devirildi.

Bu haftasonunda not defterime eklenenler:

1) Cochine'de Early Grey Martini içmek:

Vietnam size ne çağırıştırıyor bilmiyorum; ama benim Vietnam denilince aklıma gelen tek şey Amerikan savaş filmleri oluyor(du). O yüzden 'Vietnam mutfağı'nın da benim için "yeni" ve "farklı" olmaktan öte bir anlamı yoktu. 

Cumartesi gecesi, Baden'de evlendirdiğimiz arkadaşlarımızın İstanbul'a dönmüş olmaları vesilesiyle toplanıp akşam yemeği yiyelim dedik. Hep gittiğimiz bir yer olmasın, farklı olsun istedik. Gayrettepe'deki İngiliz Pub'ını denedim, bütün masalar rezerveymiş. Raika'ya bakalım dedim, en erken 22:00'de boş masaları varmış. İstanbul'da cumartesi gecesi akşam yemeği yemeğe son dakika karar verdiyseniz ve iki kişiden kalabalıksanız bittiniz. Son geldiğimiz nokta budur İstanbul'da.



Sonunda iptal olan bir rezervasyondan araya sıkışarak, Kumbaracı Yokuşu'ndaki Cochine'e attık kendimizi. Restoran bir aşk hikayesinden doğmuş. İstanbullular'ı da "early grey martini" ile kendisine aşık etmiş.

Menüyü aldığınızda her şey o kadar farklı ki, merak ediyorsunuz, tok bile olsanız bir şeyler sipariş edip denemek istiyorsunuz. Biz hepimiz farklı yemekler istedik. Sonunda da hepimizin karnı doydu. Ama "Taptım. Bundan sonra Vietnam mutfağı olmadan yaşayamam." gibi bir durum da yok ortada. İşviçreli damadımız bayıldı yemeğine, et yerken yanında ekmek verilmemesini yadırgayan, tatsız tuzsuz buharda yasemin pilavı yerine bin kere şöyle nohutlu pilavı tercih edecek bizim, yemek konusunda biraz kapalı ve tutucu olduğumuz yönünde bir tespitte bulundu. 




Bizim asıl tav olduğumuz Early Grey Martini oldu. Bildiğimiz buzlu çay içiyormuşsunuz gibi geliyor tadı, ama alkol cimrisi bir kokteyl kesinlikle değil, yutarken, midenize kadar tatlı bir yanmayı hissediyorsunuz. Bir yandan serinleyip, bir yandan yanıyorsunuz. İlla ki tadılmalı!




2) 123 dinlemek: 

Cochine üzerine istikametimiz Nublu oldu. 

Nublu, dar oluşu, dışarı bira çıkarmaya izin vermemeleri, sigara içmek için merdiven inip çıkma zorunluluğu gibi dezavantajlarına rağmen, son zamanlardaki favori konser mekanımız. Hem Taksim'in kalabalığına girmek zorunda kalmıyoruz, hem de gereksiz (içip sapıtanlar, sağı solu kesmek için gelenler, mıymıylar hepsi bu kategoride) kimselerce henüz keşfedilmedi. 




123... 
Festival takip edenlerce bilinen, bilmeyip de duyanlarca sevilen bir grup.
Çok doğal, çok güzel ve harika sesli bir solistleri ve çalarken gerçekten eğlenen bir ekipleri var. Çok sakin, çok rahat ve çok keyifliler sahnede. Ve de gerçekten güzel de bir müzik yapıyorlar. 

Konserlerine denk gelirseniz, tereddütsüz gidin. Konser olmasa da, dinleyin, tam kış günlerinin müziği bence:



3) Mahalle'de takılmak:

Çapa hep yapıyor. 
Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, yurtdışında görüp taklit ediyor dersiniz, takdir edersiniz bilemem.

Adam zaten bir röpörtajında  "Sanat imitasyon ile başlar inovasyon ile biter." diye gönderme yapacak kadar barışık bu eleştirilerle.

Ben onu ilgiyle takip edenlerdenim. Sürekli üretiyor çünkü. Üretmiş olduklarını da acımadan dağıtıp yıkıp yenilerini üretecek kadar çok üretiyor hatta.




Citys'in tepesine de Mahalle'yi kondurdu. Gerçek bir mahalle bekliyorsanız, beklemeyin boşuna. 

Şöyle ki bir sürü restoran ve dükkanı yanyana düşünün, ama aralarında hiç duvar olmasın. Sosa, Wagamama, Rigatoni, Günaydın gibi yemek opsiyonlarına, Assouline ve Paşabahçe gibi alışveriş opsiyonları ve bar olarak da Vida eşlik ediyor. Bunlarla sınırlı sanmayın, mantıcılar, italyanlar, hot doglar yok yok.

Farklı konseptleri keşfetmek için yol düşürülebilir, güzel bir pazar akşamı geçirilebilir burada.




Biz Mr. Feelgood ile yemek tercihimizi Günaydın'ın Lokum'undan ve parmesanlı roka salatasından yana yaptık -ikisi de lezizdi- ve sonra da hemen üst katta Life of Pi'yi izlemek için sinemaya çıktık. 



İkisinin arasında deresinde, ben Mr. Feelgood'u çekiştire çekiştire Paşabahçe'nin Aydın Boysan rakı setlerine ve kedili bardaklarına da bakmayı pas geçmedim tabii ki. 

Life of Pi'yi de listenize alabilirsiniz. Güzel bir film, özellikle 3 boyutlu izlerseniz tam bir görsel şölene dönüşüyor, içinizde bir Hindistan'a gitme arzusu doğuyor yavaştan. Ama beklentilerinizi çok da yükseltmeyin derim ben, insanların izledikleri en iyi film olduğu iddiasından sonra, "O kadar da değilmiş" diyerek çıktık filmden. 

4) Merhaba Pasta Sanatı'nın eklerini hüpletmek

Benim evde buluşup, dedikodunun dibine vurmak üzere sözleşmişiz. Evden çıkarken arıyor, ben geliyorum diye. Araya da sıkıştırıyor: "Ekler sever misin?" 

Ben şerbetli tatlılar hariç, her türlü sütlü tatlının, çikolatanın tutkunuyumdur. Bayılırım ve bunları yeme kapasitem şaşırtıcı boyutlara ulaşabilir. O yüzden düşünmeden "Evet, tabii severim." diyorum. Sonra düşünüyorum, ekler listemin ilk sıralarında hiçbir zaman olmadı. Yani olursa yerim; ama "Ah canım şimdi nasıl da ekler çekti." demişliğim, sırf ekler almak için kendimi sokaklara vurmuşluğum yoktur.

Bizim kız geliyor, laflamaya başlıyoruz, herkesin kulaklarını çınlatıyoruz. Kahveden, proseccoya, sonra da İtalya'dan getirdiğim şaraba geçiyoruz. Ekler paketini unutuyoruz bir süre.




Ve sonra paket açılıyor.
Çilekli, frambuazlı, kahveli ve bitter ekler karşımda. Offf!
Bu ekler bambaşka...
Başa bela olacak, insanın aklına gelince kaldırıp o dükkana götürecek kadar başka.

Abarttığımı düşünüyorsanız, nolur, önce bir tadın. 
Bulmak için tık!

5) Gezmek, tatmak, taşımak ve paylaşmak

Bir sabah Mr. Feelgood'un kollarından çıkmış metrobüse binmişim, karşıya geçiyorum. Şarjım çok az, müzik dinleyerek bitirmek istemediğim için kulağımda kulaklık yok, sağımda solumda oturanları dinliyorum.

Ben yaşlarda iki tane genç adam konuşurken, biri diğerine soruyor: "Sen hiç dışarıya gittin mi?" Diğeri cevap veriyor: "Gittim tabii Edirne ile Bursa'yı gördüm." 

O an bir gerçeğin farkına varıyorum, hayatı boyunca doğduğu şehirden hiç gitmeyenler var.
Asgari maaş ile geçinmeye çalışan biri için seyahat etmenin inanılmaz büyük bir masraf olduğunu anlayabiliyorum; ama bir de tembeller var. Sözüm onlara.

Artık seyahat etmek eskisi kadar zor ve pahalı bir şey değil. Nereye gittiğinizin de çok bir önemi yok. Gidin, değişik yemekler tadın, oralardan yöresel bir şeyler alın, gelin evinizde arkadaşlarınızla paylaşın. 

Mesela -detaylarını ayrıca bir yazıda anlatacağım- Bolonya kaçamağımızın sonunda İstanbul'a dönerken, markete uğradık. Nereye gitsem, marketine / pazarına mutlaka gidip alışveriş yaparım ben. "Amaaan artık her şey Türkiye'de var." demeyin. Çok daha ucuza, çok daha güzelini alabiliyorsunuz. 

Bolonya'dan da paket paket makarna, risotto, procini mantarı, peynir, filtre kahve, makarna sosu, şişe şişe kırmızı şarap ve riesling getirdim gelirken.




Makarna ve şarap ziyafetlerimizden ilkini Mr. Feelgood ile Mushaboom'da yaptık. Çok da keyifle zevkle bir yemek hazırlamış ve yemiş olduk.




Şaraplar kaç tane keyifli sohbete eşlik etti, mozerellalar bana kaç sabah keyifli sabah kahvaltısına dönüştü. 

Hayattan keyif almak bazen lezzetli bir yemekle bile olabiliyor.

O yüzden; seyahat etmek pahalı önyargısından da, bildiğim yemekten şaşmam tutuculuğundan da kurtulmak lazım.


Keyifle kalın!
Bursa'dan iskender kokulu, gökkuşaklı öpücükler! :)




DipNot: Başlık, Cemal Süreyya'dandır. 

3 yorum:

HuysuzKuzu dedi ki...

bu kadar enerjiyi nereden buluyorsun? :)
hayatım iş-ev-sevgili arasına sıkışmış durumda, cmt dahil 9-18 çalışıyorum, çıktığımda pestil modunda eve gidip yatıyorum anca, çok özendimm :)

Mr. Verysmarty dedi ki...

Dipnot:Cemal Süreyya değil Süreya :)

zillosh dedi ki...

Sevgili Huysuzkuzu,

İşim ile evim yakın sanırım bunun etkisi büyük. Karşıda yaşadığım dönemde hem daha erken kalktığım, hem yolda yorulduğum için pestil moodu bende de oluyordu. Yalnızca İş-Ev olmadıktan, araya sevgili de girdikten sonra bence aralarına sıkışmak eğlenceli =))

Mr. Verysmarty:
Olur böyle vakalar Verysmartlar yakalar :))) Şaka bir yana adı aslında gerçekten cemal süreyya, bir y'yi iddiada kaybetmiş. :)

Pinterest'im

Instagram'ım