03 Kasım 2012

The table is laid. Let the tea party begin!*


Romantizm denildiğinde akliniza ne gelir?


Ben, romantiklik cağırıştıran ambiyansların listesini yapsam ilk sıralarda sonbaharda ağaçların arasında yerleri silme sararak dökülmüş yapraklarla dolu bir park yer alır.

Biraz güneş, üzerine bastıkça hışırdayan yapraklar, hafiften esen rüzgar...

Herkesin "kasımda aşk başkadır" tweetleri paylaşmasından topumuza gına gelmiş olsa da, sonbahar en romantik mevsimdir hadi kabul edelim. Hafiften soğuyan hava insanları sokulganlaştırır, evcilleştirir çünkü. Yavaşlar insan, duygusallaşır.

Stockholm seyahatimizde, hop on hop off otobüsümüz Djurgården'e  ('your-gore-den' diye okunuyor) girince, o saramış yapraklarla dolu parkları görünce, dayanamayıp dışarı atlıyoruz hemen otobüsten.



Normalde asla yapmam! 

Interrail günlerinden kalma alışkanlık bir şehre adım attığımda ilk boş günümde erkenden kalkar hop on hop off sightseeing otobüslerini bulurum. Elimde harita, kulağımda kulaklık otobüsten hiç inmeden tam bir tur atarım. Hem şehrin yerleşimi az çok kafamda oturmuş olur, hem sesli rehberden ülke hakkında genel bir bilgi almış olurum, hem de haritanın üzerinde daha detaylı gezmek istediğim kısımları işaretlerim. Bir tam turdan sonra, işaretlediğim bölgelerde inip ikişer üçer saat gezinirim. Kısa zamanda bir şehri keşfetmenin en güzel yoludur bu. Bir günde gayet şehir hakkında bilgi sahibi olup, ortalama büyüklükte bir şehirdeki bütün turistik atraksiyonlar gezilebilir bu şekilde. 

Daha tam bir tur atmadan, hatta ilk duraklardan biri olan Djurgården'da bu alışkanlığı bozuyoruz.

Yazları en iyi grupların açık hava konserleri düzenlediği Skasen'i kat ediyor ve yaprakları hışırdatıp,  Nordic Museum'a atıyoruz kendimizi.


Dışarısı buz gibi, iç mekanlar cayır cayır sıcak. Ama formülü bulmuşlar, bütün müzelerde montlarınızı asmanız, atkı eldiven çanta gibi ıvır zıvırlarınızı koymanız için locker odası var. İçeri girip bütün yüklerinizden kurtulup rahat rahat geziyorsunuz içeride. Aşağıdaki fotoğrafta göreceğiniz üzere dolaplar da locker odası da inanılmaz şık.



National Museum, aslında bütün Skandinav kültürünü anlatmak gayesi ile kurulmuş ama şu anda sadece İsveç kültürünü anlatıyor. Yemekler, dekorasyon, kıyafetler, oyuncaklar, el işleri için apayrı bölümleri var. Geçmişten başlayıp bugünkü modern yaşam alışkanlıklarına kadar her şey somut olarak konuluyor önünüze, çok şık bir şekilde.



Bir zamanlar erkekler içkilerini yudumlayıp pipolarını tüttürürken, kadınlar da çay partileri yaparlarmış. İngilizlerin akşam üstü çayından farklı olarak, İsveç'te kadınların bir araya geldikleri, en az üç kere teklif edilmeden kurabiyelerden almadıkları, çay servisinin en yaşlıdan en gence doğru yapıldığı parti kıvamında çay saatleri bir gelenekmiş.




Aslında çok daha klasik bir dekorsyon tarzı olduğunu, özellikle bir dönem Çin porselen ve motiflerinin İsveç'i epeyce etkisi altına aldığını, daha sonra "şiirsel fonksiyonalizm" diye bir akım ile birlikte daha modern çizgilere geçtiklerini öğreniyoruz. 




Alt katında da çok güzel bir work-shop odası ve yakın zamanda yapılan el emeği işler var. Do-it-yourselflere meraklı olanlar için ilham olsun, işte benim en sevdiklerim, kanaviçe tablolar ve kıyafet etiketlerinden yapılmış bir yastık:




Müzedeki cafede bir sandiviç ve kahve molası verdikten sonra, yeniden kendimizi yollara vuruyoruz. 


Fransız mimarisinden esinlenerek inşaa edilen şehrin metrekare başına en pahalı yaşam muhiti olan Östermalm'ı geziyoruz. Bir yandan da vergilendirmenin ne kadar yüksek olduğunu, kazanç belli bir sınırı aştığında vergi oranının %50lerin üzerine çıktığını öğrenerek...



En meşhur alışveriş caddesi olan Drottninggaten (Queen Street demekmiş)'da bir tur attıktan sonra, koşa koşa Moderna Muset'in yolunu tutuyoruz. Dünya gözü ile Andy Warhol eseri görmek istiyoruz.

Öncelikle Wofgans Tilmanns'ın tamamen bel altı fotoğraflardan oluşan sergisini geziyoruz. 




Daha sonra pop-art kokeksiyonuna bakınıyoruz ve  şansımıza alt katta Picasso sergisi olduğunu fark ediyoruz.




Benim Modern Müze'de bayıldığım üç şey oldu. Bunlardan ilki resimlerin arasına yaptıkları, Stockholm manzarasına bakan pencereler:


İkincisi üzerlerinde çok alakasız ve esprili şeyler yazan reçel kavonozları:


Üçüncüsü de tuvalette, klozetlerin üzerine koydukları, dev kamera ile izlenen minyatür klozetler ve "yer yerde izleniyoruz" mesajı...


Çıkışta şehrin en havalı Madonna'dan Churchill'e herkesi ağırlamış Grand Hotel'in barında bir kadeh içip mola vermek harika bir fikir olabilir. Biz ise doğrudan alışveriş merkezi olan Ahlens'in yolunu tutuyoruz.

Ahlens'ten çıkışta yıllardır görmediğim şimdilik İsveç'te yaşayan Cem ile buluşuyoruz. Güzel bir yemek yedikten sonra, votka içmek için The Laughting Duck'a geçiyoruz. 

Clockwork Orange isimli leziz ve tabii ki votkalı bir kokteyl içiyorum.



Hava açık hava konseri kaldıramayacak kadar soğuk. "Aftershave Ocean"ı Youtube'dan dinlemeye karar verip,  hemen bitişiği sayılabilecek Central Station'a dönüyoruz.


Cem'e kırmadan getirmeyi başardığımız rakısını teslim ediyoruz, harika pozlarımızı veriyoruz, valizlerimizi lockerdan geri alıyoruz ve geceyi trende uyuyarak geçirmek üzere Danimarka'ya doğru yola çıkıyoruz.

İlk gece Hard Rock'ta oturup ısınmak için bir kadeh içki içelim derken, dışarıda kar yağması karşısında nasıl şok olduğumu ve nasıl donup söylendiğimi hatırlayıp kendime gülüyorum.


İkinci gün ise daha soğuk bir havada bütün gün sokaklarda gezinmiştim. Kabul etmiş, hazırlanmış ve tadını çıkarmıştım. Adaptasyon hızımı sevdiğimi fark ediyorum.



Trene binince botlarımı çıkartıyorum ayağımdan, gün boyu en az 5 kilometre yürümüş ayaklarımı karşımdaki koltuğa uzatıyorum pervasızca. Trende priz olması muhteşem bir olay, bilgisayarımı açıp biraz Kopenhag araştırması yapmaya niyetleniyorum.

O sırada uyku çok tatlı geliyor. Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Seyahat ederken ne kadar mutlu bir insan olduğumu, ömrüm boyunca trenlerde, havaalanlarında mekik dokuyarak yaşayabileceğimi düşünürken uyuyakalıyorum.

Not: Fotoğraflarda ben varım diye telif hakkı tecavüzü yapmayalım :) Yazıdaki en güzel fotoğrafları iyiinsan çekti.


3 yorum:

jenn dedi ki...

tam bir görsel şölen gibi görünüyor.Gezilecek yerler arasına not aldım bile.Klozet kameraları için yorum dahi yapamıyorum:)
ps* botlarını chucha boutique ne zaman koyuyorsun:)

Adsız dedi ki...

Ayakkabılarını çıkarma işini Türkiye'de yapmış olsaydık anında varos damgası yerdik:) Sorun kimde bilmiyorum.
Zehra

zillosh dedi ki...

Jenn,
Kesinlikle farklı ve izlemeye değer bir şehir. Ama çok soğuk havalara kalmadan gitmeyi tavsiye ederim.

Botlar da daha önümüzdeki İsviçre seyahati için lazım, ama sonra yerini alır. Ki çok ihmal ettim bu ara, chuchca bouitque'i. Biliyorum :)

Öperimmm :)

Zehra,
Kesinlikle haklısın, ben de muhtemelen Türkiye'de olsam çıkarmazdım o ayakkabıları ayağımdan.

Pinterest'im

Instagram'ım