Temmuz ayı boyunca hiçbir haftasonumu İstanbul'da geçirmemiştim. Her cuma minik bir çanta ile yollara düşmüş, iki gün boyunca yüzmüş güneşlenmiş, pazar gecesi İstanbul'a dönüp pazartesi iş başı yapmıştım. Kaş, Yayla Sahili, Altınorfoz'da geçen günler şahane olmasına şahaneydi de, aynı zamanda iki gün içinde 6-7 saati yolda geçirmek inanılmaz yorucuydu. O yüzden bu haftasonu için daha sakin bir plan hayal ediyor; günübirlik wake board veya İğneada'da huzurlu iki gün arasından seçim yapmaya çalışıyorduk.
Cumartesi günü oldukça geç bir saatte uyandık, dışarısı çatır çatır sıcaktı, "I'm a cyborg but it is ok" izlemeye başladık. Oldboy ve Stoker'dan sonra Chan-wook Park'dan şeker gibi bir film beklemek zor geliyor biliyorum; ama bu gerçekten gerilimsiz, keyifli, neşeli bir film.
Cumartesi günü oldukça geç bir saatte uyandık, dışarısı çatır çatır sıcaktı, "I'm a cyborg but it is ok" izlemeye başladık. Oldboy ve Stoker'dan sonra Chan-wook Park'dan şeker gibi bir film beklemek zor geliyor biliyorum; ama bu gerçekten gerilimsiz, keyifli, neşeli bir film.
Başkahramanın, kendisini fare sanan ve yalnızca turp yiyen büyükannesi bir gün doktorlar tarafından götürülür ve takma dişleri torununa kalır. Oysa ki torunu bir robottur ve takma dişler onun hiçbir işine yaramayacaktır. Daha da kötüsü bu robot, amacının ne olduğunu bir türlü anlayamamaktadır. Yolu bir akıl hastanesine düşer ve bir aşk hikayesi başlar.
İzlediğim en güzel aşk filmlerinin Uzakdoğu'dan çıkmasına artık alıştım, bu da yine oralardan absürd olduğu kadar tatlı bir aşk hikayesi.
Mr. Feelgood ile klimanın karşısında iki seksen yayılmış, bir şeyler izleyip keyif çatarken ben arızaya bağladım. Evet belli ki yorgunduk, belli ki dinlenmeye ihtiyacımız vardı; ama yine de haftasonunu klimalı bir odaya kapanmış olarak geçirmek beni rahatsız ediyordu. Haftasonu böyle harcanamazdı, bir şeyler yapılmalıydık!
Kahve içerek ayıldık, duş alarak yenilendik ve üzerimize rahat bir şeyler geçirip evden fırladık. Metronun Darüşafaka çıkışındaki parkta takılarak saatin 22:00 olmasını bekledik.
Veee bir süredir herkesten duyduğumuz Wake Up Call Suma Beach'in yolunu tuttuk. "Amaaan çok uzak Kilyos", "Araba ile gidilecek yerde nasıl rahat rahat alkol içeceğiz." demeyin, çünkü Darüşafaka ve Taksim'den servis kalkıyor, aynen de sizi buralara geri bırakıyor.
İstanbul sokaklarının bir süredir terk edilmiş olduğunun illa ki farkındasınızdır. Gece dışarı çıkıp da her tarafı bomboş görünce, bunun nedeni Gezi Parkı olayları mı, yaz tatili mi, yoksa Ramazan mı, yoksa hepsi birden mi diye düşünüyorduk. Cevabını Suma Beach'e gidince çözmüş olduk, İstanbul'da kalan gece kuşlarının hepsi buraya gittiği için her taraf bomboşmuş.
Ortam gerçekten şahane, içeri girdiğiniz anda İstanbul'da olduğunuzu unutuyorsunuz. Abartı süslenmeye yer olmayan, düz taban ayakkabılar, şortlar, elbiseler giymiş insanlarla dolu, püfür püfür bir ortam burası. Tepelerde minik renkli ampuller, oyuncak uçan kuşlar, ortalıkta dolanan süper tatlı köpekler... Her mekanda canımızı sıkan bir ses kısıtlaması var bu şehirde malum, konserler bile gece yarısı olmadan bitiyor. Burada ise sabaha kadar bangır bangır müzik çalıyor, ses kısılmadığından dans etme gazınız hiç bitmiyor.
İçeri girdiğiniz zaman, kasada para veriyor ve karşılığında boncuklar, yelpazeler, gözler alıyorsunuz. Sonra içki alırken bunları veriyorsunuz. Boncuklar bira, yelpazaler kokteyl, gözler shot... Çok eğlenceli olan bu detayı sevdim; ama bunları kaybetmek işten bile değil. O yüzden keşke bunların takılabileceği bir deri bileklik filan verseler girişte diye düşünmeden edemedim.
Atmosfer, kitle, ses sistemi harikaydı. Tek bir kasa olması ve içki almak için çekilmez uzunlukta bir kuyruğa girmek zorunda kalmak ise derhal çözüm bulunması gereken bir mesele.
Müzikler bizim bayıla bayıla dinlediğimiz bir tarz değildi (house), hep aynı ritimde devam ediyor olması bir noktadan sonra çok yüksek kafada olmayan bizi rahatsız etmeye başladı, o yüzden saat 3:00 gibi keyifli bir gece geçirmiş olarak çıktık oradan. Bir dahaki sefere gündüz gidip plajını denemek var aklımda.
Yok eğlenmek için Kilyos'a gidemem, dans etmekle de işim olmaz, keyifle içkimi yudumlamak istiyorum diyenlere de Yeni Lokanta'yı şiddetle tavsiye ederim. Taksim Kumbaracı Yokuşu'ndan aşağı inerken sol tarafta minicik bir restoran. Changa'nın şefi Civan Er, kendi mekanını açmaya karar verince ortaya çıkmış. Çalışanlar inanılmaz ilgili ve güler yüzlü. Sahanda hellimli köfte yedim, lezizdi. Barda neredeyse bütün kokteyllerden içtim. Uzun zamandır ilk defa yalapşap değil, özenle kokteyl hazırlayan bir mekan bulabildiğim için havalara uçtum. Özellikle "fuki" tam bir yaz kokteyli, bara oturup, House Cafe'den transfer yakışıklı barmenden bir fuki içmeden bu yazı kapatmayın.
Pazar sabahı evde giymediğimiz kıyafetlerimizi toplayarak, bisikletlerimize atladık ve Yoğurtçu Parkı'na gittik. Burada her pazar Çapulcu Pazarı kuruluyormuş. İşinize yaramayan her şeyi toplayıp gidiyorsunuz, ihtiyaç sahipleri de buradan beğendikleri şeyleri alıyorlar.
Bir tezgahta iki tane DVD beğendik, fiyatlarını sorunca, "lütfen buyurun" cevabı aldık, teşekkür edip çantamıza attık. İstanbul'da alışkın olmadığımız şeyler bunlar malum.
Çapulcu Pazarı'nda işimiz bitince de, yine atladık bisikletlerimize Moda'ya gittik. Merak ettiklerimiz listesinde yer alan Muaf'a oturduk.
Shazam kullanma isteği uyandıran güzellikte müzikler çalıyorlardı ve yediğimiz her şey gerçekten çok lezzetliydi. Sadece servis çok hızlı değil. Açlıktan ölmediğiniz bir zaman, Moda'ya yolunuz düştüğünde uğrayın, eminim çok seveceksiniz Muaf'ı. Karakterli ve keyifli bir mekan.
Haftasonunu da parkta çimlerin üzerinde püfür püfür keyif yaparak tamamladık.
Güneşlenme ve parkta yayılma eşlikçisi olarak Zülfü Livaneli'nin Kardeşimin Hikayesi kitabını tavsiye ederim. Oldukça akıcı ve sürükleyici bir roman bu. Küçük bir kasabaya taşınmış, gerçek hayatın aslında edebiyattan hiçbir farkı olmadığını, çok kitap okumanın insanları anlamayı sağladığını savunan, evinde kitaplardan oluşturulmuş duvarlar bulunan bir adamın ağzından dinliyoruz bütün hikayeyi. Yaşadığı kasabada bir cinayet oluyor, sevdiği bir arkadaşı öldürülüyor. Ama roman bir cinayet romanından ibaret değil, o sadece kurgunun bir parçası. Süprizli bir final de o akıcılığa güzel bir nokta koyuyor.
Kitaptan sevdiğim bazı cümleler:
İşte anahtar kelime bu: hayatın özü, büyük sırrı, olmazsa olmazı: Unutmak. Eğer unutmak diye bir şey olmasaydı, yaşam da olmazdı. İnsan unutmadan hayatını sürdüremez.
Kimse kimseyi bilemez. Çünkü herkesin anlattıklarının bir kısmı kurgudur, kiminde daha az, kiminde daha çok.
Zaten hayatta anlamlı olan değerler parayla sahip olunamayanlar.
Keyifli bir hafta olsun! =)
İstanbul sokaklarının bir süredir terk edilmiş olduğunun illa ki farkındasınızdır. Gece dışarı çıkıp da her tarafı bomboş görünce, bunun nedeni Gezi Parkı olayları mı, yaz tatili mi, yoksa Ramazan mı, yoksa hepsi birden mi diye düşünüyorduk. Cevabını Suma Beach'e gidince çözmüş olduk, İstanbul'da kalan gece kuşlarının hepsi buraya gittiği için her taraf bomboşmuş.
Ortam gerçekten şahane, içeri girdiğiniz anda İstanbul'da olduğunuzu unutuyorsunuz. Abartı süslenmeye yer olmayan, düz taban ayakkabılar, şortlar, elbiseler giymiş insanlarla dolu, püfür püfür bir ortam burası. Tepelerde minik renkli ampuller, oyuncak uçan kuşlar, ortalıkta dolanan süper tatlı köpekler... Her mekanda canımızı sıkan bir ses kısıtlaması var bu şehirde malum, konserler bile gece yarısı olmadan bitiyor. Burada ise sabaha kadar bangır bangır müzik çalıyor, ses kısılmadığından dans etme gazınız hiç bitmiyor.
İçeri girdiğiniz zaman, kasada para veriyor ve karşılığında boncuklar, yelpazeler, gözler alıyorsunuz. Sonra içki alırken bunları veriyorsunuz. Boncuklar bira, yelpazaler kokteyl, gözler shot... Çok eğlenceli olan bu detayı sevdim; ama bunları kaybetmek işten bile değil. O yüzden keşke bunların takılabileceği bir deri bileklik filan verseler girişte diye düşünmeden edemedim.
Atmosfer, kitle, ses sistemi harikaydı. Tek bir kasa olması ve içki almak için çekilmez uzunlukta bir kuyruğa girmek zorunda kalmak ise derhal çözüm bulunması gereken bir mesele.
Müzikler bizim bayıla bayıla dinlediğimiz bir tarz değildi (house), hep aynı ritimde devam ediyor olması bir noktadan sonra çok yüksek kafada olmayan bizi rahatsız etmeye başladı, o yüzden saat 3:00 gibi keyifli bir gece geçirmiş olarak çıktık oradan. Bir dahaki sefere gündüz gidip plajını denemek var aklımda.
Yok eğlenmek için Kilyos'a gidemem, dans etmekle de işim olmaz, keyifle içkimi yudumlamak istiyorum diyenlere de Yeni Lokanta'yı şiddetle tavsiye ederim. Taksim Kumbaracı Yokuşu'ndan aşağı inerken sol tarafta minicik bir restoran. Changa'nın şefi Civan Er, kendi mekanını açmaya karar verince ortaya çıkmış. Çalışanlar inanılmaz ilgili ve güler yüzlü. Sahanda hellimli köfte yedim, lezizdi. Barda neredeyse bütün kokteyllerden içtim. Uzun zamandır ilk defa yalapşap değil, özenle kokteyl hazırlayan bir mekan bulabildiğim için havalara uçtum. Özellikle "fuki" tam bir yaz kokteyli, bara oturup, House Cafe'den transfer yakışıklı barmenden bir fuki içmeden bu yazı kapatmayın.
Pazar sabahı evde giymediğimiz kıyafetlerimizi toplayarak, bisikletlerimize atladık ve Yoğurtçu Parkı'na gittik. Burada her pazar Çapulcu Pazarı kuruluyormuş. İşinize yaramayan her şeyi toplayıp gidiyorsunuz, ihtiyaç sahipleri de buradan beğendikleri şeyleri alıyorlar.
Bir tezgahta iki tane DVD beğendik, fiyatlarını sorunca, "lütfen buyurun" cevabı aldık, teşekkür edip çantamıza attık. İstanbul'da alışkın olmadığımız şeyler bunlar malum.
Çapulcu Pazarı'nda işimiz bitince de, yine atladık bisikletlerimize Moda'ya gittik. Merak ettiklerimiz listesinde yer alan Muaf'a oturduk.
Shazam kullanma isteği uyandıran güzellikte müzikler çalıyorlardı ve yediğimiz her şey gerçekten çok lezzetliydi. Sadece servis çok hızlı değil. Açlıktan ölmediğiniz bir zaman, Moda'ya yolunuz düştüğünde uğrayın, eminim çok seveceksiniz Muaf'ı. Karakterli ve keyifli bir mekan.
Haftasonunu da parkta çimlerin üzerinde püfür püfür keyif yaparak tamamladık.
Güneşlenme ve parkta yayılma eşlikçisi olarak Zülfü Livaneli'nin Kardeşimin Hikayesi kitabını tavsiye ederim. Oldukça akıcı ve sürükleyici bir roman bu. Küçük bir kasabaya taşınmış, gerçek hayatın aslında edebiyattan hiçbir farkı olmadığını, çok kitap okumanın insanları anlamayı sağladığını savunan, evinde kitaplardan oluşturulmuş duvarlar bulunan bir adamın ağzından dinliyoruz bütün hikayeyi. Yaşadığı kasabada bir cinayet oluyor, sevdiği bir arkadaşı öldürülüyor. Ama roman bir cinayet romanından ibaret değil, o sadece kurgunun bir parçası. Süprizli bir final de o akıcılığa güzel bir nokta koyuyor.
Kitaptan sevdiğim bazı cümleler:
İşte anahtar kelime bu: hayatın özü, büyük sırrı, olmazsa olmazı: Unutmak. Eğer unutmak diye bir şey olmasaydı, yaşam da olmazdı. İnsan unutmadan hayatını sürdüremez.
Kimse kimseyi bilemez. Çünkü herkesin anlattıklarının bir kısmı kurgudur, kiminde daha az, kiminde daha çok.
Zaten hayatta anlamlı olan değerler parayla sahip olunamayanlar.
Keyifli bir hafta olsun! =)
4 yorum:
Dolu dolu bir hafta sonu olmuş ne güzel..Dönüp baktığında iyi ki de yapmışım diyebileceğin güzel şeyler yaşamanın insana verdiği yaşama sevinci inanılmazdır bilirim.. hep böyle kal! Sevgilerimle,
Sevgili Sebuş,
Cok sekersin, cok tesekkur ederim.
O yasama sevinciyle kalalım, hep, hepimiz.
Sevgiler
kitap kolisinde kardeşmin hikayesi'ni görünce önce almadım, sonra hadi bir şans vereyim livaneli'ye deyip aldım. başladım ve bu tip romanları -yani zayıf bulduğum açıkçası- okurken geliştirdiğim ve hiç zararını görmediğim paragrafların ilk cümlelerini okuyarak kısa sürede kitabı bitirmek ve hiç bir şey kaybetmemek -zira diğer cümleler hep paragrafın açılımı- yöntemini uygulayarak okudum.
arada böyle şeyler okumak dinlendiriyor deyip eleştirimi bitireyim.
Handancım,
Enteresan bir yöntemmiş, ama benlik değil pek, ben cümle cümle okumazsam bir kitabı hiç okumamayı tercih ediyorum :)
Yorum Gönder