Onunla tanışma sahnemizi, hafızamı ne kadar zorlarsam zorlayayım hatırlayamıyorum.
12-13 yaşlarındaydık, ilkokulu henüz bitirmiş, yeni bir okulda hazırlık sınıfına başlamıştık. Haftada yirmi dört saat 'herr' ve 'frau'larla Almanca öğreniyorduk. Başka dersimiz yoktu. Okuldaki herkes bizden daha büyüktü. Biz liseli abilere aşık olurduk, onlar da kendilerinden altı yedi yaş küçük veletlerin ilgisine bayıldığından sanırım bizi hiç yok saymazlardı. O yıl, aynı anda o kadar çok kişiyle tanışmıştım ve hayatım o kadar değişmişti ki, onunla tanışmamızı hatırlayamıyorum.
Hep sevdik birbirimizi, okul dışında da görüştük, haftasonları süslenip püslenip Gazipaşa'da turlar attık; ama asıl yakınlaşmamız bunlardan üç yıl kadar sonra, liseye başlarken ikimizin de TM seçerek aynı sınıfa ve hatta aynı sıraya düşmesiyle oldu. O üç yılı, aynı sırada dirsek dirseğe, birbirimizi başka herkesten daha fazla görerek geçirdik. İlk sevgililerimiz, üniversite hayallerimiz, test kitaplarımız, derste çantamızdan yumak ve şiş çıkarıp atkı örmelerimiz, kopyalarımız, gelecek endişelerimiz, disiplini ile ünlü müdürümüzün odasına "çadırımın üstüne şıp dedi damladı" diye göbek atarak girmemiz, ön ve arka sıralarımızdaki dedikodu ekibimiz...
Sürekli icatlar çıkarırdık. Okul kayıtları için her dönem bütün öğrencilerin fotoğrafları çekilir ve bunun için okula bir fotoğrafçı çağrılarak para ödenirdi. Lisenin ilk yılında "Bu fotoğrafların aynısını biz de çekeriz. Boşuna para ödemeyin fotoğrafçıya." teklifi ile gitmiştik. Sonraki üç yıl boyunca gerçekten de biz çektik fotoğrafları. Karşılığında müdür yardımcısının oda anahtarına ve canımız sıkıldığında "Bizim fotoğraf çekmemiz lazım" şeklinde garantili dersten tüyme bahanesine kavuşmuştuk.
Testler, umutsuzluklar, hayaller, aşklar, hırslar derken üniversite sınav sonuçları açıklandı: Bir İstanbul Hukuk, bir Marmara Hukuk. İstanbul sayfamız böyle başladı.
İstanbul Life ve Time Out İstanbul'un her sayısını Anayasa ve Medeni Hukuk kitaplarını etmediğimiz kadar hatmederdik. Elimize nereden geçtiği meçhul üç boyutlu bir Taksim haritamız vardı, gitmek istediğimiz mekanları bu harita üzerinde işaretler, süslenir püslenir giderdik. İstanbul'daki ilk yıllarımıza dair o kadar çok anımız var ki... Geriye dönüp baktığımda en çok, Kolpa dinlemeye ilk gittiğimiz geceye ve hayatımızdaki ilk tekila içişimize gülüyorum. Kişi başı altı yedi shot yuvarlamış, sonra da bizde hiç bir etkisi olmadı diye güvenle çıkmıştık sokağa... Yerseniz :)
Özellikle bir gece var ki, ömrüm boyunca unutmayacaklarım arasında. Sabaha kadar Taksim'de eğlendikten sonra, yürüyerek Taksim'den Bebek'e gitmiştik. Bebek sahildeki Gloria Jeans'te oturmuş ve kendi paramızı kendimiz kazanmaya karar vermiştik. Ve ne yaparak? Anketör olarak. Nasıl bir özgüven patlaması yaşıyorsak, güzel olduğumuz için herkesin bizimle konuşmak için sokakta duracağına ve paraya para demeyeceğimize inanmıştık. Anketör olmadık, ama hayatımda 40 saat hiç uyumadan geçirdiğim tek zaman dilimi o gece ve devamıdır.
Sonra üniversite öğrenciliği bize yetmez oldu, çalışmaya başladık, çok sevdiğimiz başka arkadaşlarımız da oldu ve daha az görüşmeye başladık. Hiç kopmadık, hiç küsmedik, hiç bozulmadık birbirimize. Çok eksi arkadaşlıklara özgü bir şey bu galiba,araya ne kadar zaman girerse girsin görüştüğünde sanki bir önceki gün birlikteymişsiniz kadar yakın hissetmek, hiç yadırgamamak...
Uzun zaman görüşmedikten sonra, Hardal'daki bir gecemizi hatırlıyorum. Dünyayı ve yanımızdaki adamları unutacak kadar dalmıştık kendimize, birbirimize.
Yıllar geçti, daha yoğun çalışmaya başladık, avukat olduk, Çağlayan Adliyesi koridorlarında duruşma beklerken karşılaşmaya başladık. Çok net hatırlıyorum, adliyedeki terasta bir sabah kahve içerken, "Ben bu adamla evlenirim." demişti daha ilişkinin ilk aylarındayken. Gerçekten de o adamla nişanlandı ve Keşan'a taşındı.
O kadar garip bir his ki, o kadar çocuk halini bildiğin birinin nişanlanması, evlilik hazırlığı yapması, yeni bir hayat kurması. Heyecanlanıyorsun, seviniyorsun, merak ediyorsun, aklın kalıyor, karmakarışık oluyorsun. İşte bu yüzden geçtiğimiz haftasonu onu görmek için yogitam ile yola düştük ve yazlıkları Yayla'ya gittik, Saroz Körfezi'ne... Aslında tek maksadımız onu iyi ve mutlu görmekti; ama gitmişken çok daha fazlasını bulduk. Matrak şahsına münhasır insanlarla tanıştık, bir evde sekiz kız kalarak bol bol şamata yaptık, beklediğimden çok daha güzel bir denize girdik, bronzlaştık...
Ola ki, Yayla'ya yolunuz düşerse mutlaka yapılacaklar:
1) Saatinizi kolunuzdan çıkarın. Burada aceleye koşturmaya hiç gerek yok. Ben iki gün boyunca sadece bir kere karnım çok acıkınca yemeğe ne kadar kaldı diye saate baktım. Acele yok, gün uzun.
2) Bütün gününüzü denize ayırın. Deniz beklediğimden çok ama çok güzeldi. Liman Arkası popüler bir güneşlenme adresi, burada denize karşı Niğde Gazozu yudumlayın.
Acıkırsanız da sürekli simitçiler geçiyor, sade, peynirli, çikolatalı simit satıyorlar. "Elin yanmazsa paran iade!" diyerek...
3) Liman Arkası'na güneşlenmeye giderseniz, denizi önünüze alıp, sağ tarafa doğru kaptırın kendinizi, çamurlu kayayı bulun. Kayadan çıkan çamura bulanıyorsunuz ve sonra gerçekten yumuşacık oluyor teniniz.
4) Biz akşam yemeğine Güler Balık'a gittik. Mezeler oldukça lezzetli, canlı fasıl şahaneydi. Ama siz siz olun, üzerinize kalın bir şeyler almayı sakın unutmayın. Söylemeye gerek yok, Trakya'dasınız, rakı zamanı!
5) Gece eğlencesi Liman'a gitmek, arabayı çekip, farlarını kapatıp yıldızları izlemek. Dileklerinizi hazırlayın, her beş dakikada bir kayan yıldız görüyorsunuz. Yeterince romantik dakikalar geçirip, bütün dileklerinizi diledikten sonra, arabadan müziğinizi açıp açık havada dans ediyorsunuz.
6) Görüntüsünün çok cazip olmadığını kabul ediyorum; ama peynir helvası yemeden sakın dönmeyin, tadı çok iyi.
12-13 yaşlarındaydık, ilkokulu henüz bitirmiş, yeni bir okulda hazırlık sınıfına başlamıştık. Haftada yirmi dört saat 'herr' ve 'frau'larla Almanca öğreniyorduk. Başka dersimiz yoktu. Okuldaki herkes bizden daha büyüktü. Biz liseli abilere aşık olurduk, onlar da kendilerinden altı yedi yaş küçük veletlerin ilgisine bayıldığından sanırım bizi hiç yok saymazlardı. O yıl, aynı anda o kadar çok kişiyle tanışmıştım ve hayatım o kadar değişmişti ki, onunla tanışmamızı hatırlayamıyorum.
Hep sevdik birbirimizi, okul dışında da görüştük, haftasonları süslenip püslenip Gazipaşa'da turlar attık; ama asıl yakınlaşmamız bunlardan üç yıl kadar sonra, liseye başlarken ikimizin de TM seçerek aynı sınıfa ve hatta aynı sıraya düşmesiyle oldu. O üç yılı, aynı sırada dirsek dirseğe, birbirimizi başka herkesten daha fazla görerek geçirdik. İlk sevgililerimiz, üniversite hayallerimiz, test kitaplarımız, derste çantamızdan yumak ve şiş çıkarıp atkı örmelerimiz, kopyalarımız, gelecek endişelerimiz, disiplini ile ünlü müdürümüzün odasına "çadırımın üstüne şıp dedi damladı" diye göbek atarak girmemiz, ön ve arka sıralarımızdaki dedikodu ekibimiz...
Sürekli icatlar çıkarırdık. Okul kayıtları için her dönem bütün öğrencilerin fotoğrafları çekilir ve bunun için okula bir fotoğrafçı çağrılarak para ödenirdi. Lisenin ilk yılında "Bu fotoğrafların aynısını biz de çekeriz. Boşuna para ödemeyin fotoğrafçıya." teklifi ile gitmiştik. Sonraki üç yıl boyunca gerçekten de biz çektik fotoğrafları. Karşılığında müdür yardımcısının oda anahtarına ve canımız sıkıldığında "Bizim fotoğraf çekmemiz lazım" şeklinde garantili dersten tüyme bahanesine kavuşmuştuk.
Testler, umutsuzluklar, hayaller, aşklar, hırslar derken üniversite sınav sonuçları açıklandı: Bir İstanbul Hukuk, bir Marmara Hukuk. İstanbul sayfamız böyle başladı.
İstanbul Life ve Time Out İstanbul'un her sayısını Anayasa ve Medeni Hukuk kitaplarını etmediğimiz kadar hatmederdik. Elimize nereden geçtiği meçhul üç boyutlu bir Taksim haritamız vardı, gitmek istediğimiz mekanları bu harita üzerinde işaretler, süslenir püslenir giderdik. İstanbul'daki ilk yıllarımıza dair o kadar çok anımız var ki... Geriye dönüp baktığımda en çok, Kolpa dinlemeye ilk gittiğimiz geceye ve hayatımızdaki ilk tekila içişimize gülüyorum. Kişi başı altı yedi shot yuvarlamış, sonra da bizde hiç bir etkisi olmadı diye güvenle çıkmıştık sokağa... Yerseniz :)
Özellikle bir gece var ki, ömrüm boyunca unutmayacaklarım arasında. Sabaha kadar Taksim'de eğlendikten sonra, yürüyerek Taksim'den Bebek'e gitmiştik. Bebek sahildeki Gloria Jeans'te oturmuş ve kendi paramızı kendimiz kazanmaya karar vermiştik. Ve ne yaparak? Anketör olarak. Nasıl bir özgüven patlaması yaşıyorsak, güzel olduğumuz için herkesin bizimle konuşmak için sokakta duracağına ve paraya para demeyeceğimize inanmıştık. Anketör olmadık, ama hayatımda 40 saat hiç uyumadan geçirdiğim tek zaman dilimi o gece ve devamıdır.
Sonra üniversite öğrenciliği bize yetmez oldu, çalışmaya başladık, çok sevdiğimiz başka arkadaşlarımız da oldu ve daha az görüşmeye başladık. Hiç kopmadık, hiç küsmedik, hiç bozulmadık birbirimize. Çok eksi arkadaşlıklara özgü bir şey bu galiba,araya ne kadar zaman girerse girsin görüştüğünde sanki bir önceki gün birlikteymişsiniz kadar yakın hissetmek, hiç yadırgamamak...
Uzun zaman görüşmedikten sonra, Hardal'daki bir gecemizi hatırlıyorum. Dünyayı ve yanımızdaki adamları unutacak kadar dalmıştık kendimize, birbirimize.
Yıllar geçti, daha yoğun çalışmaya başladık, avukat olduk, Çağlayan Adliyesi koridorlarında duruşma beklerken karşılaşmaya başladık. Çok net hatırlıyorum, adliyedeki terasta bir sabah kahve içerken, "Ben bu adamla evlenirim." demişti daha ilişkinin ilk aylarındayken. Gerçekten de o adamla nişanlandı ve Keşan'a taşındı.
O kadar garip bir his ki, o kadar çocuk halini bildiğin birinin nişanlanması, evlilik hazırlığı yapması, yeni bir hayat kurması. Heyecanlanıyorsun, seviniyorsun, merak ediyorsun, aklın kalıyor, karmakarışık oluyorsun. İşte bu yüzden geçtiğimiz haftasonu onu görmek için yogitam ile yola düştük ve yazlıkları Yayla'ya gittik, Saroz Körfezi'ne... Aslında tek maksadımız onu iyi ve mutlu görmekti; ama gitmişken çok daha fazlasını bulduk. Matrak şahsına münhasır insanlarla tanıştık, bir evde sekiz kız kalarak bol bol şamata yaptık, beklediğimden çok daha güzel bir denize girdik, bronzlaştık...
Ola ki, Yayla'ya yolunuz düşerse mutlaka yapılacaklar:
1) Saatinizi kolunuzdan çıkarın. Burada aceleye koşturmaya hiç gerek yok. Ben iki gün boyunca sadece bir kere karnım çok acıkınca yemeğe ne kadar kaldı diye saate baktım. Acele yok, gün uzun.
2) Bütün gününüzü denize ayırın. Deniz beklediğimden çok ama çok güzeldi. Liman Arkası popüler bir güneşlenme adresi, burada denize karşı Niğde Gazozu yudumlayın.
Acıkırsanız da sürekli simitçiler geçiyor, sade, peynirli, çikolatalı simit satıyorlar. "Elin yanmazsa paran iade!" diyerek...
3) Liman Arkası'na güneşlenmeye giderseniz, denizi önünüze alıp, sağ tarafa doğru kaptırın kendinizi, çamurlu kayayı bulun. Kayadan çıkan çamura bulanıyorsunuz ve sonra gerçekten yumuşacık oluyor teniniz.
4) Biz akşam yemeğine Güler Balık'a gittik. Mezeler oldukça lezzetli, canlı fasıl şahaneydi. Ama siz siz olun, üzerinize kalın bir şeyler almayı sakın unutmayın. Söylemeye gerek yok, Trakya'dasınız, rakı zamanı!
5) Gece eğlencesi Liman'a gitmek, arabayı çekip, farlarını kapatıp yıldızları izlemek. Dileklerinizi hazırlayın, her beş dakikada bir kayan yıldız görüyorsunuz. Yeterince romantik dakikalar geçirip, bütün dileklerinizi diledikten sonra, arabadan müziğinizi açıp açık havada dans ediyorsunuz.
6) Görüntüsünün çok cazip olmadığını kabul ediyorum; ama peynir helvası yemeden sakın dönmeyin, tadı çok iyi.
2 yorum:
Sen çok gez hep yaz emi:) hayat dolu yazılarını takipteyim,,
keşan dediğin an, fotoğrafa gerek kalmadan gökçeden bahsettiğini anlamıştım :) sizin aranızdaki bu ilişkiyi de hiç bilmiyordum. ama sonra düşününce, birinizi tanıyor, diğerinizi ise işte blogdan falan takip ediyorum. nasıl da güzel bir dostluk olabileceğini fark ettim.
benim de bir kaç sarhoşluk anım var gökçeyle ilgili. hepsi hayal meyal. bir tanesinde yerde oturuyoruz misal. nedense. gece boyunca.
neyse, ne diyecektim. gökçe candır. trakya da öyle.
bir de yazılarını okumak öyle keyifli ki.
Yorum Gönder