30 Ocak 2013

Kendini çok zorlama. En güzel şeyler, onları en az beklediğinde olur.*

Ben önümüzdeki ay bir hafta Antalya'ya gidiyorum, diyor telefonda.
"Bir hafta mı?!" diye isyan ediyorum

O cümle ağzımdan çıkar çıkmaz ikiye bölünüyorum. Benden iki tane oluyor.

Bir tanesi resmen üzülmüş, beni bırakıp nereye gidiyor, diye isyanlarda. Bir hafta gitmesin, iki gün üç gün yeter işte, bir haftanın ne gereği var, diye homurdanıyor.

Diğeri şaşkınlıkla ona bakıyor, "Bu cümleyi kurmuş olamazsın! İlişki topu topu iki aylık, bir ayında İsviçre'yi fethetmeye gittim, ikinci ayında da Bolonya'ya kaçtım. Adam gayet ikisinde de huzursuzluk yaratmadı. Böyle bir tepkiye hakkın yok."

"Tamam evet gitsin ama bir hafta gitmesin. Bir hafta çok uzuuuuun!" 

Bazı ilişkiler vardır; ayrı kalmak iyi gelir iki tarafa da. Çok fazla birlikte zaman geçirince, insan kendini boğuluyormuş gibi hisseder, sıkılmaya başlar, yapacak veya konuşacak bir şey bulamaz olur, ne yapsa batmaya başlar ötekine. Aralar, molalar, görüşememeler iyi gelir iki tarafa da. Özlerler birbirlerini, paylaşacak şeyler biriktirirler, daha hoşgörülü olurlar. Yemek yemek gibi, yeniden yemek arzulayabilmek için önce acıkmak gerekir. Çoğu ilişki böyledir. 

Bazı ilişkiler vardır; ayrı kalmak yaramaz. Ne zaman araya bir kaç gün girse, o araya giren günleri ısıtmak gerekir birlikte zaman geçirerek. Sevgi sözcüklerini, sırnaşıklıkları sakınır hale gelir taraflar, aradan sonra görüştüklerinde. Birlikte zaman geçirdikçe, daha da doyamaz olurlar birbirlerine; konuştukça konuşmak, seviştikçe sevişmek, görüştükçe daha çok görüşmek isterler. Uyuşturucu gibi, hep daha fazla dozunu arzular insan. Bizim ilişkimiz işte böyle.


Bizi düşündüğümde aklıma o kadar alakasız kareler geliyor ki... Onun pişirdiği balığı yiyip, hukuk konuşuyoruz. Kafamız inanılmaz güzel Nublu'nun merdivenlerinden yuvarlanıyoruz. Adliyede duruşma salonunun önünde son derece mesafeli hal hatır soruyoruz birbirimize. Elimizde cin bardakları, o dj, ben dans eden kız. Kadı Nimet'te sinema seanslarına bakarken, biraları ve balıkları mideye yuvarlıyoruz. Şarap evindeyiz, kadehlerimizi tokuşturarak şaraplar hakkında konuşuyoruz. Sabah kikir kikir yatak keyfi yapıyoruz, bana en direk serbest vuruşu öğretiyor. Karaköy'de bir mekanın kapısında 'biz neyiz' konuşması yapıyoruz. Kadıköy'de dövme yaptırıyoruz. Sarmaş dolaş pijamalarla uzanmış film izliyoruz. Nişantaşı'nda bir pazar akşamı elele sinemadan çıkmış eve yürüyoruz. Beşiktaş Balık Pazarı'nda oturmuş rakı kadehlerimizi eski bütün sevgililerimize kaldırıp, ilkinden en sonuncusuna bütün ilişkilerimizi birbirimize anlatıyoruz. Kafamız güzel kikir kikir nevresimin altında nevresim değiştirme maceralarımızı paylaşıyoruz. Gündüz butik, akşam pub olan bir mekan açarak Kaş'a taşınma planları yapıyoruz. Onun arkadaşları, benim arkadaşlarım hepbirlikte Lokal'de dans ediyoruz. Sabahın beşinde bir tatsızlık yaşamışız oturup konuşarak iletişim kurarak çözüyoruz. Çok bomba bir adam olan DVDcimizin taklidini yaparak, Saturn'den DVD player seçmeye çalışıyoruz. Gecenin bir yarısı önümde Borçlar Kanunu, telefonun bir ucunda o, kira hükümlerini tartışıyoruz. Dizdize leziz ekleri yuvarlayarak, Skyscanner'dan Londra bileti bakıyoruz. (...)

Görüşmeyince o bana yabancılaşıyor, ben ona cadolozlaşıyorum, sonra bir kavuşuyoruz, bir sarılıyoruz, bir öpüyoruz birbirimizi hepsi tarih oluyor. 

Güzel ve farklı bir şeyler var hayatımızda, ikimizde, birbirimizde. 
Birlikteyken, nerede ne yaparsak yapalım, hatta bir şey yapmayalım güzel oluyoruz.
Bu öyle bir şey ki;
İnsana bütün ezberlerini bozduruyor.

Bu ilişki ikimize de öğretiyor,teoriyle pratiğin bambaşka olduğunu...
Hani bazı insanlarla kesişir hayatımız, birbirimizin kız ve erkek versiyonu gibiyizdir, her şeyimiz uyar, ama hiçbir şey yolunda gitmez. Anlam veremeyiz, nasıl olabilir ki böyle bir şey deriz.

Bazı insanlarla da aslında farklı arkadaş gruplarımız, farklı alışkanlıklarımız, farklı geçmişlerimiz vardır, sanki hiç olmayacakmış gibi gelen iki insan oluverir. Puzzle'in şekli birbirinden bambaşka ama boşlukları birbirine uyan, birbirini tamamlayan iki parçası gibi...



Biz bu ilişkiyle öğreniyoruz, aslında esas olanın bakış açısı olduğunu. İki insanın beklentileri aynı olmalı hayattan, keyif aldıkları şeyler de...  Birisinin hayatı işiyken, diğerinin hayatında iş sadece bir parça ise olmuyor. Biri lezzetli bir şarap keşfettiğinde zevkten dört köşe olurken, diğeri içkiyi ayda birkaç kere içiyorsa, bütün arkadaş çevreleri aynı olsa da tekliyorlar. Birisi için yemek yemek keyifse, diğeri için ne yediği hiç fark etmez yeter ki doysun ise, isterlerse müzik, film zevkleri cuk otursun gitmiyor o ilişki.

Annemin zamanında ettiği  "Benim güzel mezeli rakı sofrasına oturduğunda keyiften dört köşe olmayan, o an aklına başka bir yerde olmayı getirecek birine hayatımda yer olamaz" lafı geliyor aklıma. O basit görünen lafın altında bir formül yattığını o an anlıyorum.Hayattaki basit görünen detayların aslında her şey olduğunu da o an anlıyorum. Ve tabii ki geçmişteki bazı şahane olması beklenirken, hiç olan ilişkilerimin sebebini de...

Lezzetli bir şişe şarabı paylaştığımız bir sofrada tatlı tatlı bütün dertlerimizi, acılarımızı, ilişkimiz hakkında her şeyi ve hayallerimizi paylaşabileceğimizi ve o sofradan keyifli kalkacağımızı bal gibi bildiğimiz halde inanamıyoruz birbirimize ve ilişkimize. İçimizden ne kadar gelse de, ikimizin içindeki ses geleceğe dair fısıldasa da söze dökemiyoruz. Büyük laflar edemiyoruz gelecekteki günlere dair. Zamana havale ediyoruz sessizce. Umarak... 



Düşünüyorum da, iyi ki öyle.
İyi ki kontrollüyüz.
O dizginleri elimizden tamamen bırakmış olsak, muhtemelen şu anda bir valiz, bir koli Arykanda, bolca kitap, DVD ve müzik ile sahil kenarında bir kasabaya göçmüş, şarabımızı yudumluyor olurduk umarsızca.

Bu satırları yazıyorum, gözüm onun sabah buzdolabının üzerine iliştirdiği Cemal Sürey(y)a dizelerine takılıyor, yüzümdeki gülümseme büyüyor, dilime bir şarkı ilişiyor: i breathe you in, when you breathe me out. And the sun in the arms of love as if is an endless day. we dont rush for anything as if we have so much time.







Dip Notlar:
Başlık Fight Club'tan. 
1. kedili fotoğraf: Vitor Ferreira - Pinterest
Yataklı fotoğraf: Misty Gorley - Pinterest
2. kedili fotoğraf: Marina Khorkina - Pinterest 

22 Ocak 2013

Dışarı çıkıyorum. Sokakları ev basmış.*

Saat 04:28...
Gece desen bitmesi çok yakın, gündüz desen henüz başlamamış. 

Önümde on beş dakikada hazırlanmış valizim, yanında ağzı henüz kapatılmamış el çantam. Son dakikada, unutulanlar onun içine tıkıştırılacak.
Üzerinde pasaportum ve Bolonya biletim. Yanında da Ünal Tekinalp'in anonim şirketler kitabı....

Karşısında kalakalıyorum. 
Giyinmem lazım, evden çıkmam lazım.

Ama...

O valiz ile ticaret hukuku kitabının yanyana durması, hayatımdaki çelişkilerin o kadar somutlaşmış hali ki, kımıldayamıyorum.

Ben ne eğlenceli, yumuşak bir işte çalışıp baba parasıyla gül gibi geçinip giden, vakti bol, tasası az, yavaş hareket eden ve zamanının çoğunu daha iyi görünebilmek için harcayan kadınlardan olabildim; ne de mesai dinlemeden çalışan, hayatının en merkezine hukuku koymuş, geri kalan her şeyi arka plana atmış hırslı avukatlardan...

Hep arada kaldım, hep her şeyden biraz oldum.

Geçen hafta şöyle yazmışım: Ajandama şöyle bir baktım. Korktum. Kapattım. Bir sigara yaktım. Hesapladım. Benden iki tane olsa ve günde beş saat uyusalar yine kurtarmıyor. 

Hakikaten de nasıl oldu bilmiyorum; ama geçtiğimiz on güne iki günlük bir Bolonya kaçamağı, şehir dışında bir duruşma, günde dokuz saat ofis çalışması, 4 tane final sınavı ve bir makale sığdı. Bir tek uyku sığmadı. 



Cuma akşamı son sınavımdan çıktığım anda, Dolapdere Sokakları'nda taksi bulmak için yürürken, kendimi Oscar almak için kırmızı halıda yürürmüşçesine başarmış ve mutlu hissediyordum. Pes etmemiştim ve yorgunluktan bir yerlerde bayılıp kalmamıştım.

Devamında da filmli, müzikli, dedikodulu, öpücüklü, kahkahalı, kavgalı ve lezzetli bir haftasonu devirildi.

Bu haftasonunda not defterime eklenenler:

1) Cochine'de Early Grey Martini içmek:

Vietnam size ne çağırıştırıyor bilmiyorum; ama benim Vietnam denilince aklıma gelen tek şey Amerikan savaş filmleri oluyor(du). O yüzden 'Vietnam mutfağı'nın da benim için "yeni" ve "farklı" olmaktan öte bir anlamı yoktu. 

Cumartesi gecesi, Baden'de evlendirdiğimiz arkadaşlarımızın İstanbul'a dönmüş olmaları vesilesiyle toplanıp akşam yemeği yiyelim dedik. Hep gittiğimiz bir yer olmasın, farklı olsun istedik. Gayrettepe'deki İngiliz Pub'ını denedim, bütün masalar rezerveymiş. Raika'ya bakalım dedim, en erken 22:00'de boş masaları varmış. İstanbul'da cumartesi gecesi akşam yemeği yemeğe son dakika karar verdiyseniz ve iki kişiden kalabalıksanız bittiniz. Son geldiğimiz nokta budur İstanbul'da.



Sonunda iptal olan bir rezervasyondan araya sıkışarak, Kumbaracı Yokuşu'ndaki Cochine'e attık kendimizi. Restoran bir aşk hikayesinden doğmuş. İstanbullular'ı da "early grey martini" ile kendisine aşık etmiş.

Menüyü aldığınızda her şey o kadar farklı ki, merak ediyorsunuz, tok bile olsanız bir şeyler sipariş edip denemek istiyorsunuz. Biz hepimiz farklı yemekler istedik. Sonunda da hepimizin karnı doydu. Ama "Taptım. Bundan sonra Vietnam mutfağı olmadan yaşayamam." gibi bir durum da yok ortada. İşviçreli damadımız bayıldı yemeğine, et yerken yanında ekmek verilmemesini yadırgayan, tatsız tuzsuz buharda yasemin pilavı yerine bin kere şöyle nohutlu pilavı tercih edecek bizim, yemek konusunda biraz kapalı ve tutucu olduğumuz yönünde bir tespitte bulundu. 




Bizim asıl tav olduğumuz Early Grey Martini oldu. Bildiğimiz buzlu çay içiyormuşsunuz gibi geliyor tadı, ama alkol cimrisi bir kokteyl kesinlikle değil, yutarken, midenize kadar tatlı bir yanmayı hissediyorsunuz. Bir yandan serinleyip, bir yandan yanıyorsunuz. İlla ki tadılmalı!




2) 123 dinlemek: 

Cochine üzerine istikametimiz Nublu oldu. 

Nublu, dar oluşu, dışarı bira çıkarmaya izin vermemeleri, sigara içmek için merdiven inip çıkma zorunluluğu gibi dezavantajlarına rağmen, son zamanlardaki favori konser mekanımız. Hem Taksim'in kalabalığına girmek zorunda kalmıyoruz, hem de gereksiz (içip sapıtanlar, sağı solu kesmek için gelenler, mıymıylar hepsi bu kategoride) kimselerce henüz keşfedilmedi. 




123... 
Festival takip edenlerce bilinen, bilmeyip de duyanlarca sevilen bir grup.
Çok doğal, çok güzel ve harika sesli bir solistleri ve çalarken gerçekten eğlenen bir ekipleri var. Çok sakin, çok rahat ve çok keyifliler sahnede. Ve de gerçekten güzel de bir müzik yapıyorlar. 

Konserlerine denk gelirseniz, tereddütsüz gidin. Konser olmasa da, dinleyin, tam kış günlerinin müziği bence:



3) Mahalle'de takılmak:

Çapa hep yapıyor. 
Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, yurtdışında görüp taklit ediyor dersiniz, takdir edersiniz bilemem.

Adam zaten bir röpörtajında  "Sanat imitasyon ile başlar inovasyon ile biter." diye gönderme yapacak kadar barışık bu eleştirilerle.

Ben onu ilgiyle takip edenlerdenim. Sürekli üretiyor çünkü. Üretmiş olduklarını da acımadan dağıtıp yıkıp yenilerini üretecek kadar çok üretiyor hatta.




Citys'in tepesine de Mahalle'yi kondurdu. Gerçek bir mahalle bekliyorsanız, beklemeyin boşuna. 

Şöyle ki bir sürü restoran ve dükkanı yanyana düşünün, ama aralarında hiç duvar olmasın. Sosa, Wagamama, Rigatoni, Günaydın gibi yemek opsiyonlarına, Assouline ve Paşabahçe gibi alışveriş opsiyonları ve bar olarak da Vida eşlik ediyor. Bunlarla sınırlı sanmayın, mantıcılar, italyanlar, hot doglar yok yok.

Farklı konseptleri keşfetmek için yol düşürülebilir, güzel bir pazar akşamı geçirilebilir burada.




Biz Mr. Feelgood ile yemek tercihimizi Günaydın'ın Lokum'undan ve parmesanlı roka salatasından yana yaptık -ikisi de lezizdi- ve sonra da hemen üst katta Life of Pi'yi izlemek için sinemaya çıktık. 



İkisinin arasında deresinde, ben Mr. Feelgood'u çekiştire çekiştire Paşabahçe'nin Aydın Boysan rakı setlerine ve kedili bardaklarına da bakmayı pas geçmedim tabii ki. 

Life of Pi'yi de listenize alabilirsiniz. Güzel bir film, özellikle 3 boyutlu izlerseniz tam bir görsel şölene dönüşüyor, içinizde bir Hindistan'a gitme arzusu doğuyor yavaştan. Ama beklentilerinizi çok da yükseltmeyin derim ben, insanların izledikleri en iyi film olduğu iddiasından sonra, "O kadar da değilmiş" diyerek çıktık filmden. 

4) Merhaba Pasta Sanatı'nın eklerini hüpletmek

Benim evde buluşup, dedikodunun dibine vurmak üzere sözleşmişiz. Evden çıkarken arıyor, ben geliyorum diye. Araya da sıkıştırıyor: "Ekler sever misin?" 

Ben şerbetli tatlılar hariç, her türlü sütlü tatlının, çikolatanın tutkunuyumdur. Bayılırım ve bunları yeme kapasitem şaşırtıcı boyutlara ulaşabilir. O yüzden düşünmeden "Evet, tabii severim." diyorum. Sonra düşünüyorum, ekler listemin ilk sıralarında hiçbir zaman olmadı. Yani olursa yerim; ama "Ah canım şimdi nasıl da ekler çekti." demişliğim, sırf ekler almak için kendimi sokaklara vurmuşluğum yoktur.

Bizim kız geliyor, laflamaya başlıyoruz, herkesin kulaklarını çınlatıyoruz. Kahveden, proseccoya, sonra da İtalya'dan getirdiğim şaraba geçiyoruz. Ekler paketini unutuyoruz bir süre.




Ve sonra paket açılıyor.
Çilekli, frambuazlı, kahveli ve bitter ekler karşımda. Offf!
Bu ekler bambaşka...
Başa bela olacak, insanın aklına gelince kaldırıp o dükkana götürecek kadar başka.

Abarttığımı düşünüyorsanız, nolur, önce bir tadın. 
Bulmak için tık!

5) Gezmek, tatmak, taşımak ve paylaşmak

Bir sabah Mr. Feelgood'un kollarından çıkmış metrobüse binmişim, karşıya geçiyorum. Şarjım çok az, müzik dinleyerek bitirmek istemediğim için kulağımda kulaklık yok, sağımda solumda oturanları dinliyorum.

Ben yaşlarda iki tane genç adam konuşurken, biri diğerine soruyor: "Sen hiç dışarıya gittin mi?" Diğeri cevap veriyor: "Gittim tabii Edirne ile Bursa'yı gördüm." 

O an bir gerçeğin farkına varıyorum, hayatı boyunca doğduğu şehirden hiç gitmeyenler var.
Asgari maaş ile geçinmeye çalışan biri için seyahat etmenin inanılmaz büyük bir masraf olduğunu anlayabiliyorum; ama bir de tembeller var. Sözüm onlara.

Artık seyahat etmek eskisi kadar zor ve pahalı bir şey değil. Nereye gittiğinizin de çok bir önemi yok. Gidin, değişik yemekler tadın, oralardan yöresel bir şeyler alın, gelin evinizde arkadaşlarınızla paylaşın. 

Mesela -detaylarını ayrıca bir yazıda anlatacağım- Bolonya kaçamağımızın sonunda İstanbul'a dönerken, markete uğradık. Nereye gitsem, marketine / pazarına mutlaka gidip alışveriş yaparım ben. "Amaaan artık her şey Türkiye'de var." demeyin. Çok daha ucuza, çok daha güzelini alabiliyorsunuz. 

Bolonya'dan da paket paket makarna, risotto, procini mantarı, peynir, filtre kahve, makarna sosu, şişe şişe kırmızı şarap ve riesling getirdim gelirken.




Makarna ve şarap ziyafetlerimizden ilkini Mr. Feelgood ile Mushaboom'da yaptık. Çok da keyifle zevkle bir yemek hazırlamış ve yemiş olduk.




Şaraplar kaç tane keyifli sohbete eşlik etti, mozerellalar bana kaç sabah keyifli sabah kahvaltısına dönüştü. 

Hayattan keyif almak bazen lezzetli bir yemekle bile olabiliyor.

O yüzden; seyahat etmek pahalı önyargısından da, bildiğim yemekten şaşmam tutuculuğundan da kurtulmak lazım.


Keyifle kalın!
Bursa'dan iskender kokulu, gökkuşaklı öpücükler! :)




DipNot: Başlık, Cemal Süreyya'dandır. 

08 Ocak 2013

Not Defterim (1): çıraganda brunch, solare winery, acil iltifat servisi, little broken hearts, tepenin ardı, online ajanda ve indirim rehberi

1 Ocak sabahı...


Alarm sesi ile gözümü açıyorum. Mr. Feelgood'un "Sen beni değil kollarımı özlemişsin" diye şakayla karışık sitem etmesine sebep olacak kadar beğendiğim kollarının arasındayım. "Gidemezsin hiçbir yere!" diye sarmalıyor beni. "Hiç uyumuyorsun, hiç keyif yapamıyoruz, ben kendimi miskin hissediyorum ayrıca." diye homurdanıyor. Düşünüyorum gerçekten, her sabah bir alarm sesi var hayatımda. Haftaiçi işe gitmek için, haftasonu da daha önceden yaptığım gezme planlarına uymak için. 

Hep de aynı şey oluyor sonra, uyanıyorum, giyiniyorum, sonra ne Mr.Feelgod'u sıcak yatakta bırakıp gidebiliyorum, ne de hevesli olduğum güzelim planı ekip onunla kalabiliyorum. Hep geç kalıyorum. O dakika yeni yıla dair ilk kararımı alıyorum: Haftasonu sabahlarına plan yapmamak. Ve bu kararımı uyguladığım ilk haftasonu o kadar güzel geçiyor ki...


Aynı günün akşamı, evde dergi keyfi yaparken, Bantmag'in son sayısında kilitlenip kalıyorum. 2012'deki en iyi albümleri, filmleri, viralleri, tiyatro oyunlarını, dikkat çekici olayları ve çok daha fazlasını listelemişler, harika bir sayı olmuş. (Dergiyi okumak için buraya tık!)

Ben meraklıyımdır ve yeni şeyler keşfetmeye bayılırım. Dergileri ve blogları okurum, abone olduğum bültenler sayesinde şehirde olup biten neredeyse her şeyden hemen haberdar olurum, yeni açılan mekanları ve festival, tiyatro, sergi gibi sanatsal etkinlikleri kovalarım. Kitapları takip ederim. 

Film izlemeyi ve müzik dinlemeyi çok sevsem de, bunlar konusunda nispeten daha pasif bir insanım. Çok fazla araştırmam, önüme ne gelmişse onları izlerim ve dinlerim. Şansıma Mr. Feelgood film ve müzikten anlayan bir adam ve gerçekten paylaşımcı. Bana sürekli bilmediğim bir şeyler dinletiyor, izleyip beğendiği filmleri oturup bir kere daha benimle izliyor. Bayılıyorum onun bu yönüne.

Bantmag'deki listeleri incelerken,  bütün merakıma ve Mr. Feelgood'un paylaşımlarına rağmen her şeye birden yetişemeyeceğim gerçeği ile bir kere daha yüzleşiyorum. Ne çok güzel şeyi kaçırmışım 2012'de, onu fark ediyorum.

Yeni yıl için ikinci kararımı da o an alıyorum: Her hafta pazartesi günü keşifler yazısı yazmak. Böylelikle hem her hafta bir şeyler keşfetmek için daha güçlü bir dürtüm olacak, hem de mushaboom'culara hafta başlarken keşfedilebilecek şeyler konusunda ilham vermiş olacağım diye umuyorum bu karar sayesinde.

1) Çırağan'da Brunch: 

İstanbul'da yaşayanların büyük çoğunluğunun milyonlarca kez önünden geçip de bir kere bile kapısından içeri girmediği bir yer Çırağan Sarayı. Biz annemle geleneksel hale getirdik, iki yıldır yeni yılın ilk sabahına burada brunch ile başlıyoruz. Brunch derken, aklınıza da sadece kahvaltılıklar ve hamur işleri ile donatılmış bir masa gelmesin. Şampanya eşliğinde başlıyor, humustan havyara canınız ne çekerse bulup yiyebiliyorsunuz.


Mesela benim her seferinde gözüm dönüyor, her saat yeni bir konseptte doldurulmuş tabakla (önce kahvaltı, sonra sushi, sonra deniz ürünleri ve mezeler, sonra tatlı) aralarda da boğaza karşı sigara molalarıyla dört saat kadar yiyorum. Açık büfeye ön yargıları silecek kadar çok özenle hazırlanmış, dünyanın her köşesinden lezzetler var. 





Her haftaki brunch yılbaşı brunchı kadar havalı mıdır bilmiyorum; ama özel günler ve kendinizi şımartmak istediğiniz zamanlar için aklınızın bir kenarında dursun. Ödediğiniz paraya kesinlikle değiyor.


Brunch için aradığınızda hangi brunch, sorusu karşısında afallamamanız için tüyo: Laledan otelin sonradan inşa edilen kısmında ve bahçe opsiyonu var, güzel havalarda tercih edilebilir. Tuğra saray kısmında, çok daha ağır, havalı, Hürrem Sultan stili bir dekorasyonu var. Tuğra'da davet olduğunda, saray kısmındaki brunch Enderun Salonu'na kayabiliyor.

2) Solare Winery:

Daha sıcak, samimi, hiç kasılmayacağınız bir yer arıyorsanız ve şarap seviyorsanız, Galatasaray Lisesi'nin arasındaki Solare Şarap Evi'ni keşfetmelisiniz. Minicik bir mekan burası. Küçücük masalarda birbirinize yakın oturup, peynir ve kuru et tabağı eşliğinde lezziz şaraplar içebilirsiniz. 

O civarlarda bir eve gidiyorsanız, makul fiyatlı take-away şarap da kapabilirsiniz geçerken.



Mr. Feelgood ile bir cumartesi akşamı tuttuk Solare'nin yolunu. Onun bana bahsettiği ve bir türlü tadamadığım Likya ile de tanışmış oldum. Likya'nın cabarnet sauvignon- boğazkeresi leziz, tavsiye ederim.



Samimi ortam, lezzetli şaraplar harika bir muhabbeti de beraberinde getiriyor, içtikçe içiyorsunuz. Benim ocak sonundaki 123 konserinin o akşam olduğunu iddia etmem ve Nublu'ya 123 dinlemeye gidip de "çadırımın üstüne şıp dedi damladı" ile karşılaşmamız ve gecenin -daha doğrusu sabahın- bir vakti kendimizi Balat'ta bulmamız şeklinde devam etti. Çok eğlendik, çok saçmaladık, çok güldük. Demeye çalıştığım şu ki, Solare sonrasını spontane bırakın, kafanızın tadını çıkarın.

Adres ve Telefon: Yeniçarşı Cad. No:44-A // 0212 252 27 19 

3) Acil İltifat Servisi:

Herkes iltifatları sever de, her zaman etrafınızda sizi iltifatlara boğacak biri olmayabilir.
O yüzden bence bu siteyi browserınızın ana sayfası yapın, iltifatlara doyun: EmergencyCompliment



4) Online Ajanda:

Teknoloji konusunda babaanne-vari bir tarafım var.
Mesela i-ların hepsini kullanmama rağmen yıllardır iTunes'u çözemedim bir türlü. Evde bilgisayarı televizyona bağlamak gibi aksiyonlara kalkıştığımda kardeşimi telefonla taciz edip, teknik destek almam bir klasik. Film indirmek gibi korsan hareketlere gönüllülüğüme rağmen sistemi kavrayamadım.

2013'te bir adım ilerlemeye karar verdim. Ece ajandası yerine,CalPad applicationuna geçtim. Saat saat etkinliklerinizi kaydedebileceğiniz gibi, yapılacak işler listesi ve notlar şeklinde ayrıca hatırlatmalar koyabiliyorsunuz kendinize. Yaklaşık me kadar süreceklerini girdiğinizde o gün geriye ne kadar boş zamanınız kaldığını hesaplaması da güzel bir "dur daha ne planı yapıyorsun bu güne" deme şekli. Kullanımı da basit. CalPad Lite ücretsiz, ancak girebileceğiniz not sayısı limitli. Çılgın dolu ajanda kullanıcılarının paraya kıyıp CalPad'i alması gerekiyor ki bir kahve parası.

5) Norah Jones

Norah Jones'un neresi keşif, yıllardır var demeyin.

Yıllardır jazz söyleyen Norah Jones'u dinlerken, Mr. Feelgood sayesinde bambaşka bir Norah Jones ile tanıştım. 

Little Broken Hearts albümü alıştığımız Norah Jones tarzından farklı, kış günleri için ideal bir albüm. Hem sakin, hem mutlu.

Happy Pills by Norah_Jones on Grooveshark

6) Tepenin Ardı

Bir pazar akşamı Kadı Nimet'te balıklarımızı ve biralarımızı mideye indirdikten sonra gittik Tepenin Ardı'nı izlemeye. Konusunu bile bilmeden gittik, film bitti biz bir süre kilitlendik kaldık.


Bir dede... Dağ başında bir arazisi var, yazları gidiyor. Bir de yardımcısı var; Mehmet. İyi atıcı olan oğlu, oğlunun tek arkadaşı köpeği ve her ihtiyaca yetişen karısıyla birlikte bir kulübede yaşıyor Mehmet. Dedenin edebiyat öğretmeni olan, karısı ölmüş oğlu ve biri askerden akıl sağlığını yitirerek gelmiş; diğeri haşarı ergen iki torunu bir haftasonu onu ziyarete geliyorlar.

Film bir günü anlatıyor, güzel müzikler ve harika çekimler eşliğinde. Temposu yavaş ama o kadar çok mesaj barındırıyor ki içinde... Yine de bu mesajların en neti: Düşmanı hiçbir zaman yakınımızda değil, hep uzağımızda, hep tepenin ardında aradığımız.

İster Türkiye politikası olarak bakın buna, ister bireysel hayatınız bakımından, filmi izledikten sonraki bir kaç gün çıkamıyorsunuz etkisinden, kendinizi, kalıplarınızı, sistemi sorguluyorsunuz.

İyi bir film izlemek için gidin. Ama eğlenmeye değil, etkilenmeye...

 

7) İndirim Çılgınlığı

Her tarafta indirimler başladı. Muhtemelen yeni yıl kararlarınız arasında olan para biriktirme kararınızdan çoktan caydınız bile. Ne kadar uygulanır orası şüpheli, ama  Elif Akça'nın kaleminden, güzel bir indirimlerde saçma sapan şeyler almaktan kaçınma rehberi şurada: Aldım verdim STOP. Aslında sen beni yendin STOP. Kredi kartım full STOP. Alacağın olsun indirim günleri STOP.

8) Yeni Rakı Nostaljik Şişe:

Ben her gittiğim yerden havalı şişeler topluyorum bu yılın başından beri. Üzeri Arapça yazılmış icetea, çok tatlı pembe bir enerji içeceği, travelers special edition absolut, carlsberg müzesinden tasarım bir bira şişesi, ev şeklinde şişeli ouzo... 

Yeni rakının nostaljik şişesi de bu ekipteki ilk Türk oldu.



Sınırlı sayıdaki bu şişeleri Macrocenter'da bulabilirsiniz.

Keyifle kalın!

Pinterest'im

Instagram'ım