01 Haziran 2015

Yuchi ile Karadeniz - 1: Trabzon, Atatürk Köşkü, Sümela Manastırı, Uzungöl

Ben kısa bir zaman öncesine kadar Türkiye'de seyahat etmek yerine, yurt dışına gitmeyi tercih ediyordum. "Hazır şimdi evde beni bekleyen bir koca, bir çocuk dünya kadar sorumluluk yokken, uzak yerlerde takılayım, Türkiye'yi her zaman gezerim." diyordum.

Sonra duruşmalar sebebiyle Türkiye'de seyahat etmeye başladığım zaman fark ettim ki, ne yazık ki her şey büyük bir hızla yok oluyor. Ne doğa, ne de tarihi eserler yeteri kadar korunuyor.

Daha da kötüsü bundan şikayet etmeye kalktığınızda veya çözüm üretmeye çalıştığınızda, "Istanbul'dan gelmiş, işi gücü olmayan bu işlerle uğraşan manyak kadın" oluyorsunuz veya karşınızdaki insanlardan akla mantığa sığmayan açıklamalar geliyor. İstihdam artsın diye Hasankeyf'in sular altına gömülmesini destekleyenler gibi...

O zaman fark ettim ki, örneğin Roma muhtemelen önümüzdeki yüz sene daha Roma olarak kalacak; ama Türkiye'de görmediğimiz her şey büyük bir hızla yok olma riski altında. Ve böylece Türkiye'de daha çok seyahat etmeye başladım. Geçtiğimiz bir yıl içinde Diyarbakır, Elazığ, Amasra, Nemrut, Hasankeyf, Mardin, Kıyıköy, Kahramanmaraş, Ege Köyleri yollarına düştüm. Hepsinden uzun uzun bahsettim, umarım ki birilerini buraları görme konusunda biraz şevklendirebilmişimdir. 

Kabul etmeliyim ki bazen çok zorlandım. Avrupa'da bir noktadan bir noktaya gitmekte hiçbir zaman zorlanmamış olmamın inadına, buralarda bir yerden bir yere ulaşmaya çalışırken torunlarıma bile anlatabileceğim maceralar yaşadım. Uçak iptal olduğunda, başka sefer olmadığından dönemediğim de oldu, otoyol kenarında kaldığımda da... Diğer yandan harika lezzetler tattım, inanılmaz günler geçirdim. 


Türkiye'de daha çok seyahat etme çabalarım sürerken, "bir arada tehlikeli" olarak nitelendirildiğimiz sevgili Gözde, "Hemşin'e gidiyoruz, gelir misiniz?" diye sordu. Konaklama, maliyet, program gibi hiçbir şeyi sorgulamadan "Elbette ki" diye cevap verdim. 

İşte benim Karadeniz maceram böyle başladı.

Bütün Karadeniz maceramı yazdıktan sonra, bendeki etkilerinden ayrıca bahsedeceğim. Ama şimdilik söyleyebileceğim şey şu, abartmıyorum, bu seyahat pek çok şeye bakışımı değiştirdi. Lüks kavramını sorguladım, doğa içinde olmanın ne kadar harika olduğunu ilk defa bu kadar yoğun biçimde deneyimledim, bazı şeyleri daha sık yapmaya karar verdim, metropol hayatında unuttuklarımızı hatırladım...


Geciken uçak filan derken planladığımızdan daha geç Trabzon Havalimanı'na indiğimizde, rehberimiz Yuchi bizi karşıladı. İnanılmaz bir enerji ve elinde "Yuchiyle Hemşin grubu" yazısıyla.

Sonraki günlerde inanılmaz seveceğimiz, ama ilk gün bizimle çok sohbete katılmayan Osman Abi'nin direksiyonunda olduğu minibüse doluştuk. İlk istikametimiz Atatürk Köşkü oldu. 


Çam ormanları içindeki bu köşk, Trabzonlu bankerlerden Konstantin Kabayanidis'in yazlık evi olarak 1890 tarihinde yaptırılmış. 1924 yılında Trabzon'a yaptığı ilk ziyarette köşkü çok beğenmiş ve daha sonra Trabzon'a yaptığı seyahatlerde burada kalmış. Atatürk'ün malvarlığını hazineye bağışladığı vasiyetini yazdığı oda da bu köşkte bulunuyor.


Terasından çam ormanlarını izleyebilir, Atatürk'ün yatağını görebilir, köşkün arka bahçesindeki çay bahçesinde keyif çatabilirsiniz.


Sonraki istikametimiz ise Trabzon Sümela Manastırı'ydı. Manastırın kurulduğu yamaçların altına vardığımızda o kadar acıkmıştık ki, tırmanışı erteleyip, büyük bir açlıkla önce mısır ve patates kızartmalarına yumulduk. 



Karnımız doyduktan sonra, Sümela Manastırı'na tırmanma zamanımız geldi. 1 kilometre uzunluğunda, dikkatsiz bir adımda kayıp düşebileceğimiz biçimde ağaç dalları ve kaya çıkıntılarından oluşan yokuş yukarı bir yol bizi bekliyordu. 

Sonraki günlerde bundan çok daha fena yolları çıkacağımızı büyük bir hazla duyurdu Yuchi: "Hadi bakalım, yokuş yukarı! Bu daha ısınma turlarından biri. Söylenmeyin!"

Uçak inerken korkunç bir beton yığını ile manzarası ile karşılanmış, sokaklarda gezerken "Karadenizli müteahhit" ile ne kastedildiğini anlamış ve büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Hayalimdeki Karadeniz ile ilk karşılaşmam bu yokuşu tırmanırken oldu:  Göz alabildiğine yeşillik ve çam kokusu arasındaydık ve yeşilin yüzlerce tonu karşımızda uzanıyordu. Tepeye tırmandıkça, manzara daha büyüleyici bir hal alıyordu. 




Sonunda Sümela Manastırı'na ulaştığımızda, bütün yorgunluğumuzu unuttuk. Karadeniz gezimizin sonraki günlerinde bunu hep yaşadım. Yokuşu çıkarken, tırmanırken, saatlerce yürürken, "Dün zaten harika bir manzara gördük. Aynı şeyi görmek için niye bu kadar yoruluyoruz?" diye isyan ettikten sonra, her seferinde "İyi ki çıkmışız, burası inanılmaz." dedim.


Sümela Manastırı'nın Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında kurulduğu düşünülüyor. Deniz seviyesinden 1.150 metre yükseklikteki bu manastırın pencereleri harika yeşil bir manzaraya baktığı gibi, büyük ölçüde hasar görmüş fresklerden geriye kalanlar bile bir zamanlar ne kadar büyüleyici olduğunu akılda canlandırmaya yetiyor.








Türkiye'de herkesin görmesi gereken yerler listesi hazırlasam, Sümela Manastırı'nı kesinlikle bu listeye dahil ederim. Ben yokuş çıkamam diyenler için, buraya gelen dolmuşlar da bulunuyor, tercihinizi onlardan yana yapabilirsiniz.



Sümela Manastırı'nın ardından, yolumuzun üzerindeki 1935 yılında yapılan ve çatısındaki kiremitler nedeniyle "Kiremitli Köprü" olarak anılan tarihi köprüde bir mola verdikten sonra, Trabzon'a 100 kilometre uzaklıktaki Uzungöl'ün yolunu tuttuk.


Sıradağları'nın birleşim noktasında bulunan Uzungöl doğa bakımından gerçekten inanılmaz güzel, bence pekala İtalya'daki Como Gölü ile yarışabilir. Ancak ne yazık ki, "Off bu manzaraya karşı ne güzel rakı içilir şimdi" biçimindeki heyecanımız elimizde patladı, alkol bulmak imkansız.

Daha da fenası, alkolü boşverdim, şöyle huzur içinde manzarayı izleyeceğimiz bir yerde oturalım derseniz de, korkunç müzikler çalan bir karting alanının gürültüsüne maruz kalıyorsunuz. Sultan kıyafetleri giyip kılıçlarla poz veren ve bunun için para ödeyen turist amcaların görüntüsü ise kahkaha atılmayacak gibi değil. Yani doğa, romantizm için olabilecek en elverişli alanı sunsa da, insanlar bunu ellerinden geldiğince bozuyor.

Bir restoranda oturduk, Karadeniz'deyiz diye birer pide söyledik. Yedikten sonra garsonun açıklamaları yol boyunca "Türkiye nasıl düzelir?" tartışmaları yapmamıza sebep oldu. Bir pide 25 TL! İstanbul'da bile bu fiyata değil ki, isyanımıza aldığımız cevap ise, "Arap turistlere göre ayarlama yaptık."




Yani Uzungöl'de sizi harika bir doğa bekliyor; ama yanındaki karting alanının gürültüsünü, doğanın ortasına dikilen gondoldan ibaret lunaparkı, saçma sapan turist aktivitelerini görmezden gelmeyi başarabilirseniz...

Tekrar aracımıza bindiğimizde, sinirliydik; ama bir yandan da yorgunluktan ölüyorduk. Seyahatimizin asıl istikametini oluşturan Hemşin'e doğru yol alırken, göz kapaklarımızın ağırlaşmasına engel olamadık. Yine de birkaç saat sonra, spor kıyafetlerimize bir kırmızı ruj ekleyip Osman Abi'mizin amcasının oğlunun bir düğüne katılmayı ve sırf bu düğün için İstanbul'dan gelmiş gibi davranmayı da ihmal etmedik. :)


Keyifle ve keşifle kalın!

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhaba, uzun zamandır yazılarınızı büyük bir keyifle okuyordum ama Karadeniz ile ilgili yazıyı daha bir dikkatle okuyacağım zira Temmuz'da biz de ailecek gideceğiz. Trabzon'da tavsiye edebileceğiniz bir rehber varsa çok sevinirim çünkü biz turla gitmiyoruz.
Sevgiler,
Nurdan

Pinterest'im

Instagram'ım