02 Şubat 2013

Bolonez sosun memleketi: Bolonya!

Olağan hayatından uzaklaşmak, bambaşka bir şehirde olmak insana kendini hep iyi hissettirir.

Bir döngünün kırılması...
Dikkatin gelişmesi, etrafa ilginin artması...

Ama fark ettim ki, İtalya bana hep daha da iyi hissettiriyor. 

İtalya sokaklarında dolanırken kendimi sürekli aşık ve iştahlı hissediyorum.  Başka bir hiçbir ülkede hissetmediğim kadar...

2007 yılının yazıydı sanıyorum bir interrail bileti ile yollara düştüğümüzde. Hiçbir zaman salaş tren gezginlerinden olmadık. H&M'in indiriminden gece elbiseleri alıp, çantamızda onları koyacak yerimiz olmadığı için, üzerimizde gece elbiseleri ve on santimlik topuklular ile on saatlik tren yolculukları bile yaptık. İnterrail mantığına tamamen aykırı olarak, interrail bileti ile Avrupa'yı dolaştık. Amsterdam, Frankfurt, Barselona, Madrid, Marsilya, Cannes, Roma, Venedik, Pisa, Budapeşte, Viyana ve sonra herkesten ayrılıp tek başıma Sırbistan ve Bulgaristan'da molalarla Türkiye'ye dönüş. Unutulmaz bir yaz oldu. En havalı clublarda meşhur futbolcularla dans etmekten, Sırbistan vizem ( o dönemde Shengen'e dahil değildi) olmadığı için trenden indirilip karakolda sabahlamaya geniş yelpazede maceralar yaşadım. Şimdi düşünüyorum da, o kadar az parayla o kadar uzun bir seyahate nasıl cesaret etmişim?! 




İtalya'ya ilk gidişim böyle olmuştu. Roma'da iki veya üç gün, Pisa'da bir gün, Venedik'te bir gün. Sonra aradan birkaç yıl geçti, Milano'ya düştü yolum. Bir iç kanama tramvasının yaralarını orada sardım. Şehrin ücrasındaki leziz risottocu ve Princi'nin lezzetleri ile... Üçüncü kez İtalya'ya gidişim, gerçekten bilinçsizce oldu.

Birlikte interrail yaptığım, fakülteden arkadaşım ile telefonda konuşurken, "THY'nin kampanyası varmış, haftasonluk bir bilet alalım, nereye olduğu fark etmez, 2007 yazının nostaljisini yapalım" dedik. Ofisten okula geçeceğim, zamanım sınırlı, kampanya biletleri desen keza. Şöyle rastgele bir baktım, Bolonya bileti var. Bolonya hakkında İtalya'da olduğu dışında hiçbir fikrim yok, ama gidiş-dönüş saatleri uygun. Bedeli 200 TL. Şahane. Ofisteki oda arkadaşım "Dalga geçiyor olmalısın! Bu kadar bilinçsiz, araştırmasız yurtdışına bilet alıyor olamazsın!" derken, ben çoktan dört ay sonrası için Bolonya biletimi almıştım.

Tam yola çıkacağım gece, valizimi kapatırken aynı cümleyi kendi kendime kurdum: "Dalga geçiyor olmalısın Sezen, önümüzdeki hafta dört tane final sınavın varken, sen haftasonunda Bolonya'ya mı gidiyorsun?!" *

Gittim tabii ki.



Şehre adımımızı atıyoruz, Bolonya sokaklarında, elimizde minik valizlerimiz... Kimse ne otelimizin nerede olduğunu biliyor, ne de o sokağı tanıyan bir insan var ortalıkta. Veya da, biz sokağın adını o kadar yanlış telaffuz ediyoruz ki, kimseye bir anlam ifade etmiyor. 

Dert mi?! Hiç değil. 

Binalar yıllar öncesinden kalmış, hiç yeni yapı yok ve hepsi birbirinden güzel. Kemerler, sütunlar, daracık sokaklar... Mutlu mutlu yürüyoruz sokaklarda nereye gittiğimizi bilmeden. En kötü senaryoda boşvereceğiz oteli, oturacağız bir yere leziz yemeklere ve şaraba yumulacağız. 





Neyse ki benim teknolojik minnoşum yanımda, bakıyoruz tarife, tren istasyonunu bulduk mu gerisi kolay. Gerçekten de istasyondan sonra zaten tabelalar bizi direk Astoria Otel'e çıkartıyor. Ama... Resepsiyondaki adam diyor ki, siz burada kalmıyorsunuz, biz sizi kalacağınız yere on dakika sonra götüreceğiz.

İtalyanların on dakikası tabii.
Yarım saat sonra ancak yola çıkıyoruz.
Tek kelime İngilizce anlamayıp, bizimle ısrarla İtalyanca konuşan bir kadın eşliğinde döküntü bir binaya, sonra da en az yüz yıllık bir asansöre biniyoruz. İlk tepkimiz: "Aha boku yedik! Biz nerede kalıyoruz böyle" oluyor.



Kendimizi en kötüye hazırlamışken, şahane bir dairemiz oluyor. Otel odası değil, bildiğimiz daire. Mutfaklı, kocaman banyolu, yatak odalı. Üstelik de şehir merkezinin bir paralel sokağında. Kendimizi en kötüye hazırlamışken, cillop!

Hemen bırakıyoruz valizleri, hızlıca bir duş, sokaktayız yine.




Güzel bir restoran bulalım istiyoruz. Her yer kapalı. Neymiş efendim, saat 13:00- 15:00 arası çalışmıyorlarmış. 



Neyse sonunda buluyoruz kendimize bir yer: Pino'dayız. İki pizza, yarım litre şarap. Lezzetten ölebiliriz. Üstelik o kadar ucuz ki! 





Şaraplardan kafamız güzel, kasadaki genç ve yakışıklı adamı kıstırıyoruz, "Nereye gidilir burada gece?" Adam güzelce haritayı açıyor önümüze, başlıyor işaretlemeye. Şurada bu var burada bu, "bu harika" diyor: Kinky!




İyi diyoruz, şu harikanın yerini bir gündüz gözüyle bulalım, gece yol yordam bulmakla uğraşmayız. Üniversitenin olduğu muhite doğru gidiyoruz. O sırada bir pub görüyoruz, pek davetkar: Gazzetta. Beş dakika sonra barda, dark lagerlarımızı yuvarlıyoruz. Hava aydınlık, kafalar bulanık.






Oradan çıkışta gençlere Kinky'i soruyoruz, insanlar bize şaşırarak bakıp tarif ediyor. Gidiyoruz, aynı yerde beş tur atıyoruz, sonunda buluyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki, şehrin en meşhur gay barı. İki tane sarhoş kızın gündüz gündüz gay bar peşinde koşmasını yadırgamış insanlar.




Akşam uçağı ile gelen üçüncümüzü karşılamak için evimize dönüş yoluna geçiyoruz ki bir şarap evi buluyoruz. 

Akıllara zarar zenginlikte bir kavı var. Şarapların fotoğrafını çekerken, yaşlı sahibi yanımıza gelip İtalyanca bir şeyler söylemeye başlıyor, fotoğraf çekmemize kızdı herhalde, diyoruz. Aslında bizim fotoğrafımızı çekmek istiyormuş.


Bir şişe şarabımızla gidiyoruz evimize. Üçüncümüz de gelince, atıyoruz kendimizi tekrardan sokağa.

Üniversitelilerin tıklım tıklım doldurduğu, vasat yemekli, leziz kokteylli Cafe Zamboni 'ye oturuyoruz. Ayrıca wi-fi var, Bolonya'da her yerde bulunan bir şey değil malum.




Karnımızı doyurduktan sonra, dans edecek bir yerler bulmak için ayaklanıyoruz.

Yoldan geçerken bizi durduruyorlar, içeride bir içki ve bir shot beş euro imiş. İyi hoş diyip dalıyoruz Cafe Morandi'ye.



Oradan da Soda Pops'a.
Giriş o giriş.


Hayatımda böyle bir şey görmedim ben.
Hani sevgiliniz sizi terk etmişse depresyondaysanız filan ilacınız Soda Pops.
Böyle bir erkek ilgisiyle ben hayatımda hiçbir yerde karşılaşmadım.
Kesip biçip anlatsam bile abartılı gelecek, o kadar.

"Blondeee!" diye iki kolumdan birilerinin tutup çekiştirdiği, aynı anda üç erkeğin, birinin elinde gül, birinin elinde sigara, birinin elinde bira ile karşıma dikilip "Beni seç, beni seç" dediği daha önce valla da billa da olmamıştı.

Biz orada üç kız girdik, resmen birbirimize içeride olduğumuz süre boyunca bir daha da ulaşamadık. Hep çekiştirildik. Sağdan, soldan, önden, arkadan....

Bugün üniversite öğrencisi olsam, Erasmus ile Bolonya Üniversitesi'ne giderim. Orası çok net. Gerçi sonra Türkiye'ye dönünce "Bu kendini ne sanıyor böyle!" tramvası da yaşanır muhtemelen.



Birkaç saat ilginin tadını çıkartıp, sigaraları içip, gülleri alıp, içkileri yuvarladıktan sonra, en aklı başında olan, Unicredit'te çalışan bir gruba takılıp kendimizi şehrin dışındaki Numa'da buluyoruz. Sabahın ilk ışıklarına kadar dans edip, sonra bir taksiye atlayıp, resmen çocuklardan kaçıyoruz. 




Üç avukat... 
O gün eski günlerdeki gibiyiz: Fırlama, şarhoş ve neşeli.
Ağzımızda leziz pizza ve şarapların tadı...
Evin yerlerinde de hayranlarımızın gülleri...
"Ne iyi yaptık da geldik." diyoruz, belki de diyemeden sızıyoruz, bilmiyorum.



* Bolonya haftasonunun üzerine, bir hafta neredeyse hiç uyumadım. Bütün hafta boyunca toplasan 10 saat belki. Bütün dersleri de A ve B ile geçtim. Yani diyeceğim şu ki, insan kendini motive eden şeyi yapmaktan vazgeçmemeli. Bu, final haftası öncesi Bolonya'ya gitmek bile olsa...

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Ucak biletini nerden almistin acaba¿

zillosh dedi ki...

THY'nin wingo kampanyasından. Gidiş-dönüş 200 TL civarında bir şeydi :)

Pinterest'im

Instagram'ım