04 Şubat 2013

Not Defterim (2): Das Leben der Anderen, !f İstanbul, Unter, Pandaların Hikayesi, Arycanda

Havanın gel-gitleri ruh halimize de yansıyor.
Bu aralar herkes yorgun, ruhsuz, isteksiz olmakla cıvıl cıvıl, bir kavonoz Nutella yemişçesine enerjik olmak arasında gidip geliyor.

Ben de öyleyim. 
Bir gün Mr. Feelgood ile elele beş tane mekan arasında mekik dokuyor, sabaha karşı bile enerjimden hiçbir şey kaybetmeden kikirdeşiyorum, bir gün izlediğimiz filmin etkisiyle Lecce'ye gitme hayalleri kurarken koltukta sızacak kadar bitmiş hissediyorum kendimi. Ki ben konu tatilken hemen biletlere bakan, direk uçuştansa en yakın havaalanı + tren daha mı ekonomik olur diye düşünen, sehayate daha altı ay olsa bile kafamda valizime neler atarım listesi oluşturanlardanım. Ona rağmen...

İster baygın, ister cıvıldak olun, benim bu haftaki keşiflerime buyurun:

1) Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı)

İntihar edenleri, "Kendilerinin katili" diye adlandırırlar. Oysa ki bu eylemin cinayetle hiç alakası yok. Bu ne kana susamış, ne de tutku, sadece ölüm: Bütün umutların ölmesi."

Film bir sorgulama sahnesi ile başlıyor. 
Sorguyu yapan Gerd Wiesler: Doğu Almanya'ya inanmış, katı, Stasi için çalışan, işinde iyi ve net bir adam.

Gerd Wiesler'e,  iktidarla  yıldızı barışık, Doğu Almanya'da hayatın güzel olduğunu anlatan oyunlar yazan, başarılı bir oyun yazarı ile onun oyuncu sevgilisinin evini izleme / dinleme görevi veriliyor.




Ne de olsa Doğu Almanya. İzlemek, gözlemek serbest, amaç her şeyden haberdar olmak. 

Film bu izleme ve takip etme üzerine kurgulanmış. Bir ilişkinin dinamikleri, politik güçlerin şahsi arzular için kullanılması, baskıcı rejim, yalnızlık, başkasının hayatını izledikçe onlara yakınlaşmak, yoldaşlık gibi pek çok konu bu takip etme kurgusunda çok güzel bir şekilde harmanlanıyor.

Cinselliği abartalım prim yapalım, Doğu Almanya'daki baskıyı da biraz daha göze sokalım ilgi çekelim gibi en ufak bir zorlaması yok filmin. Hiçbir duygu abartılı değil, hiçbir sahne uzun değil. Belki de o yüzden bu kadar etkiliyor insanı. 

Spoiler vermek için detaya girmiyorum ama bu izleme, üç kişinin hayatının baştan aşağı değişmesine neden oluyor. 

Film bitiyor. 
Aklınızdan ise bir süre hiç gitmiyor.
Gizliliği, ilişkilerdeki sınırları, idealistliği sorguluyor, değişime inanmaya başlıyorsunuz.

Mutlaka izlenmesi gerekenlerden. 
Ödüllü filmlere ilgi duyanlardansanız, dip not olarak, bir Oscar sahibi olduğunu da söyleyivereyim. 

Filmden enfes bir şarkıyı da paylaşmadan duramayacağım: 



2) Pandaların Hikayesi (Oyun Atölyesi):

Bir sabah... Yatağınızda uyanıyorsunuz, koynunuzda da bir kadın yatıyor. 

Bir önceki geceye dair hiçbir şey hatırlamıyorsunuz. Kadın gayet eğlenerek ve pervasızca ona okuduğunuz şiirlerden, saksafon çaldığınızdan ve üzerine kustuğunuzdan bahsediyor. Parçaların hiçbiri sizin kafanızda birleşmiyor. 

Ama kadın koynunuzda işte! Bir de ikiniz de çıplaksınız!

Olayı anlamak için ve biraz da tuhaf kadını merak ettiğinizden kalmasını istiyorsunuz, 9 gün boyunca her akşam evde buluşmak için anlaşıyorsunuz.

İşte oyun bu dokuz günü anlatıyor.
İlişkilerin ironileri, tuhaflık, kahkaha, hüzün hepsi bir arada. 


Ebru Özkan ve Caner Cindoruk (ki okuduğum haberler palavra değilse gerçek hayatta da sevgililermiş) muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Tempo hiç düşmeyecek ve süprizler hiç bitmeyecek gibi geliyor izleyiciye.





Oyunu izlerken eğlendiğiniz kadar düşünüyorsunuz da... Küçük şeylerden keyif almayı, olağan hayatı yaşarken rol yapmayı değil ama çocuklar gibi  'oyun oynamayı' hatırlatıyor bu oyun.

Biz bayıldık! Yakalarsanız kaçırmayın, çıkışta da Kadıköy'de buz gibi bir bardak Guinness içerken beni anarsınız. :)

3) Unter (Karaköy):

Son zamanlarda, herkesin birbirine fısıldaştığı "Şöyle bir yer açılmış duydun mu?"lar hep Karaköy'ü işaret ediyor. 

Sonu benzemesin; ama Asmalımescit'in en trend dönemlerinde olduğu gibi, Karaköy'de açılan minnoş ve karakteristik mekanların ardı arkası gelmiyor.

Karabatak'ın tam karşısına açılan Unter de benim bir süredir merak ettiklerimden biriydi. Sonunda bu cuma, ilkokuldan beri çok yakın arkadaşım olan, Dünya gezgini bir fıstık ile dedikodunun dibine vurmak için yolumuzu Unter'e düşürdük. 



Masa sayısı az olduğu için akşam yemeğine gitmekse niyetiniz, özellikle de haftasonu rezervasyonsuz gitmeye kalkmamanızı tavsiye ederim. 

Tuğla duvarları, ahşap ağırlıklı dekorasyonu ve loş aydınlatması ile Karaköy'e yakışır bir mekan olmuş. Ekip zaten Auf'un ekibi, yemekler oldukça lezzetli.

Gece faslında daha yüksek sesli, daha iddialı bir müzik, daha coşkulu bir kitle hayal etmiştim ben, o yüzden biraz hayal kırıklığı yaşadım. Ama yaz aylarında Unter, sokağa doğru uzar, önü elinde içkisiyle takılan güzel bir kalabalıkla dolar diye düşünüyorum. 

Yolunuz düşerse, Jagerinha (evet bir Jagermeister kokteyli) içmeden hiçbir yere ayrılmayın. Hatta sırf Jagerinha içmek için gidin. 

4) !f İstanbul (Film Festivali):

Şehirdeki en güzel sonbahar ve kış etkinlikleri film festivalleri bence. 

Yazın mis gibi havalarda gidilen açık hava konserlerini özleyenler için, müzik başlığı altında müzik belgeselleri; daha şaşırtıcı sıradışı bir şeyler isteyenler için eşcinselleri konu edinen Gökkuşağı filmleri olan; ama sadece bunlardan ibaret olmayıp çok merak edilen, çok konuşulan filmleri de ayağımıza kadar getiren bir film festivali !f. 

Programı açıklandı, biletleri satışa çıktı, büyük bir hızla da tükeniyor, benden hatırlatması. Bütün filmlere göz atmak için TIK!


Bu sene, bütün filmlere tek tek bakmaya fırsat bulamadım. Biletler toz duman olmadan ilk dikkatimi çeken iki tanesine biletimi kaptım. Geçen sene Xavier Dolan'ın "Les amours imaginaires"ini de yine festivalde izlemiş, filmden ziyade klibe, fotoğraf karelerine benzemesine bayılmıştım. O yüzden yine onun filmi "Laurence Anyways" ve diyalogları sebebiyle yeni Woody Allen benzetmesi yapılan Baumbach'ın filmi "Frances Ha" dan yana yaptım tercihimi. 

5) Likya -  Arycanda: 

Mr. Feelgood ile bu aralar kırmızı şaraba fena halde taktık. 

O baktı beni rakı cephesine dilediği hızda çekemiyor, ben hala yaş üzüm ve kavun konseptinde bile yeterince iyi bir içici değilim; ben baktım ki ona havalı bardaklardaki kokteylleri arzulatmam mümkün değil; o zaman ikimizin de ortak zevki şaraptan gidelim, dedik galiba.




Mutfağımızdan kırmızı şarap eksik etmez olduk, ben İtalya'dan buraya şişe şişe şarap taşıdım, şarap evlerinde keyfimize göre şişeler seçip denemeler yaptık, içtikçe içtikçe daha da seçici olmaya başladık. Vee sonunda en favori şarabımızı bulduk: 



Fiyat - lezzet dengesi bakımından baktığımızda şimdilik en favori şarabımız: Likya'nın Arykanda'sı. Marketlerde malesef yok, ama Galata'daki Sensus'tan temin ediyoruz biz. Ev keyiflerinize eşlikçi olarak, şiddetle tavsiye ediyoruz.

Keyifle ve keşifle kalın.



Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım