26 Şubat 2013

Evlilik Falı!

"Şimdi bu olayı çözmek için çocukluğunuza inelim." 

Psikologların bu meşhur yaklaşımı malum hepimizin çeşitli esprilerinin konusu. Çocukluğa inme mevzusunu günlük hayatımızda çok ciddiye aldığımız söylenemez. 

Annem her akşam yaptığımız telefon konuşması için akşam beni aradığında da hiç çocukluğuma inme niyetim yoktu. Doğal olarak. 

Annemle her akşam konuşuruz, bazen ne var ne yok ile kısıtlı on saniyelik konuşmalar olur bunlar. Bazen iş havadisleri, ortak tanıdık dedikoduları, yaşanan komik veya sıkıntılı olaylar derken saatleri bulur. 

Bu akşam "Tam senlik bir eğitim vardı bu akşam eczacı odasında." diye açtı telefonu. "Evlilik Falı" diye ekledi.

"Fala inanma, falsız kalma"nın bir adım ötesindeyim ben. Sürekli fal baktıran, fal için dünya kadar para harcayan, baktırdığı hiçbir falı unutmayanlardan değilim; ama severim falcı muhabbetini. 

Bir nevi sıkıntılardan arınma ve güzel umutlarla dolma seansı gibi gelir, söylenenler tamamen palavra bile olsa. Özellikle de yaşadığım ilişkide veya çalıştığım işte sorunlar yaşıyorsam, ihtiyaç duyarım bir fal baktırmaya. Hatta öğle molasında, ofisten kızlarla koşa koşa falcı yolu tutup, fal çıkışında koşa koşa geri dönmek gibi maceralarımız bile var böyle "ihtiyaç" (!) anlarında. 

Gerçekten de "Evlenecek miyim? Evleneceksem nasıl bir adamla evleneceğim?" sorusuna saracak olsam, kapısını çalacağım ilk kişi arkadaşlarımın "Valla her şeyi biliyor." dediği bir falcı olur. 

İyi de annem eczacı odası diyordu, eğitim diyordu. Bir de evlilik falı diyordu. Bu işte bir çelişki yok muydu? Bilimsel bir kurumun fal bakma eğitimi verecek hali yoktu ya.

Meğerse Doktor Levent Soylu'nun gayet bilimsel verilerden yola çıkarak, gelecekte yapacağımız evlilik hakkında bilgi sahibi olmamızı veya hali hazırda yapmış olduğumuz evliliği anlamlandırmamızı sağlayan eğitiminin adıymış Evlilik Falı.

Levent Soylu, nasıl bir eş seçeceğimize yaklaşık altı yaşındayken karar verdiğimizi iddia ediyormuş.

"Peh saçmalık. Yine 'çocukluğumuza inelim'ler başladı." oldu ilk tepkim.




Sonra annem, Levent Soylu'nun verdiği bir kaç örneği aktarmaya başladı. 

Doğduğumuz andan itibaren annemizle babamızın ilişkisini izlemeye başlarmışız. En anlamıyor veya aslında başka şeyle ilgileniyormuş gibi göründüğümüz zamanlarda bile aslında bilinç altımıza bu ilişki ve ilişkinin iki tarafının tavrı kaydolurmuş. İçten içe birini haklı bulurken, diğerine öyle davrandığı için kızarmışız. Haklı bulduğumuz kişi bizim rol modelimiz haline gelir ve ironik bir biçimde tam da kızdığımız kişiye benzer karakterde biriyle evlenirmişiz.

Örneğin çocukluğunda eve sarhoş gelen bir baba ve o sarhoş babanın kötü tavrına maruz kalan bir anne ile büyüyen bir çocuk, bu ilişkide anneyi rol model olarak seçer, babaya kızarmış. Daha sonra o çocuk, çok büyük bir ihtimalle bilinçaltının yönlendirmesi olarak, alkol problemi olan biriyle evlenirmiş. Zamanında düzeltemediği babasının yerine, başka bir insanı düzeltme arzusuyla... "Ben onun ilgisini kazanacağım, içimdeki çaresiz çocuğu kurtaracağım." gayesiyle.

Birkaç sorudan oluşan evlilik falı ile, bir insanı neden eş olarak seçtiğinizi anlayabiliyor ve onunla yaşayacağınız sorunları öngörebiliyormuşsunuz.

İlgimi çekmişti çekmesine de, taşlar yerine oturmamıştı. Annem, ailemizden birkaç örnek vererek, bu aşk falını destekleyici örnekler ortaya koysa da, ben ikna olmamıştım. Çünkü benim geçmiş dönem hafızamda doğrudan annem ile babamın ilişkisine dair bir hatıra bulamadım.




O yaşlara dair hatırladığım anıları yokladığımda, annem de vardı, babam da vardı, hatta dedem, babaannem ve anneannem de vardı. Ama annemle babamın ikili ilişkisine dair bir hatıraya ne kadar zorlarsam zorlayayım ulaşamadım.

Anneannemin İstanbul'dan gelirken, bana o dönemlerde Adana'da bulunmayan Kinder Suprize getirmesini ve o yüzden onu havaalanında heyecanla beklediğimi, 

Babamın geceleri bana legolarımdan, devasa ve cam kapı pencere her detayı olan havalı evler tasarlamasını,

Annemin beni mutfak tezgahına oturtup, birlikte yumurta boyamamızı veya renkli hamur yapmamızı,

Oldukça heybetli bir cüssesi olan dedemin bacak bacak üstüne atarak bana yarattığı balkonda oturmamı,

Babaannem ile Amerikan Pazarı'na bana Barbie parfümü almaya gitmelerimizi hatırlıyordum.

Hatırladığım bütün hatıralar, etrafımdaki insanların doğrudan benimle ilgilendiği, bana zaman ayırdığı, benimle oynadığı anlardı. Muhtemelen sülalenin ilk torunu olmanın ayrıcalığı ile ilk altı yaşımı herkesin bana odaklı olması şeklinde geçirmiştim, beni kapsamayan bir ikili ilişki yoktu etrafımda.

Annemin eğitimde öğrendiği soruları cevapladıktan sonra, annemden şöyle bir çözümleme geldi: "Hmmm sen muhtemelen karşındaki insandan normal dışı bir ilgi bekliyorsun. Senin birlikte olacağın insanın sana zaman ayırması, sana sevgisini sürekli göstermesi, seninle birlikte bir aktivitelere girmesi, jestler yapması, bir tane olduğunu hissettirmesi gerekiyor. Ve hatta büyük ihtimalle yaşayacağın sorun, farklı farklı kişilerden sürekli aralıksız ilgi görmüş olman sebebiyle, bir kişinin sana göstereceği ilgi ve sevgiyi az ve yetersiz bulmak olacak" dedi. 

Yok artık! 

Belki başka bir gün annemle bu diyaloğu yapmış olsak, bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkabilirdi. Üzerinde durmayabilirdim.

Ama...

Bugün Mr. Feelgood ile kapışma sebebimiz tam olarak da buydu. Sevgisini az ve öz göstermeyi seven, sürekli sevgi gösterileri yapmayı yapmacık bulan bir adam olan Mr. Feelgood'a daha bugün ben "Beni sevdiğini ve özlediğini hissedemiyorum" diye kıyameti koparmıştım.

Sonra da kendi kendime aslında sevgisiz büyümüş veya özgüvensiz bir insan değilim, nedir peki bendeki bu sevgi açlığı, sürekli ve daima sevildiğini hissetme ihtiyacı diye kafa patlatmıştım. Oysa ki bilinçaltıma yerleşmiş olan aşırı ilgiydi sebebi!

Taşlar yerli yerine oturdu. Belki de gerçekten onun "az göstermesi" değildi sorun, benim ihtiyacımın ve beklentimin "normalden fazla" oluşuydu.

Baktım bir kitabı var mı diye Levent Soylu'nun bulamadım. Ama yine de oturun bir düşünün çocukluğunuzu, annenizin babanızın ilişkisini. Belki de üzerinde çok düşündüğünüz ama bir türlü bulamadığınız bir sorunun cevabını da böylelikle bulacaksınız.

22 Şubat 2013

her birimiz bir insanın tamamlayıcı parçasıyız, onun için de hep tamamlayıcı parçamızı arar dururuz.

Oldukça güzel bir ilişki yaşarken bir gün karşınızdaki adam size aslında kadın olmak istediğini söylese?


Peki ya harika ders anlatan ve oldukça yakışıklı olduğunu düşündüğünüz edebiyat hocanız bir gün sınıfa topuklu ayakkabılar ve tayyör giyip gelse?




Düzenli bir hayat kurup, yakışıklı bir koca, dünya tatlısı bir çocuk ile harika dekore edilmiş bir evde yaşarken, aslında kadın gibi görünen bir adama deli gibi aşık olduğunuzu fark etseniz?




Artık kendinizi ve etrafınızı kandırmaktan vazgeçip, hissettiğiniz gibi davranmaya karar verirseniz ve bu kararınız yüzünden işinizi kaybetseniz?



Xavier Dolan'ın bugüne kadar izlediğim filmlerinde hep gay, biseksüel gibi toplumun "normal dışı" kabul ettiği ilişkiler konu edilmişti. 

Xavier Dolan adını henüz duymayanlardansanız, not edin bir yerlere. Çok güzel dudakları olan inanılmaz yakışıklı bir adam. Bir kadın olarak "malesef gay" dediklerimden. Üstelik de 1989 doğumlu olmasına rağmen, film festivallerinin çok konuşulanlarından. Yakışıklı, genç ve yetenekli yani.



Fimlerinin cinsiyet ve cinsel kimlik odaklı olduğunu bildiğimden, bu filme hazırlıklı gittim, ama yine şaşırdım. Çünkü bu seferki erkek baş kahramanımız kadın olmak istiyor, ama erkeklere en ufak bir cinsel ilgi duymuyor. Kadın gibi giyiniyor ve kadınlarla ilişki yaşıyor. Bir travestinin kadınlarla ilişki yaşamasını garipsecek kadar bu konularda cahil olduğumdan "penisi olan bir lezbiyen bir bakıma" yorumu yaptım. 




Herkesin cinsel tercihine saygım olmakla birlikte, bunların gözüme sokulmasından pek haz ettiğimi söyleyemem. Modernlik kisvesi altına sokulmuş, pornoya bir kala filmleri izlerken hep rahatsız olurum. İlişkisi anlatılan bir kadın bir erkek, iki erkek veya iki kadın olsun hiç fark etmez. 

Xavier Dolan'ın filmlerinin takipçisi olmam da tam da bu yüzden. 

Değişik hayat tercihleri olan kişilerin, ruh hallerini ve üzerlerindeki toplumsal baskıyı konu alıyor, cinselliği hiçbir zaman gözümüze sokmuyor. 

Laurence Anyways de, gözlerinize bir şölen yaşatıyor. Filmin her bir sahnesi üzerinde uzun uzun çalışılmış bir fotoğraf karesi. Kıyafetler, mekanlar, insanlar inanılmaz zevkli. Seçilen müziklerle, filmin genel havasına aykırı sahneler, klip tadında. Xavier Dolan'ın bu film içindeki klip tadındaki müzikli diyalogsuz sahneleri bir nevi imzası zaten. 




Tek kusuru var film biraz çok uzun. Bir ilişkinin on yılını anlatıyor çünkü. İçinden iki ayrı film rahat çıkarmış. 

Biz gece 22:00 seansına, üstelik karşı yakada, üstelik de haftaiçi gitmek gibi bir şuursuzluk yaptık, eve gelmemiz saat 2:00'yi buldu. Mahvolduk! 

Hep aynı konulardan sıkıldıysanız ve farklı bir anlatım ile tanışmak istiyorsanız, ferah ferah bir zamanınız için şiddetle tavsiye edilir. 

Gösterime girer mi, ne zaman girer bilmiyorum ama !f kapsamında şansınızı deneyebilirsiniz. Programa göz atmak için tık!

Fade to Grey by Visage on Grooveshark

17 Şubat 2013

Bir uçmaktan korkma: uçabilen yol alır. İki, herkes ne yapıyorsa tersini yap, çok yanılmazsın.

Bir yandan "Memur mentalitesi ile mesaili çalışan insanlar için tehlikelidir, diye bir not düşülmesi lazım bu kitabın kapağına" diye homurdanıyordum, bir yandan da kendimi okumaktan alıkoyamıyordum.

Duruşmayı beklerken, bir sayfa, bir sayfa daha, son bir sayfa daha derken, kendimi yüze yakın sayfa devirmiş ve bu sırada 70'lerde Peru'dan Tunceli'ye gezmiş buldum.


Sonraki günlerde de hep tek bir yazı daha okuyayım, diye kitabı elime aldım; şaşırarak, kızarak, "helal olsun be!" diyerek onlarca sayfa devirdim.

Kelimeler, şehirleri değil, yazarın ifadesiyle "insan serüvenleri"ni anlatıyor. 

Seyrek konuşsan da, hiç görüşmesen de "arkadaş" dediğin bazı insanlar vardır. Onlardan birinin hediyesi bu kitap bana: Seven Nişanyan'ın Aslanlı Yol'u.



Onun bana kitabı yollama amacı, kitabın arasından çıkan kartta yazdığı için biliyorum, benim blogumu canlandırıp sadeleştirip otobiyografiye çevirmek... 


Kitabın benim üzerimdeki etkisi ise, yazılarımı sorgulamakla sınırlı değil: Bütün hayatımı sorgulatıyor.

Seven Nişanyan'ı elbetteki biliyorum, "Elif'in Öküzü ya da Süprizler Kitabı" ile hayatıma girmesi bundan bir on yıl öncesine tekabül eder, Şirince evlerinin serüvenleri ise gazetelerden hepimize tanıdık... 



Öyle bir adam ki, babam, sevgilim veya çocuğum olsa "Bu ne pervasızlık, bu ne sorumsuzluk, bu ne tutarsızlık!" diye çıldırırım; arkadaşım olsa taparım.


10 Kasım töreninden kaçarken, Latince öğrenme serüvenine dalan, daha sonra seçmeli üç konudan birisini Latince seçip, Yale'e kabul edilen, kütüphanede ders çalışırken ilk karısına aşık olan, Colombia Üniversitesi'nden iyi burs ile hukuk okumaya başlayacakken, karısı ile Güney Amerika'ya seyahat edip oradan "Hukuk okumayacağım. Hayat boyu kravat takmamı ve Amerika'da kalmamı gerektirecek bir işe girmeyeceğim." kararı vererek dönen bir adam. Sonra Türkiye'ye dönüp Müjde ile evlenen, onunla birlikte Şirince'de bir hayat kuran, bir yandan da hamile eşiyle ve külüstür bir arabayla deli işi seyahatlere çıkmaya devam eden , hapse girdiğinde bile, hukuka küfredip surat asmak yerine, inanılmaz kapsamlı bir etimolojik sözlük yayınlayıp, bir de kitabın önsözünde hapse girmesine neden olan kişiye teşekkür notu yayınlayan, en küçük çocuklarını en son eşi alıp da Almanya'ya gidince onlara kendisini anlatmak için bu kitabı yazan bir adam.


Sürekli seyahat etmiş, sürekli okumuş, bunların etkisi ile bir sürü konuya merak salmış, sonra da hepsinden sıkılmış.


"Dönüşte askeri rejimin gerileyiş ve çöküşü üzerine yüzyirmi sayfalık bir analiz  döktürdüm. Sonra sıkıldım. Üff daha kaç sene daha bu işle uğraşacağım daha? İşin yoksa şimdi Arjantin oku, git, gel, tanıdık adam ara!" Hayata ve yaptığı işlere karşı yaklaşımının genel özeti bu. Bir tek Şirince'ye karşı şevki uzun sürmüş, sanırım o da oradaki mücadelesi bit(e)mediğinden...


Tembel değil, çok üretken, çok çalışkan; ama bir şeylere odaklanıp diğer her şeyden vazgeçme fikrine inanılmaz uzak. 



Onu okurken, "Peki ya ben ne yapıyorum? Bu mudur yani, ömrümün sonuna kadar, bugün yaptığım işi başka müvekkillere, belki başka patronlara yaparak, sadece dosyanın önemini ve uyuşmazlık meblağını arttırarak yapmaya devam mı edeceğim? Bu hayatı mı yaşayacağım yani bundan sonra?" diye sorup durdum kendime. 


Bir arkadaşıma belgeselini izlettim, "Bu adamı çok sevdim, ama onda bir şey beni çok rahatsız etti." dedi. 


Evet kitabı okurken, ben de bir yandan onu çok sevdim, bir yandan sorgulamadan doğru kabul ettiğim değerleri bana sorgulattığı için huzursuzlandım.




Bir de bu sene içindeki seyahat rotalarıma Şirince'yi ekledim. Şirince şarabının bir palavradan ibaret olduğu konusunda dersimi Aslanlı Yol'dan aldım, o yüzden şarabını içmek için değil, bütün mimarı kurallara baş kaldıran Nişanyan binalarını görmek için gideceğim.

Bu kitap, ne kadar kurallara uyarak, ne kadar sıradan ve ne kadar az şey üreterek yaşadığınızı gözünüze sokacağı için, okurken bununla yüzleştiğiniz için mutsuz olabilirsiniz. Seven Nişanyan'ın her şeye karşı gibi görünen tavrı da sizi rahatsız edebilir kitabın başlarında, ama sonra hepsinin tutarlı bir bütünlük olduğunu görünce rahatsızlığın yerini takdire bırakması muhtemel.


Herkes tarafından okunması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle büyük bir adım atıp atmamak konusunda şüpheleri olan ayağı bir adım ileri, iki adım geriye gidenler için şevklendirici bir kitap olabilir.



Kitaptan çok sevdiğim bazı cümleler:

İki yönlü hüzün. Bir şahsi, bunca ihtimal varken tek hayata mahkum olmak ne acı! İki, felsefi: tek bir hayat tarzını, hangisi olursa olsun yücelten ahlak öğretileri ne kadar zavallı!


Çekirdek aileye oranla büyük ailenin bireysel özgürlüğe daha fazla pay bıraktığını orada idrak ettim. Kaçış imkanları daha fazladır. Saatlerce ortadan kaybolsan kimse fark etmez.


Kısa zamanda ideal çift olarak damgalandık. Beraberliklerin gelip geçici ve rezervli olduğu bir çevrede, sanki hep varmışız ve hep beraber olacakmışız gibi algılandık. Birbirimizi seviyorduk. Her türlü ortama ayak uydurabiliyorduk. Mutfağımız efsaneydi.


Hikaye, uyumsuzluğun panzehiridir. "Ben sizden değilim", diye anlatırsın. "Aaa ne hoş" diye ağzı açık dinlerler.

Ama özgürlük zor meslek. Basit formülleri yok. Yalnız kurt olup yollarda izini kaybettirmek midir özgürlük? Yoksa kimsenin seni göremeyeceği bir yerde inzivaya çekilmek mi? Ya da içinde yaşadığın köyü yahut dünyayı kendi iradene göre şekillendirmeye çalışmak mı özgür yaşamanın yolu? Hala da bilmiyorum cevabı. Öğrenemeden gideceğim diye bazen üzülüyorum.


Çok fazla şey öğrenmişsin. Çok çeşit insan tanımışsın, farklı hayatlara girip çıkmışsın. Bir yer gelir, karşılaştığın herkes sana eksik gelmeye başlar. Ne kadar küçüktür dünyaları! Ne kadar uyduruk varsayımlar üzerine kuruludur yargıları! Ne kadar emin görünürler kendilerinden! Kimliklerini folklorik bir kıyafet gibi üstlerinde taşırlar.


Rahatlık aynı zamanda senin çıkmazındır. Burada rahatsın, evet. Ama orada da rahatsın. Her yerde rahatsın. Sıkıştın mı kaçacağın yerler vardır. Bir ayağın hep dışarıya çeker. "Tüh ceketimi Peru'da unutmuşum, gidip alayım bari" der gibisin. "Siz beni beklemeyin."
Kucak sana dar gelir. Sen ki kaçışın binbir yolunu bilen adamsın, kendini inkar etmeden o küçücük alana nasıl sığacaksın?


Hayatta yapılabileceklerin arasında gerçek bir anlamı ve kalıcılığı olan tek şeydir çocuk. Diğer hepsi yapaydır, sanattır.


Bunun için bu evliliği bir sanat eserine çevirmemiz lazım, beraber büyük işler yapmamız lazım, bir hayat tarzı yaratmamız lazım, öyle ki bırakıp gitmenin bedeli dayanılamayacak kadar ağır olsun.


Terk edip gitmenin özgürlüğü ile sarhoş olan birini kavgada yenemezsin. Seni sıfırlar geçer. 


Marka seri imalat demektir. İstediği kadar şık olsun, bireye değil kitleye hitap eder. İnsanı küçültür, asgari müştereke indirger.

12 Şubat 2013

Sevgililer Günü Konseptli "Bal"lı Yazı

Yılın en kısa ve en kalpli ayının en stresli haftasına girmiş bulunmaktayız.

14 Şubat, haftanın ortasından bize selam ettikçe, topluca geriliyoruz.

Bütün vitrinler kalplerle kaplıyken ve  tüm dergiler sevgililer günü gibi bir konu bulmanın heyecanıyla onlarca sayfasını bu konuya ayırmışken, görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmek imkansız.



Neredeyse yeni yıl ve bayram tebrikleri gibi, iş kontaklarımdan bile "Sevgililer Gününüz Kutlu Olsun!" mesajı alacağım diye endişelenmeye başladım. 

Sevgilisi olmayanların, sanki sevgilisi olanlar acayip matah bir şey yapıyorlarmış hissine kapıldıkları; sevgilisi olanların ne hediye alacağım derdine düştükleri şu günlerde,  ben de sevgililer gününü ciddiye almak veya hiç yokmuş gibi yapmak arasında çelişkiye düşmüştüm. 

Havalı bir kazıklanma biçimi olan fiks menülü yemeklere ve arabeskliğin dibi kırmızı güllere ve yastıklara zaten sevgililer günü ile sınırlı olmaksızın gıcığım.

Ama diğer yanda da eğer sevgililer gününe, sevgi gösterisi için bir ek fırsat olarak bakarsak, neden bunu değerlendirmekten kaçınalım ki?! Ben sevgiyi, ilgiyi saklamaktan değil, göstermekten ve görmekten yana olanlardanım, şüphesiz. 





Sonuç olarak düşündüm taşındım, işin ticari boyutunun bir parçası olmamaya; ama sevgililer günü konseptinin de dışında kalmamaya karar verdim. 

İyi ama nasıl olacaktı bu?

Mektup yazsam? Çok sıradan.
Yemek pişirsem? O gün konsere gitmeyi planlıyoruz, ya evde yemek ile konser denk gelmezse?
Kıyafet alsam? Yaratıcılık yoksunu. 




O sırada aklıma fikir geldi. 

Yıllardır oturup bir şeyler kesip biçmemiş, boyamamış, üretmemişim. Becerebilir miyim, şüphesine düşsem de denemeye karar verdim. 

Şöyle ferah ferah birkaç hafta önceden... 

Baktım beceremiyorum, plan değiştirebileyim diye.

Benim sevgilim bal gibi bir adam.
Burada kendisinden Mr. Feelgood diye bahsetsem de, canlısını en başından beri hep "bal" diye sevdim. 

O,  "Bal ne demek? Çok saçma!" diye isyan etse bile, içimden öyle geliyordu, öyle seviyordum. Bir süre sonra kendisi bile şaşırsa da, benimsedi adını. Bir gün ben başka bir şekilde hitap ettiğimde "Hayır ben balım" diye düzeltti yenilip yutulası bir tatlılıkla. Öyle de kaldı adı. Aramızda...

Ben de oturdum ona ellerimle, aramızdaki bu espriye göndermeli bir t-shirt yaptım. Canı sıkıldıkça giysin, giydikçe neşelensin ve tabii ki beni düşünsün diye.




Sonra da dayanamadım, bitirir bitirmez fotoğrafını yolladım, sevgililer günü haftasına bile girmeden de verdim ona. 

Zaten o da benim gibi. Dayanamıyor beklemeye. Yılbaşı hediyesini de Solera'da devirdiğimiz şarapların ikinci şişesine kadar saklayabilmişti. ı'm the Bal'ı giydiği günün akşamı telefonuma mesaj düştü: "Kuşun masaj keyfi" diye, bayıldım! O beni bırakıp Antalya'ya gittiği hafta, onun kollarının yokluğunu Nuspa masajımla telafi edeceğim.

Biz sevgililer gününün stresli kısmını, keyifle daha 14 Şubat gelmeden kapatmış olduk böylece.

Fikri sevdiyseniz ve nasıl yaptın o t-shirtu diyorsanız,

1) Yaratıcı bir söz, cümle bir şey bulun, klişelerden kaçının. İlla ki vardır sevgilinizle aranızda bir espri, bir anı. 

2) El çiziminize güveniyorsanız el ile kağıda yazın, yazım çok kötüdür diyorsanız word kullanın. 




3) Sonra güzelce o harfleri oyarak çıkartın, bir kalıp hazırlayın.

4) Kumaş boyası ve fırçasını Kabalcı'dan tedarik ettim ben. Parlak ve mat, renk renk bir sürü çeşit var. 

5) Kalıbınızı t-shirtun üzerine yerleştirip, sabırla, sağa sola bulaştırmadan boyamaya başlayın.




6) Son aşama olarak boyamanız bittikten 24 saat sonra tersinden buharlı ütü ile ütüleyerek sabitlemeniz gerekiyor.




Sevgiliniz yoksa da, kendinize esprili bir t-shirt yapın, 14 Şubat ile dalganızı geçin, keyifle giyin. 

Öperim. 

04 Şubat 2013

Not Defterim (2): Das Leben der Anderen, !f İstanbul, Unter, Pandaların Hikayesi, Arycanda

Havanın gel-gitleri ruh halimize de yansıyor.
Bu aralar herkes yorgun, ruhsuz, isteksiz olmakla cıvıl cıvıl, bir kavonoz Nutella yemişçesine enerjik olmak arasında gidip geliyor.

Ben de öyleyim. 
Bir gün Mr. Feelgood ile elele beş tane mekan arasında mekik dokuyor, sabaha karşı bile enerjimden hiçbir şey kaybetmeden kikirdeşiyorum, bir gün izlediğimiz filmin etkisiyle Lecce'ye gitme hayalleri kurarken koltukta sızacak kadar bitmiş hissediyorum kendimi. Ki ben konu tatilken hemen biletlere bakan, direk uçuştansa en yakın havaalanı + tren daha mı ekonomik olur diye düşünen, sehayate daha altı ay olsa bile kafamda valizime neler atarım listesi oluşturanlardanım. Ona rağmen...

İster baygın, ister cıvıldak olun, benim bu haftaki keşiflerime buyurun:

1) Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı)

İntihar edenleri, "Kendilerinin katili" diye adlandırırlar. Oysa ki bu eylemin cinayetle hiç alakası yok. Bu ne kana susamış, ne de tutku, sadece ölüm: Bütün umutların ölmesi."

Film bir sorgulama sahnesi ile başlıyor. 
Sorguyu yapan Gerd Wiesler: Doğu Almanya'ya inanmış, katı, Stasi için çalışan, işinde iyi ve net bir adam.

Gerd Wiesler'e,  iktidarla  yıldızı barışık, Doğu Almanya'da hayatın güzel olduğunu anlatan oyunlar yazan, başarılı bir oyun yazarı ile onun oyuncu sevgilisinin evini izleme / dinleme görevi veriliyor.




Ne de olsa Doğu Almanya. İzlemek, gözlemek serbest, amaç her şeyden haberdar olmak. 

Film bu izleme ve takip etme üzerine kurgulanmış. Bir ilişkinin dinamikleri, politik güçlerin şahsi arzular için kullanılması, baskıcı rejim, yalnızlık, başkasının hayatını izledikçe onlara yakınlaşmak, yoldaşlık gibi pek çok konu bu takip etme kurgusunda çok güzel bir şekilde harmanlanıyor.

Cinselliği abartalım prim yapalım, Doğu Almanya'daki baskıyı da biraz daha göze sokalım ilgi çekelim gibi en ufak bir zorlaması yok filmin. Hiçbir duygu abartılı değil, hiçbir sahne uzun değil. Belki de o yüzden bu kadar etkiliyor insanı. 

Spoiler vermek için detaya girmiyorum ama bu izleme, üç kişinin hayatının baştan aşağı değişmesine neden oluyor. 

Film bitiyor. 
Aklınızdan ise bir süre hiç gitmiyor.
Gizliliği, ilişkilerdeki sınırları, idealistliği sorguluyor, değişime inanmaya başlıyorsunuz.

Mutlaka izlenmesi gerekenlerden. 
Ödüllü filmlere ilgi duyanlardansanız, dip not olarak, bir Oscar sahibi olduğunu da söyleyivereyim. 

Filmden enfes bir şarkıyı da paylaşmadan duramayacağım: 



2) Pandaların Hikayesi (Oyun Atölyesi):

Bir sabah... Yatağınızda uyanıyorsunuz, koynunuzda da bir kadın yatıyor. 

Bir önceki geceye dair hiçbir şey hatırlamıyorsunuz. Kadın gayet eğlenerek ve pervasızca ona okuduğunuz şiirlerden, saksafon çaldığınızdan ve üzerine kustuğunuzdan bahsediyor. Parçaların hiçbiri sizin kafanızda birleşmiyor. 

Ama kadın koynunuzda işte! Bir de ikiniz de çıplaksınız!

Olayı anlamak için ve biraz da tuhaf kadını merak ettiğinizden kalmasını istiyorsunuz, 9 gün boyunca her akşam evde buluşmak için anlaşıyorsunuz.

İşte oyun bu dokuz günü anlatıyor.
İlişkilerin ironileri, tuhaflık, kahkaha, hüzün hepsi bir arada. 


Ebru Özkan ve Caner Cindoruk (ki okuduğum haberler palavra değilse gerçek hayatta da sevgililermiş) muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Tempo hiç düşmeyecek ve süprizler hiç bitmeyecek gibi geliyor izleyiciye.





Oyunu izlerken eğlendiğiniz kadar düşünüyorsunuz da... Küçük şeylerden keyif almayı, olağan hayatı yaşarken rol yapmayı değil ama çocuklar gibi  'oyun oynamayı' hatırlatıyor bu oyun.

Biz bayıldık! Yakalarsanız kaçırmayın, çıkışta da Kadıköy'de buz gibi bir bardak Guinness içerken beni anarsınız. :)

3) Unter (Karaköy):

Son zamanlarda, herkesin birbirine fısıldaştığı "Şöyle bir yer açılmış duydun mu?"lar hep Karaköy'ü işaret ediyor. 

Sonu benzemesin; ama Asmalımescit'in en trend dönemlerinde olduğu gibi, Karaköy'de açılan minnoş ve karakteristik mekanların ardı arkası gelmiyor.

Karabatak'ın tam karşısına açılan Unter de benim bir süredir merak ettiklerimden biriydi. Sonunda bu cuma, ilkokuldan beri çok yakın arkadaşım olan, Dünya gezgini bir fıstık ile dedikodunun dibine vurmak için yolumuzu Unter'e düşürdük. 



Masa sayısı az olduğu için akşam yemeğine gitmekse niyetiniz, özellikle de haftasonu rezervasyonsuz gitmeye kalkmamanızı tavsiye ederim. 

Tuğla duvarları, ahşap ağırlıklı dekorasyonu ve loş aydınlatması ile Karaköy'e yakışır bir mekan olmuş. Ekip zaten Auf'un ekibi, yemekler oldukça lezzetli.

Gece faslında daha yüksek sesli, daha iddialı bir müzik, daha coşkulu bir kitle hayal etmiştim ben, o yüzden biraz hayal kırıklığı yaşadım. Ama yaz aylarında Unter, sokağa doğru uzar, önü elinde içkisiyle takılan güzel bir kalabalıkla dolar diye düşünüyorum. 

Yolunuz düşerse, Jagerinha (evet bir Jagermeister kokteyli) içmeden hiçbir yere ayrılmayın. Hatta sırf Jagerinha içmek için gidin. 

4) !f İstanbul (Film Festivali):

Şehirdeki en güzel sonbahar ve kış etkinlikleri film festivalleri bence. 

Yazın mis gibi havalarda gidilen açık hava konserlerini özleyenler için, müzik başlığı altında müzik belgeselleri; daha şaşırtıcı sıradışı bir şeyler isteyenler için eşcinselleri konu edinen Gökkuşağı filmleri olan; ama sadece bunlardan ibaret olmayıp çok merak edilen, çok konuşulan filmleri de ayağımıza kadar getiren bir film festivali !f. 

Programı açıklandı, biletleri satışa çıktı, büyük bir hızla da tükeniyor, benden hatırlatması. Bütün filmlere göz atmak için TIK!


Bu sene, bütün filmlere tek tek bakmaya fırsat bulamadım. Biletler toz duman olmadan ilk dikkatimi çeken iki tanesine biletimi kaptım. Geçen sene Xavier Dolan'ın "Les amours imaginaires"ini de yine festivalde izlemiş, filmden ziyade klibe, fotoğraf karelerine benzemesine bayılmıştım. O yüzden yine onun filmi "Laurence Anyways" ve diyalogları sebebiyle yeni Woody Allen benzetmesi yapılan Baumbach'ın filmi "Frances Ha" dan yana yaptım tercihimi. 

5) Likya -  Arycanda: 

Mr. Feelgood ile bu aralar kırmızı şaraba fena halde taktık. 

O baktı beni rakı cephesine dilediği hızda çekemiyor, ben hala yaş üzüm ve kavun konseptinde bile yeterince iyi bir içici değilim; ben baktım ki ona havalı bardaklardaki kokteylleri arzulatmam mümkün değil; o zaman ikimizin de ortak zevki şaraptan gidelim, dedik galiba.




Mutfağımızdan kırmızı şarap eksik etmez olduk, ben İtalya'dan buraya şişe şişe şarap taşıdım, şarap evlerinde keyfimize göre şişeler seçip denemeler yaptık, içtikçe içtikçe daha da seçici olmaya başladık. Vee sonunda en favori şarabımızı bulduk: 



Fiyat - lezzet dengesi bakımından baktığımızda şimdilik en favori şarabımız: Likya'nın Arykanda'sı. Marketlerde malesef yok, ama Galata'daki Sensus'tan temin ediyoruz biz. Ev keyiflerinize eşlikçi olarak, şiddetle tavsiye ediyoruz.

Keyifle ve keşifle kalın.



02 Şubat 2013

Bolonez sosun memleketi: Bolonya!

Olağan hayatından uzaklaşmak, bambaşka bir şehirde olmak insana kendini hep iyi hissettirir.

Bir döngünün kırılması...
Dikkatin gelişmesi, etrafa ilginin artması...

Ama fark ettim ki, İtalya bana hep daha da iyi hissettiriyor. 

İtalya sokaklarında dolanırken kendimi sürekli aşık ve iştahlı hissediyorum.  Başka bir hiçbir ülkede hissetmediğim kadar...

2007 yılının yazıydı sanıyorum bir interrail bileti ile yollara düştüğümüzde. Hiçbir zaman salaş tren gezginlerinden olmadık. H&M'in indiriminden gece elbiseleri alıp, çantamızda onları koyacak yerimiz olmadığı için, üzerimizde gece elbiseleri ve on santimlik topuklular ile on saatlik tren yolculukları bile yaptık. İnterrail mantığına tamamen aykırı olarak, interrail bileti ile Avrupa'yı dolaştık. Amsterdam, Frankfurt, Barselona, Madrid, Marsilya, Cannes, Roma, Venedik, Pisa, Budapeşte, Viyana ve sonra herkesten ayrılıp tek başıma Sırbistan ve Bulgaristan'da molalarla Türkiye'ye dönüş. Unutulmaz bir yaz oldu. En havalı clublarda meşhur futbolcularla dans etmekten, Sırbistan vizem ( o dönemde Shengen'e dahil değildi) olmadığı için trenden indirilip karakolda sabahlamaya geniş yelpazede maceralar yaşadım. Şimdi düşünüyorum da, o kadar az parayla o kadar uzun bir seyahate nasıl cesaret etmişim?! 




İtalya'ya ilk gidişim böyle olmuştu. Roma'da iki veya üç gün, Pisa'da bir gün, Venedik'te bir gün. Sonra aradan birkaç yıl geçti, Milano'ya düştü yolum. Bir iç kanama tramvasının yaralarını orada sardım. Şehrin ücrasındaki leziz risottocu ve Princi'nin lezzetleri ile... Üçüncü kez İtalya'ya gidişim, gerçekten bilinçsizce oldu.

Birlikte interrail yaptığım, fakülteden arkadaşım ile telefonda konuşurken, "THY'nin kampanyası varmış, haftasonluk bir bilet alalım, nereye olduğu fark etmez, 2007 yazının nostaljisini yapalım" dedik. Ofisten okula geçeceğim, zamanım sınırlı, kampanya biletleri desen keza. Şöyle rastgele bir baktım, Bolonya bileti var. Bolonya hakkında İtalya'da olduğu dışında hiçbir fikrim yok, ama gidiş-dönüş saatleri uygun. Bedeli 200 TL. Şahane. Ofisteki oda arkadaşım "Dalga geçiyor olmalısın! Bu kadar bilinçsiz, araştırmasız yurtdışına bilet alıyor olamazsın!" derken, ben çoktan dört ay sonrası için Bolonya biletimi almıştım.

Tam yola çıkacağım gece, valizimi kapatırken aynı cümleyi kendi kendime kurdum: "Dalga geçiyor olmalısın Sezen, önümüzdeki hafta dört tane final sınavın varken, sen haftasonunda Bolonya'ya mı gidiyorsun?!" *

Gittim tabii ki.



Şehre adımımızı atıyoruz, Bolonya sokaklarında, elimizde minik valizlerimiz... Kimse ne otelimizin nerede olduğunu biliyor, ne de o sokağı tanıyan bir insan var ortalıkta. Veya da, biz sokağın adını o kadar yanlış telaffuz ediyoruz ki, kimseye bir anlam ifade etmiyor. 

Dert mi?! Hiç değil. 

Binalar yıllar öncesinden kalmış, hiç yeni yapı yok ve hepsi birbirinden güzel. Kemerler, sütunlar, daracık sokaklar... Mutlu mutlu yürüyoruz sokaklarda nereye gittiğimizi bilmeden. En kötü senaryoda boşvereceğiz oteli, oturacağız bir yere leziz yemeklere ve şaraba yumulacağız. 





Neyse ki benim teknolojik minnoşum yanımda, bakıyoruz tarife, tren istasyonunu bulduk mu gerisi kolay. Gerçekten de istasyondan sonra zaten tabelalar bizi direk Astoria Otel'e çıkartıyor. Ama... Resepsiyondaki adam diyor ki, siz burada kalmıyorsunuz, biz sizi kalacağınız yere on dakika sonra götüreceğiz.

İtalyanların on dakikası tabii.
Yarım saat sonra ancak yola çıkıyoruz.
Tek kelime İngilizce anlamayıp, bizimle ısrarla İtalyanca konuşan bir kadın eşliğinde döküntü bir binaya, sonra da en az yüz yıllık bir asansöre biniyoruz. İlk tepkimiz: "Aha boku yedik! Biz nerede kalıyoruz böyle" oluyor.



Kendimizi en kötüye hazırlamışken, şahane bir dairemiz oluyor. Otel odası değil, bildiğimiz daire. Mutfaklı, kocaman banyolu, yatak odalı. Üstelik de şehir merkezinin bir paralel sokağında. Kendimizi en kötüye hazırlamışken, cillop!

Hemen bırakıyoruz valizleri, hızlıca bir duş, sokaktayız yine.




Güzel bir restoran bulalım istiyoruz. Her yer kapalı. Neymiş efendim, saat 13:00- 15:00 arası çalışmıyorlarmış. 



Neyse sonunda buluyoruz kendimize bir yer: Pino'dayız. İki pizza, yarım litre şarap. Lezzetten ölebiliriz. Üstelik o kadar ucuz ki! 





Şaraplardan kafamız güzel, kasadaki genç ve yakışıklı adamı kıstırıyoruz, "Nereye gidilir burada gece?" Adam güzelce haritayı açıyor önümüze, başlıyor işaretlemeye. Şurada bu var burada bu, "bu harika" diyor: Kinky!




İyi diyoruz, şu harikanın yerini bir gündüz gözüyle bulalım, gece yol yordam bulmakla uğraşmayız. Üniversitenin olduğu muhite doğru gidiyoruz. O sırada bir pub görüyoruz, pek davetkar: Gazzetta. Beş dakika sonra barda, dark lagerlarımızı yuvarlıyoruz. Hava aydınlık, kafalar bulanık.






Oradan çıkışta gençlere Kinky'i soruyoruz, insanlar bize şaşırarak bakıp tarif ediyor. Gidiyoruz, aynı yerde beş tur atıyoruz, sonunda buluyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki, şehrin en meşhur gay barı. İki tane sarhoş kızın gündüz gündüz gay bar peşinde koşmasını yadırgamış insanlar.




Akşam uçağı ile gelen üçüncümüzü karşılamak için evimize dönüş yoluna geçiyoruz ki bir şarap evi buluyoruz. 

Akıllara zarar zenginlikte bir kavı var. Şarapların fotoğrafını çekerken, yaşlı sahibi yanımıza gelip İtalyanca bir şeyler söylemeye başlıyor, fotoğraf çekmemize kızdı herhalde, diyoruz. Aslında bizim fotoğrafımızı çekmek istiyormuş.


Bir şişe şarabımızla gidiyoruz evimize. Üçüncümüz de gelince, atıyoruz kendimizi tekrardan sokağa.

Üniversitelilerin tıklım tıklım doldurduğu, vasat yemekli, leziz kokteylli Cafe Zamboni 'ye oturuyoruz. Ayrıca wi-fi var, Bolonya'da her yerde bulunan bir şey değil malum.




Karnımızı doyurduktan sonra, dans edecek bir yerler bulmak için ayaklanıyoruz.

Yoldan geçerken bizi durduruyorlar, içeride bir içki ve bir shot beş euro imiş. İyi hoş diyip dalıyoruz Cafe Morandi'ye.



Oradan da Soda Pops'a.
Giriş o giriş.


Hayatımda böyle bir şey görmedim ben.
Hani sevgiliniz sizi terk etmişse depresyondaysanız filan ilacınız Soda Pops.
Böyle bir erkek ilgisiyle ben hayatımda hiçbir yerde karşılaşmadım.
Kesip biçip anlatsam bile abartılı gelecek, o kadar.

"Blondeee!" diye iki kolumdan birilerinin tutup çekiştirdiği, aynı anda üç erkeğin, birinin elinde gül, birinin elinde sigara, birinin elinde bira ile karşıma dikilip "Beni seç, beni seç" dediği daha önce valla da billa da olmamıştı.

Biz orada üç kız girdik, resmen birbirimize içeride olduğumuz süre boyunca bir daha da ulaşamadık. Hep çekiştirildik. Sağdan, soldan, önden, arkadan....

Bugün üniversite öğrencisi olsam, Erasmus ile Bolonya Üniversitesi'ne giderim. Orası çok net. Gerçi sonra Türkiye'ye dönünce "Bu kendini ne sanıyor böyle!" tramvası da yaşanır muhtemelen.



Birkaç saat ilginin tadını çıkartıp, sigaraları içip, gülleri alıp, içkileri yuvarladıktan sonra, en aklı başında olan, Unicredit'te çalışan bir gruba takılıp kendimizi şehrin dışındaki Numa'da buluyoruz. Sabahın ilk ışıklarına kadar dans edip, sonra bir taksiye atlayıp, resmen çocuklardan kaçıyoruz. 




Üç avukat... 
O gün eski günlerdeki gibiyiz: Fırlama, şarhoş ve neşeli.
Ağzımızda leziz pizza ve şarapların tadı...
Evin yerlerinde de hayranlarımızın gülleri...
"Ne iyi yaptık da geldik." diyoruz, belki de diyemeden sızıyoruz, bilmiyorum.



* Bolonya haftasonunun üzerine, bir hafta neredeyse hiç uyumadım. Bütün hafta boyunca toplasan 10 saat belki. Bütün dersleri de A ve B ile geçtim. Yani diyeceğim şu ki, insan kendini motive eden şeyi yapmaktan vazgeçmemeli. Bu, final haftası öncesi Bolonya'ya gitmek bile olsa...

Pinterest'im

Instagram'ım