17 Eylül 2015

Yetişkinler için Disneyland: 7.000'e yakın şarap evi ile Napa Valley

Pazartesi sabahı, daha ben tam olarak ayılmamışken, O, elime bir fincan kahve tutuşturduktan sonra, "Ben arabayı alıp geleyim, sen hazır olunca aşağı in, aşağıda buluşalım." diyerek evden çıkıyor. 

Benim için heyecanlı bir gün çünkü, O'nun "bence dünyadaki en güzel yerlerden biri" diye tanımadığı Napa Valley'e gideceğiz. 





Daha haftalar öncesinde, ben İstanbul'dayken, bana "Şimdiden gitmek istediğin şarap evlerini seçmeye başla, bu zevkten seni mahrum bırakamam" dediğinde, şarabı oldukça seven ve daha önce Toskana'da bir şarap turu yapmış olan ben, büyük bir rahatlıkla bilgisayarımı açmış, yarım saat içinde gitmek istediklerimi listeleyeceğimi sanmıştım. 


Gelgelelim, şarap evleri arasında gezinmeye başladığımda aklımı kaybetmiştim. Şato, manzara, swarovski taşlarından yapılmış devasa avizeler, tasarım tadım odaları, begonviller altında bahçe, üzüm bağlarına tepeden bakan minderlerle dolu bir balkon gibi nasıl bir ortamın hayalini kurabilirsem, Napa'da hepsi vardı. Her şarap evi bambaşka bir mimari tarzda, bambaşka dekorasyondaydı ve hiç birine "Bunu istemem." diyememiştim. 



Üzüm bağları önünde güzel duracağını düşündüğüm çiçekli bir elbiseyi giyip, ayağıma rahat ayakkabılar geçirdikten sonra, evden çıkıp aşağı iniyorum. Ve O, üstü açık nefis bir Mustang'in içinde, ona çok yakıştırdığım biçimde bir blazer giymiş, mendilini bile eksik etmemiş olarak beni bekliyor. Kendi kendime "Bu pazartesi çok güzel bir pazartesi kızım." diyerek, büyük bir keyifle yan koltuğuna kuruluyorum.


"Napa'da mı bir şeyler yiyelim, yoksa aç mısın?" diye soruyor. Napa'ya yolumuz uzun, dünya kadar şarap içeceğimiz varsayımında kahvaltı etsem harika olur. Böylece The Mill'de bir mola veriyoruz. Burası, San Francisco'nun en çok instagramlanan kahvaltı mekanlarından biri. Ahşap ağırlıklı, geniş tavanlı, sade ve ferah bir dekorasyonu var. Çok lezzetli ekmekler kullanarak açık sandiviçler servis ediyorlar. Kahvesini nedense hiç beğenmiyorum; ama bu açık sandviçler gerçekten çok lezzetli.




Sandviçlerimizi yiyip, kahvemizi içerek, Golden Gate'ten geçiyoruz ve iki yanı üzüm bağları ile dolu yolları katetmeye başlıyoruz. Rüzgar, saçlarımı uçuşturuyor, güneş ışıl ışıl içimi ısıtıyor, sağım solum yemyeşil, çok keyifli müzikler çalıyor ve O, arabanın direksiyonunda gerçekten çok yakışıklı görünüyor. 


Napa Valley'e ulaştığımızda gerçekten her şarap evi davetkar görünüyor; ama aç gözlü olmamamız lazım. Sonuçta, şarap içme limitlerimizi düşünürsek, en çok iki üç şarap evinde tadıma katılabiliriz. 




İlk önce Del Dotto'da duruyoruz. Burası Napa'nın tarihi şarap evlerinden biri. 1885 yılında yapılan bu şarap evi, 1997 yılında David ve Yolanda Del Dotto tarafından bugünkü haline getirilmiş. Bağları da, binanın içi de inanılmaz gösterişli ve şık. Şaraplarını, şarap evinin bir parçası olan mağara mahzende yıllandırıyorlar ve bu nedenle şaraplarının modern usullerde yıllandırılan şaraplardan daha lüks ve lezzetli olduğunu iddia ediyorlar. 





İkinci durağımız ilk tadımı yapacağımız V. Sattui oluyor. Bu marka yalnız Napa'nın değil, Amerika'nın en eski şaraplarından biri. 1885 yılında Vittorio Sattui'nin başlattığı şarap geleneği, torunu tarafından 1974 yılında Napa'ya taşınıyor. Yaklaşık 125 yıldır bu aile şarap yapıyor ve şarapları sadece 2009 ile 2013 yılları arasında 410 ödül almış.


Şarap evinin bahçesinde yeşilliklerin arasında piknik masaları var, iç kısmında ise, şarap tadımı yapıp, çeşitli şarap malzemeleri satın alabiliyorsunuz. Hiç vakit kaybetmeden, kare şeklindeki ada tipi barın bir kenarına geçip, şarap tadımına başlıyoruz. İçtiklerimizin içinde yalnızca Dancing Egg Riesling'i beğenmiyoruz. 





Sauvignon Blanc, bir çeşit rose şarap olan Gamay Rouge, Pinot Noir, Cabarnet ve Zinfandel'in bir kaç çeşidini içiyoruz, hepsi ayrı ayrı gerçekten çok lezzetli.  Pinot Noir'ler arasında favorimiz Sattui Family; Cabarnet çeşitleri arasında favorimiz organik üzümlerden yapılan Vittorio's Vineyard oluyor. Gamay Rouge ise gerçekten bugüne kadar içtiğim en iyi rose. 



Toplamda 11 çeşit şarap tattıktan sonra tabii ki gözlerimiz kayık ve keyfimiz inanılmaz yerinde. Piknik bahçesinde oturup biraz keyif çattıktan sonra istikametimiz Castello di Amorosa. 




Burası o kadar güzel bir şato ki, çok turistik olmasına rağmen, gitmek konusunda ısrarcı oluyorum. Toskana mimarisindeki bu kale, 107 oda, 8.000 ton taş ve yer altındaki dört katı ile birlikte sekiz kattan oluşuyor. 30 hektarlık da üzüm bağına sahip. Kalenin içindeki odalar, avlusu, tepesinden görünen manzara harika.




Burada da şarap tadımına başlıyoruz. Standart tadıma dahil olan şarapların tatları, V. Sattui'den sonra oldukça başarısız. O yüzden ekstrasını ödeyip, şarap tadımına dahil olmayan bir üst sınıf şarapları tatmaya başlıyoruz. 


Aralarındaki lezzet farkı oldukça büyük. Bu nedenle, burada şarap tadımı alırsanız, bu farkı ödeyip standart tadıma dahil olmayan şaraplardan gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Bir nevi cennet olan Napa'ya gelmişken, cimrilik yapıp az keyif almaya hiç gerek yok. Burada tattığımız şaraplardan da en güzeli Anderson Valley, Pinot Noir oluyor.





Biz kale duvarlarının tadını çıkartırken, diğer ziyaretçiler bize "Odanıza gidin." diye takılmaya başlayınca,biz de kendimizi The Hall'a atıp, muhteşem üzüm bağlarının karşısında biraz keyif çatıyoruz. The Hall da oldukça davetkar ama şimdilik daha fazla şarap tadımı yapamayacağımızdan eminiz. 

  
Üzüm bağları arasında biraz yürüdükten sonra, karşılarına yerleştirilmiş şezlonglara yayılıp biraz güneşleniyoruz. 





Günü şampanya ile kapatmak için istikametimiz Domaine Chandon oluyor. Biz gittiğimiz saatte tadımlar sona ermiş; ama şişeyle şampanya alıp, bahçede içebileceğimizi söylüyorlar. Buz kovasının içinde şampanyamızı alıp, bahçede güzel bir köşeye kuruluyoruz. 




Az sonra her şey kapanıyor ve herkes gidiyor. Sanki arkadaki şato bizim evimiz, kocaman üzüm bağı bize ait de akşam üstü yemekten önce bahçemize çıkmış keyif çatıyoruz gibi bir ortam var. O araba kullanacağı için, bir şişe şampanyayı içmek bana düşüyor ve orada muhtelemen ikimizin de yıllarca kahkahalarla anacağı güzellikte saatler geçiriyoruz.



Napa'da her yer ayrı ayrı güzeldi, orada geçirdiğim her dakika çok mutluydum; ama aşağıdaki fotoğraftaki iki ahşap sandalye benim için ayrıca çok anlamlı. Çünkü biz orada hayatımıza yepyeni ve bambaşka 'ilk'ler ekledik, birbirimizi çok daha iyi tanıdık, o benim laf dinlemeyeceğimi öğrendi, ben onun lafını her zaman dinlememem gerektiğini... Her şey ve bizim iletişimimiz o ahşap koltuklardan kalktığımızda daha farklı oldu, seyahatimiz boyunca o akşamüstünü anıp kahkahalar attık ve biliyorum ki, yıllar sonra bir gün ve alakasız bir yerde bile, o akşamüstü ansızın gelecek aklımıza. 

Birkaç gün önce bana "looking at a photograph and wishing you could re-live that moment over and over again." yazdığında, "Napa" diye açıklama yapmasına bile gerek yoktu, biliyordum. 




Oradan, sonra ne yaptığımı bilmediğim,  dolu bir şampanya kadehi ile kalkıp arabaya biniyorum ve akşam yemeği için Yountville'deki Thomas Keller'in havalı restoranlarından Bouchon 'a gidiyoruz.




Yalnızca başlangıcımızın fotoğrafını çekebiliyorum, çünkü sonra hava kararıyor. Ama yediğimiz her şey gerçekten çok lezzetli. Yemekte her zaman olay soslar ve burada her şeyin sosu gerçekten leziz.




Sonrasını pek hatırlamıyorum, çünkü sızmışım; ama hatırladıklarım bile o günün hayatımın en güzel pazartesilerinden biri olarak kalmasına yetecek güzellikte.


Napa bence herkesin mutlaka en az bir kere yolunu düşürmesi gereken bir yer. Özellikle balayı için egzotik istikametler dışında bir yerlere gitmeyi planlayanlara Napa'yı şiddetle tavsiye ederim. Çünkü Napa, gerçekten şehvetli. Bütün o güzel şarapların, uçsuz bucaksız yeşilliğin ve masal gibi ortamların hormonlarınızı nasıl zıplatacağına kendiniz bile inanamazsınız. Bu yüzden de keyfini tam anlamıyla çıkartmak için, kesinlikle arkadaş grubuyla değil, çekici bulduğunuz birisiyle gitmelisiniz buraya. 


Tutkuyla kalın!


15 Eylül 2015

Not Defterim: San Francisco, Diyarbakır, İstanbul, Adana arası düşünceler ve seyahatlerle geçen bir hafta

Pazartesi günü, uzun zamandır olmadığı kadar uykumu almış ve dinlenmiş olarak kalkıyorum yataktan. Haftasonu, San Francisco valizimi boşaltmış olduğumdan, Uniqlo'dan aldığım yeşil ipek gömlek ile Ross'tan aldığım çok rahat ayakkabılarımı giyiyorum.

Onları aldığım gün, ben deliler gibi mağazanın içinde turlarken ve O ağrıyan bacağı ile bir kenarda oturmuş beni beklerken, kendisine "Yardımcı olabilir miyim?" diye soran mağaza görevlisine, "Bana değil, ama benim kıza olabilirsiniz, çünkü korkarım ki bütün rafları tek tek gezmeyi planlıyor." diye tatlı tatlı beni şikayet etmesi, benim kadına "Aklımda belli bir şey yok gerçekten, sadece aşık olacağım bir ayakkabı arıyorum." dediğim anda kadının beni anlaması ve aramızda saniyesinde bir kadın dayanışması kurulması geliyor aklıma...

Sonra, ben hem elim kolum boş, hem de gerilmeden, rahat rahat alışveriş yapayım diye O, annemle kendime aldığım iki valizi kapıp eve gittiğinde ve ben alışverişe tek başıma devam ederken, aralıksız olarak birlikte geçirdiğimiz günlerden sonra, yanımda olmamasını nasıl yadırgadığımı hatırlıyorum. Tam anlamıyla o zaman fark etmiştim, hayatımda ilk defa birisiyle bir hafta boyunca hiç ama hiç ayrılmadan aralıksız biçimde birlikte zaman geçirdiğimi ve bu süre boyunca bir kere olsun bunalıp kaçma ihtiyacı hissetmediğimi.

Bir kadın için alışveriş, üstelik de Amerika'da alışveriş kadar tatlı bir uğraşı olabilir mi? Hele ki benim gibi yalnız zaman geçirmekten de hoşlanan bir kadın için? Ama hayır, orada onu, o kadar kısa zaman içinde deli gibi özlemiş, "Eyvah, kızım Sezen, sen Türkiye'ye dönünce ne yapacaksın?" diye düşünmüştüm. Bir yandan endişelenerek, bir yandan bu kadar güzel şeyler hissettiğim için mutlulukla... İşte bu yüzden, bunları hatırlattığı için, o kıyafetleri giymek çok keyifli oluyor.




Yine San Francisco'da güzel bir pazar günü aldığım, üç yıllık bir günlük olan defterimin o günkü sorusunu, sabah kahvemi içerken cevapladıktan sonra evden çıkıyorum. Bu defterde 365 sayfa var ve her sayfasında hayata dair bir soru. Her sayfada da üç yıl için cevapları yazmak için ayrı ayrı kısımlar. Üç yıl bittiğinde, bu 365 soruya her yıl verdiğim cevaplar alt alta dizilmiş olacak, hayata bakışımdaki değişiklikler önümde duracak. Oldukça heyecan verici.

Benim için pazartesi sabahı, O'nun için pazar günü gecenin bir yarısı ve Sake'den kafası güzel. "Sarhoşluğunu severim senin."diyorum, "Hatun be sarılasım geldi." yazıyor. O gövdenin bana sarılmasını, birlikte sarhoş olup kahkahalar atmamızı çok derinden özlüyorum.




Akşam, ofisten bir arkadaşımızın stajyerliğini bitirip avukat olmasını kutlamak için Bebek Kitchenette'ye gidiyoruz. Bloody Mary vasat, Phill's'te içtiğim yanına karides takılmış mükemmel bloody maryler burnumda tütüyor.

O pazartesi, her şey O'na ve onunla geçirdiğim günlere bağlanıyor zihnimde.




Salı günü, sabah Diyarbakır'a uçuyorum. Ortalık karışık olduğu için herkes "Diyarbakır'a mı gidiyorsun? Saçmalama!" derken... Sabah, menengiç kahvesi ile güne başlıyorum. İşlerimi hallettikten sonra, bu blogun hayatıma kazandırdığı güzel insan Deniz ile buluşuyoruz.



Olayların olduğu Suriçi bölgesine gidiyoruz. O gün bir yandan Deniz ile çok keyifli sohbetler ediyoruz, bir yandan ise büyük bir şaşkınlık yaşıyorum. Sanki bir önceki günlerde bombalar patlamamış, sokağa çıkma yasağı ilan edilmemiş kadar doğal akıyor şehirde hayat. Herkesle konuşuyoruz, taksiciyle, mekan işletmecileriyle, butik sahipleriyle... "Biz alıştık. Az sonra burada bomba patlayabilecek olması fikri bizim gündelik hayatımızın bir parçası" diyorlar. İçim parçalanıyor, bunları olağan karşılayacak kadar çok şey yaşamış olmalarına...






Olup bitenleri onlardan dinliyorum, her zamanki gibi hiçbir şey İstanbul'dan göründüğü gibi değil. Çok çarpıcı gerçeklikler var, bize çok çarpıtılarak aktarılan olaylar... İstiyorum ki, orada öylece uzakta otururken, yorum yapmak, taraf tutmak yerine, herkes kalkıp gelsin buralara, vakit geçirsin bu bölgelerde, burada yaşayanlarla konuşsun, ezberlerini bozsun. Biz hareket etmedikçe, gitmedikçe, görmedikçe, yaşamadıkça, yalnızca gazetelerden aktarılanları okudukça, bu ülkede empati kurmanın, anlamanın ve bütünleşmenin mümkün olamayacağına karar veriyorum bir kere daha.

Daha önce birkaç kere Diyarbakır'a gelmiş, sokaklarında dolanıp keşifler yapmıştım; ama çok güzel şehir, hala keşfedilecek şeyler var.






Karnımızı Onur Ocakbaşı'da leziz ciğer yiyerek doyuruyor, hayatımızda olup bitenler hakkında laflıyoruz önce.



Ardından İlkiz'e gidiyoruz. Burası çok keyifli bir avluya kurulmuş bir mağaza. Türkiye'de seyahat ettiğim ve çarşılarda gezdiğim zaman, en üzüldüğüm şey yöresel bir şeyler ararken elimi attığım neredeyse her şeyin Çin malı çıkması. İlkiz bu bakımdan harika bir adres, el yapımı eşyalar satıyor. Orada okuyan bir üniversite öğrencisinin el yapımı renkli bandanalardan birer tane alıp takıyoruz kafamıza.





Üst katı da seramik atölyesi. El işi, çok keyifli parçalar satılıyor. Ayrıca seramik kursları da veriyorlarmış, "Günü birlik katılabileceğim bir atölyeniz var mı?" diye soruyorum şansımı zorlayarak. Yokmuş. Aldığım lotolar tutarsa yapacaklarım arasına ekliyorum, Diyarbakır'da birkaç hafta geçirmeyi, seramik kursuna gidip, sokaklarında fotoğraflar çekerek dolanmayı. Sokakları ve insanları ile gerçekten çok fotojenik bir şehir Diyarbakır.



Ardından Kent Müzesi'ne gidiyoruz. Burası bir zamanlar sürgün edilen Cemil Paşa'nın konağı. İnanılmaz güzel düşünülmüş detayları olan harika ve kocaman bir konak. Yemeklerle ilgili kısmı oldukça keyifli. Kutucuklarda Kürtçe yemek isimleri yazıyor, açtığınız zaman Türkçelerini görüyorsunuz. Oynayarak birkaç kelime öğrenmek hem pratik hem de keyifli.

"Bütün Anadolu eti üretir, Diyarbakır tüketir." deyişini de orada öğreniyorum, çok gülüyoruz.

Günü duvarlarında Hayyam'ın dörtlükleri olan Kervan Şarapevi'nde ev yapımı şarap içerek kapatıyoruz. Dönüş uçağımı yakalamak için havalimanına giderken, çok içten diliyorum. "Lütfen olay çıkmasın, lütfen kimseye bir şey olmasın, lütfen bu şehir hep böyle güzel kalsın, bozulmasın."

Çarşamba günü aslında çok iyi bir gün olmaya aday değil, çünkü hem çok uykusuzum, hem de her kadının ayda bir hormonlarının sapıttığı günleri yaşıyorum. Diğer yandan şaşırtıcı biçimde, kendimi çok iyi hissediyorum. Nasıl tanımlayacağımı bilmediğim bir his var, bazen gelen, bazen kaybolan. Özgüven-ötesi bir şey, hayatın çok güzel olduğuna ve her şeyin içten içe çok yolunda gideceğine dair bir güven.

Sebebini düşünüyorum, doğru mu yanlış mı saptıyorum bilmiyorum; ama birden bire Paris Fashion Week'te tanışma fırsatı bulduğum ve kendisine bayıldığım Carine Roitfeld'in tavsiyesi geliyor aklıma: "Kimse görmeyecek olsa bile, her zaman uyumlu ve tenine değmesinden çok hoşlanacağın iç çamaşırları giy. Bir kadın ancak bunlar varken, kendini tam olarak iyi hissedebilir." Ve o gün, o harika hissin geri dönmüş olmasına bulabileceğim başka bir gerekçe yok. En kısa zamanda alışverişe çıkıp, gizli iyi hissetme silahlarımın sayısını arttırmaya karar veriyorum.


İş çıkışında, harika bir work&travel macerası ile hayatıma giren, "cici eşim" Gizem ile Aşşk Cafe'ye gidiyoruz. Son birkaç yıldır birbirimize "Nasıl gidiyor?" diye sorduğumuzda, "Bildiğin gibi." diye cevap veriyorduk. Bu buluşmamız bu yüzden farklı, bu sefer ikimizin de anlatılacak harika maceraları var. Trüflü parmesanlı patates kızartması ve biralar eşliğinde saatlerce sohbet ediyoruz, yeniden heyecanlanmanın, bilinmezliğin keyfini hatırlıyoruz. Harika planlar yaparak günü kapatıyoruz.

Perşembe sabah Beykoz Adliyesi'ne doğru yoldayım. Babam arıyor, "Bade'yi kaybettik.İlk uçağa atla gel." Kilitleniyorum birkaç dakika, hiç bir şey yapamıyorum, hiç bir şey düşünemiyorum. On dakika sonra Beykoz'da olacağım ve duruşmam var. Ofisten başka biri gelse duruşmaya yetişemez, benim girmem lazım. O an farkına varıyorum, ne kadar bağımlı olduğumun, hareket kapasitemin sınırının, "ilk uçağa atla gel" gibi bir şeyin benim açımdan söz konusu olamayacağının... İnsanın bütün ruh halinin bir telefonla değişebileceğinin, bir anda her şeyin tersine dönebileceğinin, aslında önemsediğin pek çok şeyin nasıl önemsizleşebileceğinin...

Adana'ya ancak işlerimi toparladıktan sonra perşembe gecesi gidebiliyorum. Sonraki iki gün gerçekten şuursuz geçiyor. İnsan bir şeyler yapıyor, giyiniyor, sohbet ediyor, taziyeye gelenleri karşılıyor, cenazeye gidiyor; ama aslında bilinçsizce yapıyor bütün bunları. Ancak cumartesi akşam kendimize geliyoruz, gerçeği kabulleniyoruz, güzel anları hatırlamaya başlıyoruz.



Bade'nin eşyalarının arasından yalnızca defterini alıyorum. Bu kırmızı defteri, annem 1975 yılında, 15 yaşındayken, anneanneme alıyor, başına "İleride bizlerin büyüdüğü söz sahibi olduğu, seninse mutlu bir ihtiyar olduğun günlerde, bu deftere güleceğini umarım." notunu yazarak anneanneme veriyor. Anneannem, dayımın evlendiği 18 Eylül 1975 tarihinden itibaren, önemli günlerde bu deftere notlar düşüyor.

Benim doğduğum gün, "Kara kızımın bir kara kızı oldu. Yavrum benim daha dün bir damlacıktın, bugün anne oldun. İnşallah benim gibi anneanne olursun. Şaka maka dördüncü torunumu ele aldık, ben de az zamane insanı değilmişim. Sezenim sevgili bebeğim, yaşamın tatlı, mutlu, düzenli, sevinçli geçsin, sultanım benim. Anneannen." yazmış bu deftere.

En son yazdığı tarih, 14 Aralık 1988. Kimse böyle bir defteri hatırlamıyor, ama anneannem, ailemizin gazete haberlerini arşivlemiş, bu defteri de onların arasına koymuş. İnanılmaz bir define benim için, çok anlamlı, çok seviyorum, her sayfasını defalarca okuyorum.



Pazar gecesi İstanbul'a geri geliyorum. Ancak bir yazı yazacak, duş alacak, bir kahve içecek, ertesi günkü duruşmaya çalışacak kadar vaktim var. Uykuya zaman yok. Düzenli uyku sözüm yine rafa kalkıyor. Son yedi gün içinde, Diyarbakır ve Adana'dan sonra, üçüncü uçuşum Ankara'ya ve sabah 5:00'te havalimanında olmam lazım. Kendi kendime gülüyorum, hayatım boyunca hep bunu dilemiştim, seyahatlerden yorulacak kadar çok seyahat etmeyi. O yüzden uykusuzluktan söylenmiyorum, giyindikten sonra evden çıkıp, yeniden havalimanına gidiyorum.

Sevdiklerinizle vakit geçirmeyi ihmal etmeden kalın!

13 Eylül 2015

Yaseminleri, Boşnak Börekleri, Kitapları ve uykuları ile torunun gözünden Bade

"Sıradan" olarak tabir edilebilecek tek bir kişinin bile olmadığı, oldukça şahsına münhasır. çatlak ve renkli karakterlerden oluşan, Brezilya dizilerini aratmayacak olaylar yaşanan bir ailede dünyaya geldim ben. Hayatım boyunca en zorlandığım şeylerden biri de "Nerelisin?" sorusunu cevaplamak oldu. Sonunda insanlara uzun uzun anlatmak yerine, ne annem, ne de babam Adanalı olsa da, ben orada doğup büyüdüğüm ve kendimi oralı hissettiğim için Adanalıyım, diye cevaplamaya başladım kestirmeden.

Çocukluğunu film berraklığında hatırlayanlardan değilim, yalnızca hatırladığım bazı anlar var. Bir de sonradan defalarca dinlediğimden hatırlıyormuş gibi olduklarım...

Çocukluk yıllarımda Adana'da neredeyse hiç bir şey yok. İncirlik'e yakın olması büyük avantaj "boşboşçular" olarak anılan Amerikan Pazarı ve İncirlik'te çalışan tanıdıklar sayesinde ülkenin başka hiçbir tarafında bulunamayan Amerikan malı çocuk bezlerine, lastik ayakkabılara, kremlere, parfümlere filan ulaşabiliyoruz. Sık sık boşboşçulara gittiğimizi hatırlıyorum çocukluğumda. Ama yiyecek sıkıntılı. O yıllarda İstanbul'da yaşayan anneannemin gelişlerini dört gözle beklerdik bu yüzden. Anneannem gelirken, Divan'dan pasta ve Şütte'den salam getirirdi. Ben bunlardan çok, bana getirdiği Kinder Surprise çikolataları beklerdim. Anneannemin Adana'ya gelişi, Kinder Surprise'e kavuşmak demekti benim için.



Bir de İstanbul'dayken benim için özene bezene ördüğü kazak ve hırkaları getirirdi gelirken. Annem beni o yıllarda, çocuk kıyafetlerinin az bulunmasına rağmen o kadar zevkli ve şık giydirirmiş ki, anneannemin ördüğü bu kazakları kesinlikle beğenmezmişim bacak kadarken. Ertesi gün, dolabıma yerleştirilen bu kazak ve hırkaları alıp, kapının önüne koridorda yere atar ve odamın kapısını kapatırmışım küçük cadı olarak.

Anneannemin gelişlerini hatırlamama rağmen, gidişlerini hatırlamıyorum. Sadece bir kere anneannemi havalimanında uğurladıktan sonra, annemin hüngür hüngür ağlamasına çok şaşırdığımı hatırlıyorum. "Başım çok ağrıyor." diye kandırmıştı beni. Bir de bir kere yataklı tren ile dönmüştü anneannem İstanbul'a. Eşyalarını yerleştirmek için trene binmiştik, büyülenmiştim içinde yatak olan ulaşım aracı karşısında. O giderken, benim o trene binememiş olmama çok üzülmüştüm. Galiba şimdi, Avrupa'da yataklı trenle seyahat etmekten bu kadar çok keyif almamda bunun etkisi vardır.

Anneannemin Şaşkınbakkal'daki evine gidişlerimizi hatırlıyorum. Bayılırdım o eve... Her şeyi atan annemin aksine, her şeyi biriktiren anneannemin evi benim için definelerle doluydu. Her çekmece, her dolap saatlerce kurcalanabilirdi. Bir de kocaman bir kütüphanesi vardı. Hayatı boyunca nerede olursa olsun asla aksatmadığı öğle uykuları vardı anneannemin. Yatağa eline kitabını almadan gitmezdi kesinlikle. Saatlerce kitap okur, okurken de her şeyi unuturdu. Çok imrenirdim ona. Okuma yazmayı çok hızlı sökmem, ilkokulun ilk yıllarında dünya klasiklerini yalayıp yutup, anneannemin kitaplarına sulanmaya başlamam bu yüzden.

Hala bu kadar kitap okumayı sevmem de onun sayesindedir. Yıllarca okuyup, beğendiğim romanları ona taşıdım, roman karakterlerinin canlı kanlı insanlarmışçasına dedikodularını yaptık: "Aşağılık herif, karısından gizli gizli neler yaptı!"

Yazları Bodrum'a giderdik. Bodrum günlerinden geriye, benim cicili bicili pembe eşyalarımın üstüne yatıp, geri almaya çalıştığımda hırlayan, anneannemin kızkardeşinin köpeği Ceviz'i hatırlıyorum sadece. Annemle babamın gezmeye giderken, beni anneanneme bıraktıklarında, anneannemin benim yemek yemememden sıkılıp, beni sahile götürüp, garsona "Bir köfte, bir patates, iki bira" siparişi verdiğini, garsonun "İkinci birayı sonra getireyim, ılınmasın."ına karşılık, "Yok şimdi getir, biri çocuğun." diyip, üç yaşındaki bana bira içirdiğini ve o zaman kuzu gibi olduğumu yıllar sonra öğrendim. Ben onunla hayatımın ilk biralarını yuvarlarken, o muhtemelen yıllarca ayrılmaz parçası olan deri sigaralığından bir sigara çıkarıp, keyifle tüttürmüştür. Çok keyifli sigara içerdi anneannem.

Anneannemin İstanbul'daki hayatının ayrılmaz parçaları da yengem ve kuzenlerimdi. Yengem ile anneannemin ilişkisi, "gelin ile kaynana anlaşamaz"ın tam aksiydi; inanılmaz lezzetli kekler pişiren yengem anneannemin kızı gibiydi. Her şeyi birlikte yaparlardı ve yıllarca aynı evde yaşadılar.

Kuzenlerimden en büyüğü Besim'i anneannem "romantik eros" diye severdi. Besim, küçükken "babaanne" diyemeyip, "Bade" diyerek, anneannemin adını "Bade"ye çevirmişti. Hala gerçek adı söylendiğinde yadırgarım, onu herkes "Bade" olarak tanıdı çünkü.

Ortanca Esin, her zaman en matrak olandı, bütün aile havadisleri ondan kahkahalar atılarak alınırdı. Yıllar sonra kardeşim doğduğunda ve kesinlikle yemek yemediğinde, anneannemin işini kolaylaştırmak için, kafasına bir peruk takıp, eye liner ile yüzüne benler çizip, garip kıyafetler giyerek ve eline bir piknik sepeti alarak, "Duganga duganga var imiş bir duganga alırmış çocukları koyarmış sepetine" diye bir şarkı söyleyerek evin içinde gezmeye başlar ve kardeşim korkudan anneannemin saatlerdir yedirmeye çalıştığı her şeyi yalamadan yutardı. Yıllar sonra anneannemin evinde, Esin'in düğün hazırlıklarının yapıldığı yaz, hepbirlikte geçirdiğimiz en keyifli yazlardan biri olmuştu.

En küçük kuzenim Berkin ile yaşlarımız çok yakındı. Anneannemin ikimize birer mısır aldığı, benim mızmızlana mızmızlana mısırdan iki diş alırken, Berkin'in kendi mısırını bitirip, çaktırmadan yandan yandan benim mısırımı dişlemeye başlaması yıllarca kahkahalarla anlatılan hikayelerden biri. Berkin'in düğününde, Paris'te yaşayan büyük dayının iltifatları karşısında attığı kahkahalar ve parlayan gözleri; ve o gece gelin buketi atılırken, ben umurumda olmaksızın havuzbaşında içkimi yudumlarken, anneannemin fırlayıp buketi kapıp bana getirmesi keyifle andığım anlardan.


Ah ne çok dertlenirdi, ben evlenmeyeceğim diye. Beni her gördüğünde, "Darling var mı darling?" diye sorardı. Anlatırdım, keyifle dinlerdi. Gelgelelim bir türlü de beğenmezdi darlingleri. Çünkü ona göre annem ve torunları, kusursuz ve eksiksizdi.  Gelinleri de severdi; ama damatlara mutlaka bir kulp bulurdu. Kadın hakim olan anne tarafımda, bütün adamlar ya gömülmüş ya postalanmışken, babam bu sülalede varlığını sürdüren tek adam olmasına ve anneannemin gönlünü hoş tutmak için hepimizden fazla çabalamasına rağmen, anneannem memnuniyetsiz olacak bir şeyi illa ki bulurdu. "Var anneanne darling, geldi ya geçen sefer tanıştı seninle." derdim. "Aaa, olmaz o, başka darling yok mu?" diye sorar, beni gülmekten öldürürdü.

Bir seferinde, çok sevdiğim Belçikalı bir arkadaşımı Adana'ya getirdiğimde, çok mutlu olmuştu. Sarışın renkli gözlü adamları beğenirdi. Her ne kadar "anneanne biz arkadaşız" dediysem de, gelip gidip yüzünde kocaman gülümsemeyle çocuğu süzüp, "Kaçırma bu adamı kızım." diyip durmuştu.



Çok renkli, bu gün oyuncak ile ilgili her müzede kitapta anılan dedemden bahsetmezdi pek, ama onunla yaşadığı, kimsede yokken onlarda araba ve telefon olan günleri keyifle anlatırdı. Birinci sınıf vapurlara bindikleri, gazinolara gidip Müzeyyen Senar dinlemeye gittikleri geceleri anlatırken gençleşirdi. Eski İstanbul'u çok severdi, İzmir'e aşıktı. Yine de onun eşyalarının arasında bulduğu hatıra defterini bulduğumuzda çok şaşırdık, 1975 yılından itibaren her önemli günde yazdığı bu defterin kocasından boşandığı 1988 yılından sonrası boş. "Boşandıktan sonra hayatının anlamı bitmiş" diyip güldük, o da çok gülerdi eminim.



Yıllar sonra, anneannem İstanbul'daki evini kapatıp, annemin yanına Adana'ya geldi. Ben haftasonluğuna veya bir duruşma için günübirlik Adana'ya gittiğimde, kapıdan girdiğimde koşa koşa gelip öper, sonra benden bir adım uzaklaşıp "Dur bakayım sana bir." derdi. Beni iyi ve fıstık gibi görmüşse, kilo almışım demek oluyordu; "Ay kızım bu ne hal!" diye endişelenmeye başlamışsa, çok formumdayım demekti. Bir de takı takmadığım için kızardı hep, "Kadın dediğin takısız sokağa çıkmaz." derdi.


Zamanında Bosna Hersek'ten Türkiye'ye savaş nedeniyle göçmeden önceki aristokrat ve zengin hayat ile savaş sonrası çekilen yokluğun çelişkilerini taşırdı. Çalıştığımız için annem ve benim için çok üzülürdü. Bir kadının para karşılığı hizmet etmesi onun için çok yazık bir durumdu. Kadın yalnız kocasına ve misafirlerine hizmet etmeliydi.

Eliyle açtığı incecik hamurlarla o kadar efsane bir Boşnak böreği yapardı ki, hepimizin arkadaşları, bütün komşular, evimize bir kere olsun girmiş herkes yıllarca ne zaman börek konusu açılsa "Ah, Bade'nin böreği ne güzel" derdi. Bütün erkek arkadaşlarım "Sen de bu börekten yapabiliyor musun?" diye sorardı bana heyecanla. Babam, yıllar önce Adana'ya ilk alışveriş merkezi açıldığında, anneanneme oradan bir dükkan almayı önermişti, Boşnak Böreği yapıp satıp para kazansın diye. Enerjisi yerindeydi ve çok para kazanabilirdi bu işten. Çok sinirlenmişti, para karşılığı birilerine hizmet etme fikri karşısında...

Diğer yandan savaş sonrası kıtlık tramvalarını hayatı boyunca taşıdı. Evde iki kişi olsa bile, her zaman en az on kişilik yemek pişirdi, asla sofada üç çeşitten az yemek olmadı. Hiç bir şeyi de atmazdı. Yıllar yıllar önce, biz kardeşimle hatalı bir tariften portakallı kek yapmaya kalktığımızda ve tarifteki un miktarı hatalı olduğundan, kek yerine, ortaya bir balçık çıktığında, "Siz durun, ben atarım." onu demişti. Aylar sonra, beni o günlerde Sprach Diplom sınavına hazırlayan sevgili Tante Hermi bizdeyken, anneannem leziz bir portakallı kurabiye ikram etmiş, Hermi tarifini istemişti. Anneannem kahkahalar atarak, "Önce balçığa dönen bir portakallı kek yapman lazım" demişti. Bizim o olmayan portakallı kek karışımımızı buzluğa atıp, daha sonra efsane bir kurabiye yaratmıştı.


Ağzından bir kere olsun, geleneksel "Benden geçti" artık lafını duymadım. Ne kadar yaşlansa da, her hafta üzerindeki şort bile ağırlık yapıyor diye onu bile çıkartıp tartılır, annemin dünya kadar para verdiği anti-aging kremlerini araklayıp sürer, her türlü ottan kendisine saç tonikleri, vücut suları yapardı. En çok annemi sever, en çok da ona nazı geçerdi.

Onu en son Teos'ta gördüm. Babam benim odama kocaman bir gardrop almıştı, gittiğimde dolabımı bir açmış, boydan boya anneannemin kıyafetleri ile dolu olduğunu görmüştüm. Terasta, anneannem, kardeşim ve ben otururken, Pina Colada'mı elimden alıp, darlingimi sormuştu, ben de ona parlaklığı kısık telefonumdan fotoğraflar göstermiştim, "Ne bu kızım, adam sana aşkından kararmış." demiş, sonra kahkahalar atarak dedikodu yapmıştık.


Ve 90 yaşında, daha önce hiç hastanede yatmamış bir kadın olarak 3 Eylül'de gözlerini kapattı. Ben girmeye cesaret edemedim; ama yıkanırken görenler söylüyor, mermerin üzerinde bir gram yağ olmayan sütun gibi bacakları ile Afrodit gibi yatıyormuş. Tam gönlüne göre bir yer bulundu, havadar, manzaralı ve tepede. Kokusuz ve renkli çiçekleri hiç sevmezdi anneannem, mutfak masasının üzerinde her zaman bir çay bardağının içinde bir dal yasemin olurdu. Keyifle karar verdik, yanına bir yasemin ağacı dikmeye...

Sevgili Bade'm, doğduğum gün defterine yazdığın gibi, "tatlı, mutlu, düzenli" bir hayat geçirmek için elimden geleni yapacağım, takısız sokağa çıkmayacağım, 'darling'lerime sürekli kokulu beyaz çiçekler aldırıp, seni anacağım. Huzur içinde uyu, hepimize harika hikayeler ve anılar bıraktın...

Pinterest'im

Instagram'ım