21 Ekim 2012

Güzelleş be kızım, şimdilik ölümüne kadar hayattasın!

Bir hafta sonra tekrardan, yine bir duruşma için Adana'ya doğru yoldayım. Trafik korkunç, Havataş'taki herkesin derdi uçağı kaçırmak. Bu ortak endişe bir ortaklık doğuruyor, ön ve arka koltuk ile "Sizin uçağınız kaçta?" sorusuyla başlayan diyalog sohbete dönüşüyor. Arayıp bomba ihbarı yapmaya karar veriyoruz. O yemezse, Antalya hala 30 dereceymiş, kaçırdığımız uçakların arkasından el sallar, en son uçakla Antalya'ya gideriz, diyoruz. Sonuç olarak check-in kapanmadan önceki son dakikada uçuş kartımı basıp, topuklularım üzerinde uçağıma biniyorum.

Uçak yurtdışı aktarmasıyla gelen gurbetçilerle dolu. Bunun ne demek olduğunu bilirsiniz, her sırada en az 2 çocuk ve ağlayan çocuklara "Annesiz kal e mi Allah'ın belasi!" diye bağıran anneler. Ve gereğinden fazla yüksek sesle konuşan "Alles klar!"cı gençler. Bir beyaz şarap söylüyorum. Kafam güzelleştikçe, çocukları susturmak için çocuklardan daha çok ses çıkaran anneler komik gelmeye başlıyor. 

Dergi karıştırmaya başlıyorum, Çok Gezenler Klubü'nun bu ayki tüyoları İstanbul'dan. Çok frapan çok süpriz adresler yok, ama uzun zamandır yapmadıklarımı hatırlatıyor, ajandama notlar düşüyorum: Bankalar Caddesi'ndeki Bank'a gitmek ve Hiç'e uğrayıp evin boş köşeleri için ganimetlerin peşine düşmek...



Ve hoop Adana'dayım. Beni gören herkes "Bu hafta geçen seferkinden oldukça farklı ve iyi görünüyorsun." diyor. Bunda tabii cilt bakımımın ve yenilenmiş röflelerimin etkisi vardır ama asıl neden bu değil biliyorum. Kafam rahat çünkü. Bir beklenti içinde değilim, düzelmesini beklediğim bir ilişkim yok. 



İnsanın aklını bir beklenti ve belirsizlik içinde olması kadar yoran ikinci bir şey yok bence. Sadece ilişkiler bakımından da söylemiyorum bunu. İş, arkadaşlar, aile, ev.... Elden gelenlerin yapıldığı ve yolunda gitmeyen şeyin karşı tarafa havale edildiği durumlarda "sürekli bekleme" hali inanılmaz çaresiz ve inanılmaz enerji sömüren bir durum. İşsizsinizdir iş başvurusu yapar, sanki gelen maile 10 saniye içinde cevap yazmazsanız şansınızı kaybedecekmiş gibi aralıksız inboxınızı kontrol edersiniz, hafta sonu için bir plan yapmadan önce her an içten içe o adamın sizi bir yere davet etmesini umarsınız, yurtdışında bir okula müracaat eder oradan onay veya red gelinceye kadar başka bir işle uğraşamaz olursunuz.... Olumsuz da olsa kesinlik bir cevaba sahip olmak güzeldir. Yeni planlar yaptırır insana, yeni hayaller kurdurur.



Sabah Mehmet Öz'ün üvey dayım olduğunu düşünmeme neden olan, tabii ki anneannem tarafından hazırlanmış kahvaltı sofrasına uyanıyorum. Sabahın köründe kalkıp hazırladığı kepekli undan börekler, çok faydalı olduğu icin yemek zorunda olduğum maydonoz ve hücre yenilediği için nar suyu. Bir de yüz silmek için bitkisel karışımlar... "Amanın! Ben ne kadar sağlıksız beslenip, nasıl kötü bakıyorum kendime!" diyorum. Resmen gözüme sokulmuş oluyor ne kadar sağlıksız yaşadığım. Sushi, tost ve filtre kahve üçgeninden çıkmak için telefonuma "Evde yemek yap ve sağlıklı şeyler ye!" diye kendime her güne hatırlatma kurmaya kalkıyorum. Anneannem hemen başlıyor: "Ne o darlingle mi yazışıyorsun?" 

Darling! Ne tatli kelimedir... Anneannemin ağzından duymak da çok tatlı!

Daha tatlı olan başka bir şey daha var: Dört senedir ilk defa "darling" yok hayatımda! 

Yıllardır her bir ilişkinin sonunda, biraz kendi halime kalayım, derken,  hoop bir hafta dolmadan bir bakarım başka bir adamla elele yürür bulurdum kendimi. Bir tutam pervasızlık, bir tutam flörtözlük, bir tutam şans...

Ve o an "darling" olmaması yüzünden, kendimi çok hafif, çok özgür hissetmeye başlıyorum.



Kahvaltıdan sonra, Orhan Gencebay coverlari eşliğinde annemin eczanesine gidiyoruz. O patron ben asistan, çay kahve servisi yapıyorum.


Öğlen adliyeye gidip cübbeyi giydim mi durum değişiyor, ben patron, annem soför!

Duruşmadan çıkışta Adana'ya yeni açılan bir cafeye gidiyoruz: Cosecha! 




Dekorasyonu çok güzel, tuvaletinde tek kullanımlık diş fırçasından günlük pede kadar ihtiyaç duyulabilecek her şey olması çok ince ve yemekler leziz... Karides, kalamar ve somonlu bir pizza yiyoruz. Yanında da avokadolu parmesanlı bir salata. Söylememe gerek yok tabii, İstanbul'dan sonra fiyatlar çok makul.





Planlarıma göre, öğlen uçağı ile geri dönüp okula derse yetişeceğim. Kebap yemeden dönmek içime sinmiyor. Uçak biletimi geceye zıplatıyorum. Kuaför ziyareti, biraz dergi karıştırıp tembellik derken akşam yemeği saati geliyor.

Bu sefer istikamet Kazancılar






Dönüş yolunda kendimi çok iyi, ne istersem yapabilirmiş, hiçbir şey ters gidemezmiş, gitse de çok derdim olmazmış gibi hissediyorum. Fark ediyorum ki, en sevdiğim pervasız ruh halim geri dönmüş. Tam zamanında! 

Kaybediyorum çünkü bu ruh halini bazen, daha şabloncu, daha mükemmeliyetçi, daha mutsuz ve takıntılı oluyorum. Nasıl kaybettiğim ve nasıl tekrar kavuştuğum konusunda kontrol sahibi değilim.

Dönerken, evernote'da yeni bir not açıyorum ve yapmak istediklerimi listelemeye başlıyorum. Liste uzadıkça uzuyor, keyifleniyorum. Daha yaşanacak, yapılacak çok şey var. Önümdeki birkaç sene çok yoğun, çok hareketli, çok çalışmalı geçecek!

Bir sorun kendinize: Siz ne zamandır liste yapmadınız ne zamandır olağan döngüye kapılmış sadece yapmak zorunda olduklarınızı yapıp günlerinizi boşa harcıyorsunuz acaba? 

Erteleye erteleye bir hal olduk bazı şeyleri zaten, daha fazla ertelemeyelim, bu kış hayata yeni bir alışkanlık ekleme, yeni bir maceraya atılma, ertelenen bir hayali gerçekleştirme zamanı olsun! 

Şahsen ben listemdeki 39 madde için derhal icraata geçmeye, onları tamamladıktan sonra, şöyle bir hayat yaşamaya karar verdim:



Mutlu mutlu eden bir şarkıyla da kapanış yapalım: It's your day!


DipNot: Başlık Ağır Roman'dandır. Orijinali de: "Güzelleş be oğlum, şimdilik ölümüne kadar hayattasın!"

3 yorum:

özgür dedi ki...

İyiler kazanmış.

Adsız dedi ki...

ayrilacaginizi hissetmistim. satiraralarini dikkatle okuyunca siziyordu huzursuzlugun. ferahlamis olmana sevindim. nice guzel gunlere zillosh.

ceren

tyChemineRva dedi ki...

seviyorum seni ben daha tanımadan :)

Pinterest'im

Instagram'ım