27 Haziran 2014

Rakıyı da şarabı da, düzeni de kaosu da, öfkeyi de aşkı da istiyorum*

İflah olmaz romantik bir yanım olsa da, ben kesinlikle şiir insanı değilim. Taptığım şiirler elbette var, ama yüz kere kitapçıya girsem de, gidip şiir kitapları raflarında dolanmam. Ah şöyle şiir kitabımı alayım da bir kaç şiir okuyayım, diyenleri de hayatım boyunca anlayabileceğimi düşünmüyorum. Şiir bana çoğu zaman yapmacık ve zoraki bir uyumla bir araya dizilmiş kelimeler yığını gibi gelir. 

Ben kesinlikle roman insanıyım. Roman okurken, özellikle de iyi bir roman okurken, kendimi hep görünmezlik ve zihin okuma yeteneğine sahip bir süper-insan gibi hissediyorum. Başka birilerinin hayatına, zihnine, duygularına sızıyorum ve içinde yaşadığım anı gerçekten unutuyorum. Bir de öyküler... Kısa yoldan çok şey anlatan ve bitince tadı damağında kalan öyküler... Öyküler bana hep diğer yazı türlerinden daha duygusal, daha kırılgan, daha bozulmamış gelir. Yazarın yazıp yazıp da sonunu bağlama, kurguyu bozmama çabası olmaz, daha az olay, daha çok duygu olur.


Bu hafta gecenin bir yarısı Bursa'ya giderken, çantama bir de öykü kitabı sıkıştırdım: Şiirin Kızkardeşi Öykü. 

Bu kitap, Buket Uzuner'in Şiirin Kızkadeşi Öykü, İçinden Deniz Geçen Şehir, Maria Magdalena Artık Utanmayacak, Cinsel Öyküler (Beş-leme) isimli dört öyküsünü içeriyor. 

Bütün uykusuzluğuma ve Bursa'da işim bittikten sonra bir porsiyon iskender yedikten sonra kapanan göz kapaklarıma inat hepsini okudum. Bayıldım, gerçekten bayıldım.

Kitaptan çok sevdiğim cümleler huzurlarınızda:

Dünyanın en büyük küçük mucizesi çok gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır. Büyük mucizelerse yalnızca kutsal kitaplarda bulunur. 

Hayatından hoşnut olan herkes sıkıcıdır. O kadar ki, onların canı hiç sıkılmaz! Hayatlarını olduğu gibi kabul edenler, gözlerinin kepenklerini indirir, pencerelerini kapatırlar. Gözlerinden kalbinin bir parçası bile görünmeyen insanlar için artık umut yoktur. Hepsi birbirinin aynısı apartmanlar gibi yan yana dizilerek yaşarlar. 

İnsan ilkgençliğinde mükemmeli, eksiksiz, haydi hiç olmazsa uyumluyu bulacağına samimiyetle inanıyor. Farklıyı ve ötekiyi arıyor. Deliler gibi yollara düşüp, izler işaretler ve kokular peşinde dolaşıyor. Mükemmel vardır, mutlaka bir yerlerde olmalıdır, diye sandığım bile olmuştu. 

Çünkü o zaman İstanbul çok Doğulu'ydu, ben de çok Batılı'ydım. İstanbul fazla karışık, dağınık, saldırgan, öfkeli ve yaşlıydı. Bana egzotik gelense düzenli, temiz, uslu ve genç olandı. İstanbul esmerdi ve doğal olarak benim egzotiğim sarışındı. Kaçardım İstanbul'dan. Korkardım saldırgan gücünden, dizlerim titrerdi öfkesinden. Rakıyı beğenmez, şaraba özenir, ince belli bardaktaki çayı küçümser, fincanda içer, simite burun büker, bagel, croissant çörek arardım. Daha on dokuz yaşındaydım.

Babamın annemle gurur duyduğunu ben anlardım, annem bilmezdi. Kadınlar duymadan bilmezler, çocuklar anlarlar. 

Onu seviyordum; ama onun yanında kalmayı göze alamamıştım işte. Çünkü ondan daha fazla istediğim bir şey vardı: Kaybolmayı ve yeniden kurmayı, kendimi baştan doğurmayı istemiştim ben. 

Onun mutlu olmak için bütün dış koşulların mükemmel olmasını beklemeyecek akıllı insanlardan olduğunu anlamıştım. 

Böyledir, binlerce yıldır böyledir. Seks ve yemek. Ya da aşk ve yemek! Kadınlarla erkeklerin ortaklaşa sahip olduğu dünyanın en güzel iki şeyi: Cinsellik ve yemektir. 

Diplere vuran hep ben olmuşumdur, o göklere vurur. 

Aşure afrodizyaktır. İçindeki her maddenin tek tek sinir uçlarına dokunduğu, tatlıyla tuzlunun zıtlığında yatan gerilimi kadınla erkek bedenine taşıyan büyülü aşk tatlısıdır Aşure. 

Geri dönebilmek ve anlayabilmek için ille de gitmem gerekiyordu. Bazılarımız için ille gitmek gerekir


Bu arada, gitmek demişken, ben yine gidiyorum. Hayatımda hiç kadar sık gitmemiştim galiba. Son iki aya New York, Mardin, Hasankeyf, Adıyaman, Teos ve Antalya sığdı. Bu sefer de istikametlerim Berlin, Varşova, Krakow ve asıl konsept olarak mükemmel bir line-up ile Gdynia'da yapılan Heineken Opener Festival!! 

Pearl Jam, The Black Keys, Jack White, Metronomy, MO, Jamie XX, Chromeo, Daughter, Foals, Foster the People, Interpol, Warpaint...

Mr. Feelgood ile tanıştığımız ilk günlere ilişkin en net hafıza kaydım, Black Keys'in Little Black Submarine'i. O günlerde bu şarkıya takıntılıydı.  Kimin aklına gelirdi ki, bir buçuk sene sonra birlikte canlı Black Keys dinlemek için birlikte, o güne kadar adını bile duymadığımız bir Polonya kasabasına gitmek için yola çıkacağız...

Almanya'da yıllardır kullanmadığım almancamı, günlerce sürecek festivalde gençliğimi ve Ausschwitz'de duygularımı test edeceğim. Ve tabii sonra tıpış tıpış gerisin geriye döneceğim, yüzlerce fotoğraf ve onlarca keşif ile birlikte.

Ben dönene kadar seyahat planları yaparak, kitaplar ve filmlere gömülerek, hayat ve aşk hakkında kafa patlatarak keyifle kalın! En mutlusundan bir cuma olsun.




25 Haziran 2014

all up in the clouds from a thousand miles, it's like we're never gonna hit the ground*

Anladım ki, mesele hangi şehirde yaşadığın değil, o şehirde nasıl yaşadığın...

Ben bu hafta pazar gününü, güneşten kızarmış bacaklarıma after sunı boca etmiş, omzuma rüzgardan korunmak için havlumu atmış, püfür püfür esen rüzgar tuzlu saçlarımı uçuştururken ve bir yelkenlinin burnunda oturmuş, blush yudumlarken ve biri ilkokuldan beri çok yakın arkadaşım olan, diğer ikisi ile daha bir kaç gün önce tanışıp çok sevdiğim üç kız ile kahkahalar atarak kadın-erkek ilişkileri hakkında laflarken kapattım. O anda gerçekten dünyanın başka herhangi bir yerinde, başka herhangi bir şey yapmayı diliyor olamayacak kadar mutluydum. Ve İstanbul'daydım.






Her insan gibi benim de korkularım var, oldu. Bir kısmı yaşadıkça törpülendi ve yok oldu. Bazıları ise tam tersine yakın geçmişte hayatıma sızıverdi. Bunların içinde, yıllardır hayatıma ve kararlarıma en somut biçimde etki eden ise sanıyorum ki "standarda bağlama korkum".

Fobik bir biçimde korkuyorum, her günü bir önceki günün aynısı olarak yaşayan, hayatının otuz senesi aynı 24 saatlik dilimi 10950 kere tekrar eder biçimde geçiren insanlardan biri olmaktan.

Hayata karşı şevkimin azalmasından, o döngüye kapılıp da bir gün kendimi şiddetli hazları ve hatta öfkeleri törpülenmiş bir kadın olarak bulmaktan...

Lüksü seviyorum; ama lüks ve konforlu bir monotonluğu dahi istemiyorum hayatımda. Çünkü biliyorum aslında en çok bu insanı tembelleştirip tekdüzeleştiriyor.

Bu yüzden her sabah erkenden uyanıp oradan oraya koşturmama rağmen ve sıkı mesai saatleri ile çalışmama rağmen sürekli oradan oraya koşturuyorum. Her fırsatta seyahatlere çıkıyorum, yeni insanlarla tanışmaya bayılıyorum, işten çıkıp doğrudan eve geldiğimde kendimi eksik hissediyorum, huzursuz oluyorum. "Yeni" ve "bilmediğim" besliyor beni.


Bu yüzden sanıyorum, teknede geçen o pazar gününe bayıldım. İstanbul'dan hiç ayrılmadan, bambaşka bir İstanbul deneyimledim. Yepyeni hisler, duygular, hayaller gelip yerleşti aklıma.

Fenerbahçe yat limanından çıkıp, biraları ve blushları gümleterek denizin üstünde yol alarak güneşlenmek Burgazada açıklarında demirleyip kendimizi güverteden suya bırakmak, sonra acıkınca Sedef Adası'ndaki Eleos'a gidip mezeleri ve gerçekten leziz bir balığı mideye indirmek, hepimiz için cennetin tanımına uyuyordu.

İstanbul'da olduğumuzu unutturan bir pazar gününden sonra, güneşin batışı ile birlikte yelkenli ile vedalaştık. Çakırkeyfimiz, kahkahalarımız, bronz tenimiz yanımıza kar kaldı.

"Durduk yerde icat çıkarma evladım"larla büyüdük, ama inadına kendinize bol bol icat çıkararak kalın! Yoksa yaşamanın keyfi neresinde ki...


Bu yazıyı da bu aralar taptığım ve sürekli dinlediğim iki parça ile kapatayım. Pek bilinmeseler de bence harikalar! =)



22 Haziran 2014

Eğer ne yaparsan yap bazı şeyleri değiştiremiyorsan, o zaman esnek olacaksın.*

İnsanın dağılmış ve mutlu olduğu zamanlar vardır. Ajandaya sadakat ile günlük hayatın bir rutini haline gelmiş sorumlulukları bir kenara ittiği, davetli olduğu her plana dahil olduğu ve hayatı üzerindeki kontrolü kaybederken, yüzündeki gülümsemenin büyüdüğü dönemler...

Fotoğraf kursundan çıkmış ve eve gitmesi gerekirken, içindeki şeytana uyup o saatte açık bir mağazaya dalıp ertesi gün giymek için ayağındaki ayakkabılarla uyumlu bir elbise alıp, sevgilisinin evinde uyumayı tercih eder. Sakin bir akşam geçirmeyi planlarken, önüne konulan ve normalde hiç içmediği viskiyi içerek kendisini gecenin bir vakti dans ederken bulur. Evde yapması gereken bir dolu şey varken, Nuri Bilge Ceylan'ın ödül alan upuzun filmini izlemeye gider, çıkışta da eve dönmek için acele etmeksizin yeni tanıştığı tatlı insanlarla keyifli bir muhabbete kendisini bırakır. Hava, haziran için ortalamanın oldukça altındayken ve kendisi tamamen yazlık biçimde zibidi gibi giyinmişken, eve dönüş yolunu uzatıp yağan yağmurun ve ıslanmanın tadını çıkartır. Aslında hepsi saçmadır. Ama iyi hissettirir. Çünkü aslında gerçek ve bastırılmamış tarafının yapmak istedikleri, içinden gelenler bunlardır.

Hislerimi ve düşüncelerimi toparlayamadığım zamanlarda, yazmak zorlaşıyor. Ve bu aralar evim, kafam, ben hep birlikte darmadağınığız. O yüzden bunların hepsini pas geçip, okuduğum bir kitaptan bahsedeceğim.

Güneşlenirken okumak için, genellikle köpük, neşeli, kafa yormayan, tercihen içinde bol miktarda aşk içeren kitapları tercih etmekle birlikte, en son güneşlenme sefamda farklı bir kitap vardı yanımda. Starbucks'ı bizim bildiğimiz anlamda Starbucks yapan Howard Schultz'un kitabı Onwards.


Aslında böyle iş geliştirme, yatırım gibi konulu kitaplar ilgi alanımın içinde yer almıyor. Ne de olsa, Avukatlık Kanunu gereği tacirlik ve esnaflık gibi işlerin avukatlıkla bağlaşması mümkün kabul edilmediğinden, içimden bir girişimci ruh fırlaması için şu an yaptığım işten vazgeçmem gerekiyor ve gerçekten böyle bir niyetim yok. Bu kitabı yalnızca kahveye olan tutkum nedeniyle ve biraz da merakımdan okudum: Starbucks nasıl böyle büyük bir zincir haline geldi?


Starbucks bir zamanlar yalnızca paketli kahve satan bir şirketken, Howard Schultz bu şirkette pazarlama müdürü olarak işe başlıyor. İş sebebiyle İtalya'ya yaptığı bir seyahatte espresso barların büyüsüne kapılıyor. Birbirini hiç tanımayan insanların bu barlara gidip, espressolarının hazırlanmasını izlemelerini, sonra da oturup sohbet etmelerini veya kendi başlarına bir şeyler okumalarını izliyor, gözlemliyor. Amerika'ya geri döndüğünde, Starbucks'a yalnızca paketli kahve satmak yerine, insanlara kahve hazırlayıp sunacakları bir sistem öneriyor ve Starbucks'ın o zamanlarki sahipleri ve yöneticileri bu fikre yanaşmıyor. Howard Schultz ise, bu fikrinden vazgeçmeyerek, II Giornale isimli bir kahve zinciri açıyor ve daha sonra Starbucks'ı satın alıyor.

Onwards, Starbucks'ın nasıl kurulduğuna ilişkin geriye dönüşler içermekle birlikte, esas olarak, Starbucks'ın Amerika'da yaşanan krizden gayet de olumsuz etkilenmişken, hisse senedi fiyatları gittikçe düşerken ve herkes batacağına kanaat getirmişken, tekrar toparlanmaya çalıştığı ve bunu başardığı dönemi anlatıyor.

Ve o kadar güzel bir dille yazılmış ki, gerçekten bir ekonomi veya iş kitabı olarak değil, roman akıcılığında okumak mümkün.



Kitap, ilgi çekebilecek pek çok bilgi içeriyor. Örneğin Starbucks 1990'ların sonunda Mazagran isimli gazlı bir kahve içeceği piyasaya sürmüş ve yazarın deyişi ile 'sefilce başarısız' olmuş. Howard Schultz hala bu şişelerden birini masasının üzerinde tutuyormuş, kendisine "Hatalarını sev, onlardan ders al ve hiçbirini asla saklama." mottosunu hatırlatmak için. 

Veya benim gibi okuduğu ve izlediği her şeyden bir anlam çıkarmaya çalışanlardansanız, bu kitapta yer alan bilgilerden hayat dersleri üretebilirsiniz. "Konumu ne olursa olsun, en iyi kahve çekirdekleri (büyüleyici karmaşık tatları ve etkileyici karekterleri ile arabica olarak bilinenler) yüksek rakım, aşırı sıcak ya da uzun kuraklık dönemleri gibi, bir miktar stres altında büyür."müş, aynı şey insanlar için de geçerli bence, stressiz ve sıradan bir hayattan, büyüleyici karmaşalar ve etkileyici karekterler çıkabileceğine inanmıyorum.

Özetle, ben okurken sıkılacağımı ve bir kenara atacağımı sandığım bu kitabı biraz uzatılmış bulmakla birlikte, oldukça sevdim ve özellikle, girişimci ruhu baskın çıkan ve projeler içinde olan herkes tarafından okunması gerektiğini düşünüyorum.



Kitaptan sevdiğim kısımlar:

Girişimcilik yolu herkese göre değildir. Evet, çıkışlar yüksektir ve ödüller heyecan verici olabilir. Ancak inişler kalbinizi kırabilir. Girişimcilerin işlerini fedakarlığa ve zaman zaman acıya değecek kadar çok sevmeleri gerekir. Başka bir şey yapmayı hayal bile edemeyecek kadar çok.

Yaşamlarımızda mantığa, sağduyuya ve güvendiğimiz insanların bilgece tavsiyelerine meydan okuyan tercihler yapma cesareti gösterdiğimiz anlar vardır. Önümüzü pek göremesek de seyirci olmayı reddederiz. Aşk kıvılcımı yakan, savaşları kazandıran ve insanları başklalarının cesaret bile edemeyeceği hayallerin peşinden gitmeye sevk eden tutkulu bir kararlılıktır bu. Kendimize ve doğru olana inanç, engellerin üstünden fırlatır bizi ve yaşamlarımız gelişir. 

Ticaret erbabının işi budur. Sıradan bir şeyi alıp ona duygu ve anlam aşılarız sonra da hikayesini, sıklıkla tek kelime etmeden, tekrar tekrar anlatırız.

Hassas bir denge kurmamız gerekiyordu. Miras ve innovasyon arasında bir denge. Gelenek ve modern çağa uyum arasında.

Diğer halka açık şirketlerin aksine Starbucks'ın hissedar etkinlikleri yönetim kurulu üyelerini seçmek ya da önerileri oylamak amacıyla düzenlenen sıkıcı ve resmi toplantılar değildi. Yıllar boyunca bu toplantıları markalaşma fırsatı olarak kullandım.

Ekonomi çökmüşken düzenli müşterilerinizi kaybetmenin ve onları geri kazanmaya çalışmanın bedeli, onlara yatırım yapmanın ve korumaya çalışmanın bedelinden çok daha yüksek olacaktır.

Başarı eğer ne kadar büyüdüğünüzle tanımlanıyorsa, sürdürülebilir değildir. Bir zamanlar beni cezbeden büyük rakamlar aslında önemli değildi. Önemli olan tek rakam "bir"di. Bir kupa. Bir müşteri. Bir partner. Her seferinde bir deneyim. 

Kar peşinde koşarken aynı zamanda değerleri olan ve bu değerlere tutunmanın bir yolunu bulan şirketler büyük şirket olacak ve ticaretle merhameti, yürekle cüzdanı birleştiren yeni bir iş modeli yaratılacak. 

Not: Ayrıca bu kitapta,  nedense şimdiye kadar hiç ilgimi çekmeyen ve denemediğim tek kullanımlık Starbucks'ın hazır kahvesi VIA'nın tadının, demlenmiş kahveden hiçbir farkı olmadığı iddia ediliyor. Kesinlikle deneyeceğim. Eğer palavra değilse, filtre kahve bulmamın imkansız olduğu her yerde, bundan böyle yanımda benimle birlikte olacaklarından eminim. 


Bu arada, aldığı ödül ile göğsümüzü kabartan Kış Uykusu'nu izledim ve gerçekten abartmıyorum hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biriydi. 

Filmin uzun olduğu ve fragman ile ara dahil dört saat sürdüğünü önemle vurgulamak isterim. Diyalogları sağlıklı bir şekilde takip edebilmeniz için zinde bir zihin ile izlenmesi ve ayrıca da filmden sonra yetişilmesi gereken bir yer olmayacak şekilde planlama yapılması gereken bir film bu. 

Çok derin, çok gerçekçi. Filmi benden önce izleyen bir arkadaşıma nasıl olduğunu sormuştum, "Sanki birisi gizli kamera yerleştirmiş de, gerçek insanları ve diyalogları izliyormuş gibi hissettim." demişti. Filmi izledikten sonra anladım ki, muhteşem bir tarif bu.

O kadar gerçekçi ki... Film boyunca kimse iyi veya kötü, haklı veya haksız değil. Her karekterin kendisini ifade edişini dinlediğinizde hepsine ayrı ayrı hak veriyorsunuz, hepsini ayrı ayrı seviyorsunuz. Senaryo tutarlı, karakterlerin hepsi çok başarılı. Mutlaka ama mutlaka izlenmeli, özellikle günlerden pazarken, bir planınız yoksa şiddetle tavsiye ediyorum.


Kış Uykusu(Fragman) paylaşan: tercumaniahval

Kitaplar ve filmlerle kalın!

16 Haziran 2014

Güneşköy'de bir haftasonu ve Türkiye'nin en modern köşesi olan Bademler Köyü ziyareti

Güneş, bütün kış boyunca üşüyen hücrelerimi ısıtırken, denizden gelen rüzgar hafif hafif bütün tenimi ve saçımı okşuyor. Güneş yağının o buram buram yaz kokusu etrafa dağılıyor. Bir elimin altında buz gibi kirazlar var, diğer elimin altında kitabım. Soğuk bir bira siparişi vermek veya billur gibi bir denize kendimi bırakmak için tek yapmam gereken şey ayağa kalkıp on adım atmak. O an evim yok, işim yok, kaygım yok, yapmam gereken bir şey yok, saatim yok, telefonum yok, param yok, ses yok, kalabalık yok. Güneş var, deniz var, keyif var.

Bütün haftasonunu böyle geçirdim. Benim dinlenmek denildiğinde aklıma gelen tek kare de bu. Evde koca bir gün uyusam da, bir dağ evinde haftalarımı geçirsem de kendimi dinlenmiş hissetmiyorum. Güzel zaman geçiriyorum; ama benim sözlüğümde dinlenmek, kesinlikle güneş ve su içeriyor. 


Aslında deniz sezonunu bir önceki haftasonu Antalya'da açmıştım, ama o zaman havalar tam olarak ısınmamıştı. "Yağmur da yağsa, fırtına da çıksa denize gireceğim." inadımdan girmiştim denize, biraz da Mr. Feelgood'un gaz vermesinden. O yüzden tam anlamıyla deniz keyfi yapmış sayılmazdım.


Cumartesi sabahı,  tadı ve kokusu olan salatalık ve domates eşliğinde kahvaltımı yaptıktan sonra, kendimi sahile attım. Bütün gün boyunca da kitap okumak, buz ve billur gibi bir denizde yüzmek ve güneşlenmek dışında gerçekten hiçbir şey yapmadım.

Deniz ve sahil annemin tabiriyle otuz sene önceki Bodrum'du. Tertemiz, sakin ve bakir.




Akşamüstüne doğru, eve geçip duşumu alıp, after sun kreme bulandıktan sonra, bir akrabamızın uğrayacağını öğrenince, "Off sıkıcı muhabbetler" diye düşünerek, terasa kaçtım. Anneannemin aldığı komik bir şapkayı taktım, babamın "Sana eski Amerikan filmlerindeki çizgili şezlonglardan aldım, bayılacaksın." dediği şezlongu buldum, kuruldum.


Sonra aşağıdan gelen kahkaha seslerine karşı koyamayıp misafirlerin yanına indim. Beynimdeki şartlanmalar yüzünden anneannemin kuzenini nedense yaşlı, huysuz, mıy mıy bir kadın olarak hayal etmiştim. Ailemdeki, özellikle de anne tarafımdaki bütün kadınların biraz deli olduğunu unutmuşum. Karşımda pembe rujlu, güneş gözlüğü takmadan fotoğraf çekilmeyen çok matrak bir kadın duruyordu.


Onun kırk derece ateşliyken "alışveriş" denildiğinde ayaklanmasını, bir gün Çeşme'de askeri kamptayken deniz yatağı ile dalgalara kapılıp çok açıldıktan sonra, neredeyse Sakız Adası'na yaklaşırken durumu fark edip, "Ne yapayım bu saatten sonra" diye düşünüp, dua ede ede güneşlenmeye devam etmesini, annesinin sabahlığının cebinde ruju ile gezip, dışarıda kıyamet kopsa kalkar kalkmaz rujunu sürüp dudağına sigara kondurmasını dinledim. Bazı taraflarımı annemin soyundan aldığımdan emin oldum. 




Akşam Urcan Balık'ta annem, anneannem, ben şeklinde üç kuşak kadehlerimizi tokuşturup leziz balıklarımızı mideye indirdikten sonra, evin terasında dolunay eşliğinde annemle birer bira devirip laflayarak günü kapattık.

Pazar sabahı erkenden uyanıp Bademler Köyü'nün yolunu tuttuk. Bu köyün çok enteresan olduğunu, çok şaşırıp çok seveceğimi söylemişti annem. Köye girdiğimiz anda ne demek istediğini anladım. Sosyolog Sabiha Tansuğ bu köyden "Kadın erkek eşitliği, doğruluk, temizlik, çalışkanlık örnekleri görmek isterseniz buraya uğrayın." diye bahsetmiş. Gerçekten de burası Türkiye'nin pek çok şehrinden kafa olarak inanılmaz ileride. 

İzmir'de devlet tiyatrosu kurulmadan önce burada köy tiyatrosu kurulmuş desem...
Kahvehanelerde kadınlarla erkekler bir arada oturuyor desem...
Bu köy Türkiye'nin her yerine karanfil, şebboy, kasımpatı, frezya yolluyor desem...
Köyün bir web sitesi var desem...

Birkaç tane de fotoğraf paylaşsam ne demek istediğimi anlatabilirim sanırım.







Bu köyde pazar günleri de minik bir semt pazarı kuruluyor. Mis gibi zeytinyağı kokan leziz gözlemeler yiyebilir, çok güzel çiçekler ve bitki çayları alabilir veya sadece tezgahları izleyerek dolanabilirsiniz. 








Bu haftasonundan Teos ile bağlantısız iki keşfimi de yeri gelmişken paylaşayım. Pazar günü babalar günüydü malum, babam da pazar sabahı Adana'dan İzmir'e uçuyordu. Pegasus'ta yolcunun PNR numarasını veya adı, soyadı, hangi saatte nereden nereye uçağı, cep telefonu ve e-mail gibi bilgilerini biliyorsanuz, kendisine sürpriz menüler ısmarlayabiliyormuşsunuz. Kutlama pastasından sushiye geniş bir yelpaze var. Ben babama havada bir kahvaltı ısmarlamış oldum. Birine sürpriz yapmak isterseniz, bence harika bir seçenek olabilir.


 İkisinci de Amerika'dan sırf ambalajına vurulduğum için Sun Bum Cool Down diye bir şey almıştım, bir yerde bir şekilde denk gelirseniz sakın atlamayın, gerçekten hem harika kokuyor, hem cildi çok güzel yapıyor hem de bütün güneş yanığı acısını yok ediyor. 


Pazar gecesi biraz bronzlaşmış, iyice dinlenmiş, keyifle dolmuş olarak döndüm İstanbul'a ve pazartesi sabahı uzun zamandır ilk defa alarm çalmadan ve hiç zorlanmadan uyandım. Anladım ki, mutlu olmak için Dünyayı karış karış gezmeye gerek yok. Bazen çok yakında, burnunun dibinde, ailende, bir saatlik uçuş mesafesinde bulabiliyorsun aradığını...

Güneşle kalın!

13 Haziran 2014

I'm only good sometimes. Taking my time to go home.*

Yıllar geçti.
Pek çok şeyin üstünden yıllar geçti.

Adana'daki evimizin salonunda nefret ettiğim matematik testlerini çözerken, mola verip bomboş sokaklara ve Seyhan Nehri'nin manzarasına bakıp İstanbul'a taşınmayı dilediğim sessiz geceler 12 yıl önceydi.

Annem ile babamın bana bir kardeşim olacağını müjdelediği ve çok net hatırladığım gecenin üzerinden 20 yıl geçti. İlkokul birinci sınıfta karnemi aldığım gün, doğan kardeşim ile şimdi tatillere çıkıyor, yeni hobilere merak salıyor ve hayata dair her konuda konuşabiliyoruz. 

Hala en yakınım olan ilkokul arkadaşımla, annemin barındaki "Ne güzel kokuyor bu!" diyerek yarım şişe Archers devirdiğimizden beri yirmi yıl oldu.

Hayatımda ilk defa tek başıma yurt dışına çıktığım ve Münih havaalanının büyüklüğünden büyülendiğimde, yıl 1998'di.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin kapısından içeri kalbim güm güm atarak adımımı attığım ilk gün 2004 yılının eylül ayındaydık. Cihangir'de Kafika'nın tam karşısında ilk defa yalnız başıma bir eve çıktığımda ve hala kullanmakta olduğum kırmızı nostaljik buzdolabını aldığımda üniversitenin ikinci sınıfındaydım. 

Taksim'in ara sokaklarında cover grupları dinlediğimiz, Muse eşliğinde el ele, kol kola, dudak dudağa ve sarhoş olduğumuz yıllarda Türkiye'de kapalı alanlarda sigara içmek serbestti.

Mr. Feelgood ile Mouse on Mars konserinin olduğu gün Babylon'un kapısında tanıştığımız gece bile, neredeyse bir buçuk sene önceydi.

Çok zaman geçti. Çok gün yaşadım. Çok şey yaptım. Neredeyse uyumadan, soluk soluğa yaşarken ve sürekli bir şeyleri kovalarken, zamanın akışını takip edemiyorum. Zaman algım 24 saatlik bir dilim ile sınırlı oluyor, seneler kontrolümden çıkıyor.

Ne zaman ki "Kaç yaşındasın?" veya "Kaç yıldır İstanbul'da yaşıyorsun?" sorularını cevaplamam gerekiyor, o zaman fark ediyorum. "Ohaaa ben 27 yaşındayım!", "2004 yılında taşındım. Bir dakika, bir dakika, ben İstanbul'a taşınalı 10 sene mi olmuş? Yok artık!"


Geçen yılın sonlarına doğru, Napoli tren istasyonunda, Roma trenimi beklerken aldığım kırmızı Moleskine ajandama, uzun uzun 2014 yılına ilişkin hedeflerimi ve bu yıldan beklentilerimi yazmıştım.

"Değişiklikler, denemeler, heyecanlar, sallantılar, büyük adımlar derken son birkaç yılım dolu dolu; ama karmaşık ve dağınık geçti. Bu yıl denge, düzen ve gelişim peşinde olmak istiyorum. Dağınık olarak attığım adımları ve şimdiye kadar yaptıklarımı, düzenli, sistematik biçimde geliştirmek ve gerekenleri noktalamak niyetindeyim. 2014 yılı, fazlalıklardan arınacağım, dengemi bulacağım, çok çalışacağım, seyahat edeceğim, seyahat ederken dalış ve fotoğraf hobilerimi geliştireceğim, sağlıklı yaşamaya başlayacağım, evimi düzenli tutacağım bir yıl olsun istiyorum."

Yılı neredeyse yarılamışken, bir dönüp bakmak istedim. Nerede durduğuma ve ne kadar yol kat ettiğime...

Çok çalışıyorum, çok seyahat ediyorum; ama gerisi yok.

Değil hayatımı hizaya sokmak, düzenli ve sistematik bir hayat yaşamak, atmış metrekarelik evimi bile tek başıma çekip çevirmeyi beceremiyorum. Elime ütüyü aldığımda kendime yabancılaşıyorum, dilini hiç bilmediğim bir ülkenin sokaklarında bile daha rahatım. Evde yemek pişirdiğimde, kendimi olağanüstü bir iş projesi tamamlamış gibi hissediyorum, benim için hiçbir zaman olağan bir gün aktivitesi olmadı yemek pişirmek.

Belki de kabul etmem lazım, ben hiç büyümeden yaşlanacağım.

Son bir aydır çok seyahat ettim, New York'tan Adıyaman'a çok sokak arşınladım, seyahat etmediğim günlerde de bilgisayarın başında on saati geçen mesailerle çalıştım. Yorulmuşum. Fark etmemişim. Kendimi bu haftasonu güneşin, annemin ve anneannemin kollarına teslim etmeye gidiyorum, Teos'a... Hayata iki günlük mola vereceğim, hazır her şeyi benim yerime düşünecek birileri varken... Karne günü gelmiş, yaz tatili başlamış bir çocuk kadar huzurluyum.

Size de biraz müzik bırakıyorum, keyifle kalın!


* Başlık da yukarıdaki Blonde Redhead'in şarkısından...

10 Haziran 2014

Urfa - Adıyaman yolunda: Lost Highway

Sevgiliyle tatil denildiğinde insanın aklına hep romantik ve sakin kareler gelir değil mi? Ben ve Mr. Feelgood da tatillerimize hep arabada sevdiğimiz şarkıları dinleyerek, oh ne güzel koşturmamız gereken hiçbir yer olmadan bir sürü zamanımız olacak diyerek, huzurlu ve sakin bir ruh halinde başlıyoruz.

Ben genel olarak miskinliğe çok uzun süre katlanamıyorum, iki saat hiçbir şey yapmadan dursam, bütün hayatımı boşa harcamışım gibi panik ataklar geçirmeye başlıyorum ve pişmanlık krizlerine giriyorum. "Şuraya mı gitsek? Şunu mu yapsak?" Tekliflerim beklediğim ilgiyi göremezse de, cadılık yapmaya başlıyorum: "Biz hiçbir şey yapmayan, kırk yıldır evli gibi takılan sevgililerden mi olacağız?!!"...

Neyse ki Mr. Feelgood da öyle koyduğun köşede saatlerce duran adamlardan değil, uyumlu, hareketli ve spontane planlara açık. Geçen sene Adrasan'da sahilde güneşlenirken, huzurun popomuzu tırmaladığı dakikalarda, Gelidonya Feneri'ne tırmanmaya karar vermemize ve sonra oradan geri dönerkenki halimize bir senedir gülüyoruz. Benim elimdeki kocaman ve içinde işe yarar hiçbir şey olmayan çantam da o günden bugüne büyük espri konusu. 

Ve sanıyorduk ki, o Gelidonya Feneri günü, hayatımız boyunca anacağımız en büyük maceramız olacak. Değilmiş!


Hava şartları nedeniyle iptal olan uçaklar, doğudaki havalimanlarının pek çoğuna uçan tek bir havayolu şirketi olması ve günde tek sefer düzenlenmesi gibi pek çok sebeple İstanbul'a dönüş bileti bulamıyorum. Hayatımda o güne kadar olmayan bir kavram: uçak bileti bulamamak. Gittiğim her yerden İstanbul'a son dakikada dönmeyi başarmış bir insanım; ama Mardin'den dönemiyorum. Business bile uçarım diyorum, "Uçak da bilet de yok hanımefendi!" cevabı alıyorum.

Mardin'den İstanbul otobüsüne biniyoruz. Arka koltukta düşünceler içindeyiz, İstanbul'a kadar gitsek bile ben pazartesi sabahı ofiste olmayı başaramayacağım. Otobüs öğlene doğru İstanbul'a varacak, otogardan eve git, duş al, iş kıyafetlerini giy, ofise git derken zaten mesai saati bitecek. 

İkinci bir seçenek olarak, Adıyaman'dan İstanbul'a Ankara aktarmalı bilet var. "Otobüsten Gaziantep'te inelim, gece Adıyaman'a geçelim, Nemrut'a çıkalım, sonra İstanbul'a dönelim o zaman. Zaten yaklaşık aynı saatlerde İstanbul'da oluruz otobüsle gitsek de." diyoruz. Kulağa gelişi şahane. Gelgelelim gün boyu Gaziantep'ten Adıyaman'a saat başı minibüs kalkıyor, ama gece yok. Onlarca telefon konuşması yapıyorum, sonra aklımıza daha Mardin'e gelmeden önce, tur opsiyonlarını düşünürken konuştuğumuz bir adam geliyor. Bizi Gaziantep'ten alıp Nemrut'a çıkarır mı diye sormak için arıyoruz. "Gaziantep uzak, siz Antep Urfa yol ayrımında inin, ben şöförü yollar, sizi oradan aldırırım." diyor. 

Sürekli yanımıza gelip bizimle muhabbet kurmaya çalışan muavine söylüyoruz, telefonu alıp şoföre götürüyor. İkisi konuşup anlaşıyorlar. Daha doğrusu biz konuşup anlaştıklarını sanıyoruz. Muavin bize "Hadi toparlanın, sizin ineceğiniz yere geldik. Köprüden aşağı inin, sizi orada bekleyecekler." diyor. İtirazsız iniyoruz. İndiğimiz anda da başımızdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Bir otobüsten inilmesi gereken en son yerdeyiz: Otoyol üst geçidindeyiz!! Köprüden aşağı inin dediğinde, ben metrobüs üst geçidi gibi bir şey canlandırmıştım gözümün önünde merdivenli filan. Yok! Bildiğimiz otoyol üst geçidi, yanındaki sarp yamaçtan yuvarlanmayı bile göze alsak, inebileceğimiz yer otoyol. Bir de çook uzaklarda bir petrolün ışıkları görünüyor.

Mr. Feelgood ve ben sırt çantalarımız ile nerede olduğumuzu bile bilmediğimiz bir otoyolun kenarında gecenin bir vaktinde kalakalıyoruz. Sarı saçlarımla yanlış anlaşılmalara neden olmamak için, Süryani şalımdan kendime bir türban yapıveriyorum. Bizi alacak olan şoförü arıyoruz, "Ben konuştuğumuz yerde bekliyorum sizi, dörtlüleri yaktım, görüyor musunuz beni?" diye soruyor. Görmüyoruz. "Neredesiniz, etrafınızda ne var?" diye soruyor. Adıyaman, Mardin, Urfa tabelası dışında hiçbir şey yok.

Otoyol kenarında kalakalmış halde, muavine küfrederek, ardı ardına sigaralar yakarak, bizi alacak adama görebildiğimiz bütün tabelaları okuyoruz. Tarife yarar hiçbir şey yok etrafımızda, adamın bizi bulabileceğinden umudu kesip polisi aramaya karar veriyoruz. O sırada önümüzde bir araba duruyor, yıllarca otobüs şoförlüğü yapmış, Murat Abi, otobüs istikametini takip ederek bizi buluyor. O anda yeryüzünde en çok sevdiğimiz insan o, arabaya kurulduğumuz anda keyifleniyoruz: Kurtulduk!

Biraz gittikten sonra, Murat Abi, "Yok vallaha billaha dönüş yok bu yolda. Böyle gidersek Antep'e kadar gideriz." diyerek, otoyolda bir U dönüşü yapıyor. Mr. Feelgood ile şaşkınlıkla birbirimize bakıyoruz ve o sırada otoyolda ters yönde selektör yapa yapa gitmeye başlıyoruz. Biz put gibi arka koltukta kalmışken, Murat Abi telefonda "Yok şimdi iki tane misafiri aldım, otobanda ters yöne gidiyoruz. Sen ne yapıyorsun?" diye konuşurken, biz içinde bulunduğumuz durumu kavramaya çalışıyoruz.

20 kilometre kadar otoyolda ters yöne gittikten sonra, doğru yöne dönünce yaşadığımız rahatlamayı kelimelerle ifade etmeme imkan ve ihtimal yok. Gerçekten! Önce Adıyaman'a, sonra Kahta'ya varıyoruz. Birkaç saat sonra Nemrut'a doğru yola çıkmak için uyanmamız gerekecek, ama o an bizim için hiçbir şey dert olamaz. Kahkahalar ile gülmeye başlıyoruz. 




Nemrut yolunda o kadar baygın uyuyoruz ki, şoför abi arkadaşlarına espriler yapıyor: "Yaktım benim cigaralardan iki tane, bayıldı şehirliler, Nemrut'a kadar gözlerini açamadılar." diye. Nemrut'a güneşin doğuşunu izlemeye çıkıyoruz, ama otoyolda kalma ve otobanda ters yöne gitme maceralarından sonra sabahın körü demeden bir şişe kırmızı şarap alıyoruz yanımıza. Ve başlıyoruz tırmanmaya...













Bu benim Nemrut'a ilk çıkışım değil, yıllar önce bir kere daha çıkmıştım  ve umarım daha defalarca yolum düşer. Onlarca fotoğraf paylaşsam ve sayfalarca yazsam dahi orada güneşin doğuşunu izlerkenki anı tarif etmemin mümkün olduğunu sanmıyorum. Aklınızın içinde oradan oraya koşan bütün düşünceler yok oluyor, kimsiniz, ne iş yapıyorsunuz, neler yapmanız lazım hiçbirinin anlamı kalmıyor. Gerçekten o an, "o an"dan başka bir şey düşünmüyor insan. 







Her yazımda şunu yapın, bunu tavsiye ediyorum diyip durduğumun farklındayım; ama Nemrut bambaşka. Eğer henüz Nemrut'a çıkıp da gün doğumunu izlemediyseniz hayatınızda gerçekten bir eksik var. Yapmanız gereken tek şey yazın ortasında bile olsa olsanız kazak ve montunuzu çantanıza koyup, gidiş dönüş bir Adıyaman bileti almak. Sizi havalimanından alacak, otelinde konaklatacak, sabaha karşı uyandırıp Nemrut'a çıkaracak kişi de İrfan Abi. Kendisi bizzat yapmıyor, ama süper karakteristik lokallerden oluşan bir ekibi var. Azra Akın'dan bizim okulun profesorlerine kadar herkes onun ekibiyle geziyor Anadolu'yu... Turunuzun kapsamına nelerin dahil olacağı tamamen sizin keyfinize bağlı. Siz aklınızdaki planı söylüyorsunuz, o size fiyatı, anlaşırsanız, geri kalan her şeyi hallediyor.  "Aman terör, aman gidilmez, aman çok tehlikeli!" denilen her bölgede de vızır vızır turistleri gezdiriyor. Yalnızca yağmur yağmayacağına garanti veremiyor. Biz otoyoldan kurtarılma, otelde konaklama, Nemrut ve çevresi turu, havalimanına transfer için 200 TL ödedik. (İletişim bilgileri için bana e-mail ile ulaşabilirsiniz.)




Bu bölgede gezilecek yerlerin başını şüphesiz Nemrut çekiyor; ama gitmişken M.Ö 3. Yüzyıldan kalma Arsemia Ören Yeri'ni de pas geçmeyin. El toklaşma heykeli, el sıkışmanın ne kadar eski bir alışkanlık olduğunun kanıtı. Bir de bu heykelin yanında bir mağara var ki, hayatımda gördüğüm gerçekten en ürkütücü ve çekici mağara. Sonsuza kadar gidiyormuş gibi görünüyor ve feneriniz varsa gerçekten sonuna kadar inebilirsiniz.





Cendere ve Şeytan Köprüleri de gezilebilecek diğer tarihi yerler; ama Nemrut geziniz bittiğinde aklınızda kalacak olan tek şey muhtemelen sabah izlediğiniz güneşin doğuşu olacak...





Şimdilik Doğu yazılarının sonuna geldik. Yazın son demlerinde bir de Van gezisi ayarlamak fena halde aklımda, kalbimde... Yaşadığımız ülkede gezilecek çok yer, keşfedilecek çok lezzet, önyargıları yıkacak çok sohbet var. Kendinizi sınırlamayın, paket turları boşverin, gezin, macera yaşayın, yerel halkla kaynaşın, deneyimleyin, değişin.

Bu yazının sonuna da yolda en çok dinlediğimiz şarkıyı koymazsam olmaz tabii :)



Pinterest'im

Instagram'ım