15 Eylül 2013

Kimi aradığımı biliyorken onu bulamıyorsam, kimi aradığımı bilmeden onu nasıl bulacağım?*

Bu haftasonundan hiçbir şey anlamadım. Başlamasıyla bitmesi bir oldu. Yetmedi, olmadı, eksik kaldı.

Belki de hafta içi çok yoğun geçtiğinden ve inceden hasta olduğumdan, haftasonunu daha sakin geçirmem gerekiyordu. Şöyle evde yatarak, bol bol uyuyarak, haftasonu yapmak üzere ajandama yazdığım şeyleri yazarak... Dayanamadım yine. Evden cuma sabahı çıktım, şimdi geri döndüm.

Ev darmadağınık, bütün hafta kullandığım çanta ve ayakkabılarım girişten yatak odasına kadar yerlerde dizi dizi, çamaşırlar yıkanmayı, ortalık toparlanmayı bekliyor.



Bense elimde kırmızı şarabım huzurlarınızdayım. Bu haftasonu hayat hakkında çok konuştuk, çok kafa patlattık. Nerede yaşamalı? Nerede hayat daha güzel? Nasıl mutlu olunur?...

Cuma akşamı çok sevdiğim, saydığım ve mesleki açıdan idol alabileceğim bir büyüğüm ile hayat hakkında konuşurken, "Kadınları mutlu etmenin imkansız olduğunu" söyledi. Sağlıklı güzel bir çocuk, marka ayakkabılar, çantalar, çok güzel bir ev ve bütün aileye yetecek kadar paranın bile bir kadını mutlu etmeye yetmediğini, örneğin kadınların yepyeni bir çift ayakkabı almışken bile almadığı ayakkabıları düşündüğünü ve isteklerimizin sonunun gelmediğini söyledi.




Yıllardır savunduğum bir düşünceyi hatırladım böylece. Henüz üniversitede okurken, toplumun mutluluk formülünü reddetmeye başlamıştım. Herkes mutluluğun formülünü şöyle görüyordu: "İyi bir üniversitede oku. Mezun ol, iş bul. Sonra evlen. Daha çok para kazan. Güzel bir ev al. Bir de araba. Sonra çocuk doğur. Daha büyük bir ev. Sonra daha güzel bir araba. Bir de yazlık ev. Daha büyük bir ev, daha iyi marka bir araba.(...)"

Ve benim etrafımda annemin babamın arkadaşları vardı, bu listeyi tamamlamışlardı; ama yine de pek mutlu görünmüyorlardı. Daha büyük bir evin, daha iyi marka bir arabanın peşinde koşarken hayatı ıskalamışlardı çünkü.

Diplomamı almadan, gittim Avrupa'yı turladım. Amerika'da çalıştım. İdeal öğrenci olarak güzel bir not ortalaması ile mezun olmuş, avukat olarak çalışmaya başlayıp para kazanan arkadaşlarım çok mutsuzken, ben Avrupa'da gece kalacak yerim yokken, H&M'den indirimli diye aldığım bir gece elbisesi üzerimde sefil halde tren yolculukları yaparken ve hatta iki üç gün yıkanamazken çok mutluydum. Veya Amerika'da kasiyer olarak çalışırken, "avukat" gibi kulağa afilli gelen bir sıfatım yokken, kazandığım para ile haftasonu atlayıp Las Vegas'a gidebiliyordum. Los Angeles'ta taksiye verecek paramız olmadığı için plajda sabahladığımız gece ile San Francisco'da son paramız ile bir şişe votka alıp otoparkta telefondan müzik açarak çılgın gibi dans ettiğimiz akşamın fotoğraflarına bakıyorum, hayatımızdaki en güzel gülümsemelere en parlak gözlere o zaman sahipmişiz. Cebimizde beşer dolar para, ertesi gün hakkında hiç bir fikrimiz yok hiçbir şeye sahip değiliz; ama mutluyuz.

Bir şeylere sahip olmanın mutluluk getirmediğini bir şekilde çok erken görmüştüm.





Gelgelelim ironik bir durum da vardı. Bir şeylere sahip olmak da seni rahatlatıyor, hayatın tadını çıkarabilmeni sağlıyordu. Bugün kazandığım para ile gezip tozabiliyor, beğendiğim şeyleri alabiliyorsam, muhtemelen kira ödemediğim içindir.

Benim bütün bunlardan çıkardığım sonuç şu oldu, bir şeylere sahip olmak, güzel bir ev ve araba gibi, insana kendini güvende ve konforlu hissettiriyor. Ama bu tek başına mutlu olmaya yetmiyor. Mutluluk daha küçük şeylerde, anlarda, hislerde. Alınan tatlı bir mesajda, özlediğin bir arkadaşınla tesadüfen karşılaşmakta, keyifli bir sohbette, yenilen lezzetli bir yemekte, blog yazıp güzel bir e-posta almakta, lezzetli bir şarap içmekte, sevgilinle sarmaş dolaş film izlemekte, etkileyici bir roman okumakta, sevdiğin arkadaşlarınla bol kahkahalı bir kahvaltı etmekte...

Yoksa etrafta bu kadar çok hiçbir şeye sahip olmamasına rağmen gerçekten mutlu ve keyifli insanlar da olamazdı; her şeye sahip olmasına rağmen hala mutluluğu bulamamış insanlar da...

O akşamki sohbette bir arkadaşım mutluluğun "özgürlük" olduğunu söyledi. Düşündüm taşındım. Hem hak verdim, hem de vermedim. İnsan özgür olursa, her şeyi kafasına göre yaşarsa, bir ilişki / evlilik yürütmesi imkansız hale geliyor. Ben biraz pervasızlaşıp, ihmalkar davranmaya başladığımda, Mr. Feelgood'un canını sıkmaya başlıyorum örneğin. Oysa ki, hiç birimiz yalnızken de mutlu olamıyoruz. İstiyoruz, elimizden tutacak, görünce kalbimizin atışı hızlanacak, özleyecek birinin hayatımızda olmasını.





Bu haftasonu kararımı verdim: Mutluluk dengede!

Kazandığın paranın bir kısmını bir şeylere sahip olmak için harcayacaksın, bir kısmını hobiler, seyahatler gibi somut olmayan şeyler için. Özgür olacaksın, boğmayacaksın, boğulmayacaksın; ama ilişkide olduğun insanı rahatsız edecek kadar da değil.

"Peki ya İstanbul'da mutlu olabilir miyiz?" sorusuna geldim sonra. 

İstanbul'da hem şehir içinde, hem de ferah büyük bahçeli bir evde yaşamak için gerçekten nefis bir mirasın üstüne konmak lazım. Yoksa imkansız! Ben şehrin göbeğinde minicik bir kutu evde yaşamayı tercih ediyorum örneğin; ama evlensem ve özellikle çocuğum olsa daha konforlu bir evde yaşamak isterim. Çoğu insan da bu yüzden şehrin dışında, işten çıkınca eve gitmek için 1 - 1,5 saatini yolda geçirmesini gerektiren semtlerde yaşıyor. Bahçe için, havuz için, daha büyük bir ev için... Hayat pahalılığı, iş koşullarının ağırlığı, siyasi sevimsizlikler derken, bu aralar herkesin dilinde "İstanbul'dan kaçmak" var. 

İstanbul aşığı bir metropol kadını olarak ben bile düşündüm bunu. Daha küçük bir şehirde daha konforlu bir hayat yaşayabilirim; ama muhtemelen sıkılırım. Eğlenceli bir konforsuzluk mu, yoksa sıkıcı bir konfor mu? Çok zor bir seçim, hayatın bizi nereye savuracağını da bilmiyoruz henüz. Hiç belli olmaz.

Bu soru ile boğuşurken, bu haftasonu inanılmaz özlediğim, Türkiye dışında yaşayan iki ayrı arkadaşım ile buluşma fırsatım oldu. Biri İsviçreli bir adam ile evlenerek Baden'e taşındı. Cumartesi akşamı Beşiktaş'ta oturmuşken, bir yandan semtini ne kadar özlediğini anlatıyordu, bir yandan orada hayatın ne kadar düzenli ve kaygısız olduğunu. Burada olmayanlar orada vardı, orada olmayanlar burada. 



Üniversiteye başladığından beri Kanada'da yaşayan bir arkadaşımla da bu sabah kahvaltı ettik. İstanbul'a temelli dönüş yapmayı planladığından bahsetti. Orada evet hayat ve çalışma koşulları iyiymiş; ama aile ve arkadaşlık ilişkileri buradaki gibi olamıyormuş. 

Belki de kabul etmemiz lazım, ideal hayat koşulları diye bir şey dünyanın hiç ama hiç bir yerinde yok. Var olan hayatımızı olabilecek en güzel şekilde, üzerinde çalışarak, zaman ve enerji harcayarak yaşamalıyız. Öylesine, rastgele değil, özenerek güzel güzel.

Hayat hakkında bu kadar kafa patlatmak dışında ne yaptın peki derseniz:
Arjantin sinemasına daldım.

Bugün bir fakültede ders veren, kitaplar yazan, cinayetlerin çözülmesinde tek önemli şeyin ayrıntılar olduğunu öne süren bir profesöre, bir cinayet işleyerek kafa tutan bir öğrencinin hikayesini anlatan "Cinayet Tezi"ni izledik Mr. Feelgood ile. Filmin sonu fazlasıyla havada kaldı, her şeyin nasıl olduğunu ve gerçek katili tamamen hayal gücümüze bırakarak bitti; ama Ricardo Darin'in oyunculuğu yeter.

Filmden çok sevdiğim bir cümle: "İnsanlar otuzlarında kariyer için, kırklarında para için, ellilerinde ise prestij için çalışırlar."



Ama izlemek istediğiniz gerçekten iyi bir filmse, uzun zamandır izlediğim en ama en tatlı film huzurlarınızda: Medianeras.



Filmin başlangıcı, şehrin ve insanların binaların üzerinden analizi görsel ve düşünsel olarak çok doyurucu. Üstelik Buenos Aires hakkında söylenenlerin tamamı İstanbul için de aynen geçerli. Masal gibi bir dile, çok orijinal karakterlerle, fotoğraf gibi sahnelerle, modern insanın yalnızlığını ve doğru insanı bir şekilde bulacağını anlatıyor bu film.

Mariana karakterinin çocukluğundan beri  her sayfasındaki karışık resimlerde wally'i bulması gereken donde esta wally (wally nerede?) kitabına olan tutkusu, son sayfasında wally'i bir türlü bulamamasını hayatının adamını bir türlü bulamaması ile özdeşleştirmesi, şehirdeki evlerin ayakkabı kutuları olarak anılması ve filmdeki karakterler süper tatlı!

Son zamanlarda izlediğim en güzel filmdi.

Ayrıca düğünlerde gelin ve damadın çocukluk fotoğraflarının gösterilmesinden herkesin içi bayıldı, bu filmin sonundaki bonus track size yeni bir şeyler yapmak için ilham verebilir:


6 yorum:

pamir dedi ki...

Mutlulugun formulu hakkindaki fikrine katiliyorum. Tasinir-tasinmaz mallar bizi guvende hissettirdigi kadar mutlugun yegane unsuru olamiyor.. Ben de bu nedenle ailemin yaninda klinigimi acmak, daha fazla kazanmak yerine belki de daha az kazanip ama ortamin verdigi rahatlikla daha mutlu olacagimi dusundugum egede bir ile yerlesmeyi ciddi manada dusunuyorum. Belki de bunu gerceklestiremem ama sadece paranin-maddi kazancin beni mutlu etmedigini biliyorum. belli bir standartta yasatacak kadar kazanc ve arkadaslarimizla-sevgiliyle gecirecegimiz dolu dolu bir zaman dogru olanmis gibime geliyor..

sebuş dedi ki...

"Sen mutluluğun resmini yapabilirmisin Abidin.. İşin kolayına kaçmadan ama
Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
Ne de ak örtüde elmaların
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin”
demiş Nazım Hikmet, elbet buna ne tuval yeterdi ne boya

pazariseverim dedi ki...

aferın kız sana vallahi aferin :)


sevgıler :)

sebuş dedi ki...

Bu arada film süperdi öneri için teşekkürler, tespitleri süper replikleri şahane buldum:)
"Kimi aradığımı biliyorken onu bulamıyorsam, kimi aradığımı bilmeden onu nasıl bulacağım?"

cigdemdrkn dedi ki...

Kafanı seviyorum ve paylaşıyorum "meslektaşım(!)" (ıyy bunu hem söylemek istedim hem de istemedim aslında) :)))) yalnız bunları nasıl vakit bulup da yazıyorsun? hem de böyle güzel güzel.. bir süredir takip ediyorum da hayran kaldım doğrusu :) çok iyi :)) işin gücün ortasında maillere bir göz atayım dedim ve kocca bir oh çektim resmen :)) teşekkür
ederim :*

Begüm dedi ki...

Filmi eşimle birlikte izledik ve gayet başarılı bulduk. Hemen kız arkadaşlara tavsiye edildi tabi :)

Pinterest'im

Instagram'ım