25 Eylül 2013

Belli miktardaki şiddet, aşırı bir bağımlılığın en yakın dostu olabilir. Anne, ben barbar mıyım?

Bir zamanlar Amerika'da önce aynı evi, sonra aynı otel odalarını paylaşıp, çalışmadığımız günlerde çöller, şehirler, sahiller talan ettiğimiz chuhchacım ile bu sefer bienali keşfetmek için buluştuk. Havaların hafiften soğuduğu şu günlerde, plaj - havuz - tatil planlarımızın yerini kültürel aktivitelerimizin alması zaten gelenekseldi, bienal de buna harika bir başlangıç oldu.


İlk durağımız İstiklal Caddesi üzerindeki SALT'tı. Tamamen gezi parkından esinlenerek oluşturulmuş bu alan oldukça eğlenceliydi. Ama ne yalan söyleyeyim, Gezi Parkı olayları döneminde bir açık hava sergisine dönüşen Beyoğlu ve Beşiktaş sokaklarındaki yaratıcılık ve parlaklık bu sergiye on basardı. Buyrun bakalım sanat mı hayatı taklit eder, hayat mı sanatı?






SALT'ın ardından başka bir bienal mekanı olan ARTER'de soluklandık.

ARTER'de sigara izmaritlerinden oluşturulmuş bir tablo dikkatinizi çekecektir. Meksika'dan Jose Antonio Vega Macotela'nın eseri. "Bu ne yani, bunu ben de yaparım" diye burun kıvırmayın. O eserin hikayesine kulak verin. Macotela, Meksika'daki bir hapishaneyi beş yıl boyunca ziyaret ederek, mahkumlarla "Zaman Takası" yapıyor. Zaman Takası, eylemlerin takasına dayanıyor ve iki eylemin süresinin aynı uzunlukta olması ve aynı anda gerçekleşmesi tek kural. Toplamda 365 zaman takası gerçekleşiyor, bunlardan 148 numaralı zaman takasında, mahkumlardan Süper Fare, Macotela'nın oğlunun atacağı ilk adımlara tanıklık ederken, Macotela da onun koğuşunda bulunan sigara izmaritlerini toplayarak bu eseri oluşturuyor. Sigara izmaritlerini ne kadar seversiniz bilmiyorum; ama ben bu "Zaman Takası" fikrine bayıldım.

ARTER'de diğer çok ilgimi çeken çalışma, Arapça'ya olan tutkumdan da kaynaklanıyor olabilir, "Gerçeklik sandığımızdan çok daha absürd ve çok daha az rasyonel" diyen Basel Abbas ile Ruanne Abou-Rahme'nin bir ev şeklinde tasarlanmış "Bölge"si oldu.






Daha sonra Arter'in çıkış kapısından çıkıp, muhteşem binaların ve grafitilerin olduğu sokaklardan geçerek, Tophane'ye indik. Üçüncü bienal mekanına: Antrepo3.



Burada en sevdiklerimden biri Christoph Schafer'in Gezi Parkı'ndan ilham alan ve İstanbul'un kentsel dönüşümünü konu edinen çizimleri oldu.



David Moreno'nun heykel fotoğraflarından çıkarılan megafonları içeren "Sessizlik"i,


GonzaloLebrija'nın şehrin ruhu ve kamusal alanları arasındaki kopukluktan kafası karışmış küçük adamı "Lebrija"sı (İspanyolcada keder ve şikayet demekmiş),


Guillaume Bıjl'in "Şüheli"si,



Halil Altındere'nin "Harikalar Diyarı", Nathan Coley'in rengarenk ışıkları,


1965-1976 yıllarında Amsterdam'da happening adı verdikleri eylemler yapan sanat ve aktivizm hareketi Provo'nun afişleri,

Lux Kindner'in mavi üzerine yazılar içeren Komargin'i,



ve Zbigniev Libera'nın Alman yönetmen Leni Riefenstahl'ın fotoğrafına gönderme yapan "Shakespeare'den Afrika Masalları" fotoğrafı benim en sevdiklerimdi.

"Belli miktardaki şiddet, aşırı bir bağımlılığın en yakın dostu olabilir."

Bienal, ifade özgürlüğünü ve özgür düşünceyi savunuyor, bienal formatı ise her türlü makro ve mikro iktidar yapısının karşısında direnme alanları yaratma potansiyeli taşıyor. Barbar kelimesini, "toplum-dışı, kanun-dışı, sistemi kıran veya değiştirmeyi hedefleyenlerin dili: münzevi, serseri, haydut, anarşist, devrimci ya da sanatçı gibi" olarak tanımlıyor.


İlk defa, bu sene tamamen ücretsiz. Eyleme geçmenin sokak dilini hep birlikte deneyimledik, sanat dilini deneyimlemek için bu fırsat kaçmaz.

Bienal kitapçığı 5TL, bence mutlaka alın, okudukça gördükleriniz anlamlanıyor.

Çıkışta da Karaköy'e uğrayın, Komodor ile Muhit'in sokağı akşam loş ışıklandırması, jazz tınıları ile çok romantik, çok eylül, çok keyifli!

Barbar kalın!
Ayyy bu ne çok sanat, hiç ilgimi çekmedi diyenlerle de Mr. Feelgood'un nefis bir keşfini paylaşayım:

 

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım