15 Kasım 2013

Hadi gel buluşalım mücevher köprüsünün karşı kıyısında!

Roma, Floransa, Milano... 

Bu şehirlerde çıkmaz sokak yok. O yüzden yüreğinizin sesini dinleye dinleye, canınızın istediği her sokağa sapabilirsiniz. Şehirler, meydanlardan oluşacak şekilde yapılandırılmış ve yüzyıllar geçmesine rağmen bu meydanlar, rant uğruna "şuraya güzel bir AVM dikelim, buraya proje yapalım, metrekaresi çok kıymetli böyle boş boş meydan kalmasın" mantığına kurban gitmemiş.

"Ya sokak, çıkmaz sokaksa, aynı yolu geri dönmek zorunda kalırım." derdi olmadan, haritayı cebinize atıp, tamamen keyfinize göre "Aaa şuradan gidelim hadi! Bu sokak güzel görünüyor" diyerek saatlerce dolanabilirsiniz. Nasıl olsa, sonunda illa ki bir meydana çıkıp yolunuzu bulursunuz.




Bu şehirlerin diğer bir ortak özelliği de, nehir ile ikiye ayrılmış olmaları ve nehrin diğer kısmının konseptinin daha alternatif olması. Nehrin bir yakası ağırlıklı olarak meşhur markalar, havalı restoranlar ile doluyken, karşı kıyısına geçtiğinizde tasarım butikler, minicik cafeler, atölyeler, vintage butikler karşılıyor sizi. Tarihi eserler ise, söylememe bile gerek yok sanırım, şehrin her tarafında.

Floransa'da da İtalyan markalarına gözümüz doyduktan sonra, nehrin karşı kıyısını keşfetmeye karar veriyoruz. Karşı kıyıya geçmek için bir kaç köprü alternatifiniz var, ama en havalısı Ponte Vecchio. 



Kasapların atıklarını nehre atması için, üzeri kasap dükkanları ile dolu bir köprü olarak tasarlanıyor, ancak daha sonra çevreyi çok kirlettikleri için, kasapların yerini kuyumcular alıyor. Rengarenk binaları ve kuyumcuları ile yerlilerin "mücevher köprüsü" olarak tasvir ettiği bu köprü, rivayete göre Hitler'in bombalamaya kıyamaması sebebiyle, Nazi saldırısında yıkılmayan tek köprü. 

Başka bir özelliği ise Medici Ailesi'nin gizli koridorunun buradan geçmesi. Mediciler, bir zamanlar oldukça korku salmış, Floransa'nın çok nüfuzlu ve zengin ailelerinden biri. Hatta Sienna'da bile, Floransa yönüne bakan, Medicilerin gelmesinden takıntılı bir biçimde korkmayı sembolize eden heykeller var. Medici soyadı, size "medicine" kelimesini çağrıştıyorsa, tam isabet, çünkü kelimenin kökeni gerçekten de bu aile. 

Medici ailesinin, halkın arasına karışmadan nehrin karşı kıyısına geçmesini sağlayan Palazzo Pitti ile Uffizi Galeresi'ni birbirine bağlayan gizli koridoru da Ponte Vecchio'dan geçiyor. Randevu alarak, bu koridordan geçmeyi deneyimlemeniz de mümkün.



Nehrin karşı kıyısına geçtiğimizde sağ taraftan dümdüz devam edince, kendimizi tasarım cennetinde buluyoruz. 









Ben en çok üzerinde %0 Alkol yazan, şişe şeklindeki şemsiyelere vuruluyorum: 







Sokaklardaki insanların fotoğraflarını çekerek dolanırken, yağmur yağmaya başlayınca, rastgele bir yere oturup, birer bira söylüyoruz. Yağmur dinene kadar içmek, o an aklımıza gelen en güzel fikir.



Yağmur diniyor, ama tekrar başlayıp başlamayacağından emin değiliz, o yüzden, müze gezelim, diyerek birer bilet alıp Palazzo Pitti'ye giriyoruz. 




İçeri girerken ilk asabiyetimizi yaşıyoruz: Çanta ile giremezsiniz! İyi de pasaportum, fotoğraf makinem, iPad'im, kredi kartlarım, yani o ülke sınırları içindeki bütün malım mülküm o çantanın içinde! 

"Sen o devasa tabloların bu çantaya sığacağını mı sanıyorsun?"un İtalyancasını bilsem, içtiğim biraların etkisiyle carlayacağım ama, malesef sadece kahve istemeyi biliyorum onların dilinde. O yüzden tıpış tıpış çantamı teslim ediyorum. 

Sonra içeri giriyoruz. Oldukça özelliksiz ve görmesem hayatımda hiçbir şey kaybetmeyeceğim bir kaç oda gezdikten sonra, karşımıza çıkan her kapıda biletimiz kontrol ediliyor ve "Burası için ayrıca bilet almanız lazım." diye geri çevriliyoruz."Tamam, ver bize iki bilet." Yok, sarayın dışına çıkıp, 300 metre uzaktaki bilet ofisine gitmemiz lazımmış.

"Hoppala" derken, orada bir acil çıkış kapısı gözümüze çarpıyor. Evet, o kapı doğrudan, girmek için ek bilet istedikleri Boboli Bahçesi'ne çıkıyor. Sağımıza solumuza bakıp, tam bir Türk zekası ve en cool tavrımızla acil çıkış kapısından kendimizi bahçeye atıyoruz.






Bahçe şahane. 

Bu bahçede, kelimenin tam manasıyla zaman durmuş. Korseli üstü, kabarık etekleri ve eldivenleri ile yürüyüş yapan kadınlar birden karşımıza çıkacakmış, gizli kuytularda fingirdeşen eski yüzyıldan kalma çiftler yakalayacakmışız gibi hissediyoruz.




Ve bahçenin sonu, Floransa'yı tepeden izlemek için en doğru adres olan Forte Di Belvedere'ye çıkıyor. Zaten Belvedere, İtalyanca "güzel manzara" demekmiş.



Tekrardan nehrin karşı kıyısına dönerken, bu sefer turist kalabalığından uzak durmak için başka bir köprüden yana tercih yapıyoruz ve nehirde kürek çekenleri izleye izleye bizim tarafa dönüyoruz.





Akşam yemeğinde, kaldığımız Sani Tourist House'un dibindeki, Dante'nin evinin bitişiğindeki Trattoria Del Penello'dayız.






Görünüşünün hiç de iştah açıcı olmadığını kabul etmek zorunda olduğum, ama tadı oldukça farklı ve güzel olan Zuppa di Faro, enginarlı risotto, beyaz şarap ve kapanış olarak da dondurmalı profiterolden yana tercihimzi yapıyoruz. Yakışıklı garson tarafından öpücükle uğurlanarak,  hem yorgunluktan, hem de lezzetten ölerek bir günü daha noktalıyoruz.



Floransa'ya ayak basanların mutlaka listesinde bulunması gereken bir restoran burası. Her akşam tıklım tıklım dolu, her şey çok ama çok lezzetli. 

Yoksa siz hala Floransa uçak bileti bakmaya başlamadınız mı? :))

1 yorum:

Begüm dedi ki...

Floransa'nın renkleri harika, fotoğraflar çok güzel çıkmış :)

Pinterest'im

Instagram'ım