12 Kasım 2013

En iyi cappucino, vitrinlerine doyulamayan butikler ve lezzettenöldüren bir adres olarak Cibreo...

Günaydın Floransa!

Roma'nın günlük güneşlik havasından sonra, Floransa bize kapalı bir hava ile "günaydın" diyor. Elimizdeki listelere bakıyoruz "Floransa'nın güneşi yok, ama keşfedilecek çok şeyi var." dercesine dolular. 





Kaldığımız yerde daha kimsecikler uyanmamışken, rahat kıyafetlerimiz ile komşumuz olan Dante'nin kapısından ona da günaydın diyerek, bir kaç adım ilerimizdeki Verrazzano'ya gidiyoruz.  


Burada kaldığımız yer de, Roma'daki ile aynı sistemi benimsemiş; kahvaltı çıkarmıyor, ama yakınlardaki bir cafe ile anlaşmalı, check-in sırasında verilen fişleri kullanarak hiç para ödemeden kahvaltınızı edebiliyorsunuz. 


Roma'daki kahvaltılarımız da oldukça lezzetliydi, ama Floransa'da daha şanslıyız, çünkü Verrazano muhteşem bir yer, camlı vitrinden görünen her şeyi yemek istiyoruz.










Asıl muhteşem olan şey ise, cappucinosu. Daha gözüm açılmamışken, bir yudum alıyorum, kesinlikle hayatımda içtiğim en güzel cappucino bu. Sırf, aşağıda gördüğünüz devasa ve eski makine ile yapılan cappucino'yu içmek için bile gidilir buraya.




Kahvaltımızın ardından 1296'da inşaatına başlanmış olan Floransa Katedrali'ne gidiyoruz. Bütün katedraller gibi çok heybetli; ama şimdiye kadar gördüklerim hep koyu renkliyken, bu katedral renkli mermerlerden yapılmış olması ile onlardan ayrılıyor.






Katedralin çevresinde onlarca butik var. Bir kısmı bilinen İtalyan markalarına ait, bir kısmı daha yerel. Hepsinin vitrininde dakikalar geçiriyoruz.












Bir önceki gece gittiğimiz pub'ta tanıştığımız, şimdi Duabi'de yaşayan Floransalı'nın verdiği tavsiyeye uyarak, sanat müzesi olan Accademia dell'Arte del Disegno'nun yolunu tutuyoruz. Yine ondan öğrendiğimiz bilgiye göre, Davud heykeli de dahil olmak üzere, Floransa sokaklarındaki heykellerin hepsi replika ve hepsinin orjinali Accademia'da.






Girebilmek için uzun bir sıra bekledikten ve heykellerden büyülenmiş olarak çıktıktan sonra, sanat öğrencilerinin peşine takılıyoruz ve hepsinin buluşma yeri olan Brunellesco'da bir kahve molası veriyoruz. Kahveler o kadar lezzetli ki, her yorulduğumuzda kahve içerek dinleniyoruz.








Ardından, haritamızı açıyoruz ve bizim otel sahibinin "Floransa lezzetlerini tatmak için doğru adres" olarak nitelendirdiği Cibreo'nun yolunu tutuyoruz. Garson menüleri önümüze bırakıyor, biz onun bizi menülerle başbaşa bırakıp gitmesine izin vermiyoruz. 





Ne istediğimizi bilmiyoruz, ama nasıl bir şey istediğimizi biliyoruz. Bize ortaya bir kaç çeşit tadabileceğimiz porsiyonlarda lokal lezzetlerden getirmesini istiyoruz. Birer kadeh de Chianti tabii.



Masamıza konan ilk şey mide salatası. Annem gülmeye başlıyor, ben sakat et yemem çünkü. Fikrinden hoşlanmadığım için ön yargılı olarak değil, işkembe ne kadar temizlenirse temizlensin kokulu gelir bana, kokoreçin tadını da bir türlü sevemedim gitti. Yine ön yargılı bir yaklaşım sergilemeden bir çatal alıyorum veeeee koku yok! Zeytinyağı ve sarımsak ile inanılmaz güzel marine edilmiş ve tadı inanılmaz lezzetli. Ben kalan son parçaları ekmeğimle sıyırırken annem kahkahalar atıyor, "Yirmi yıldır benim sana yediremediğim şeyi, Floransa yedirdi." diye.



Ardından domates çorbası geliyor. Bizim bildiğimiz domates çorbası ile hiç alakası yok, içinde hamur olduğu için kıvamı daha katı. İnanılmaz lezzetli bir makarna sosunun hamurlu versiyonu gibi.



Kapanış carpaccio! Evet İstanbul'da da İtalyan restoranları var, evet onlarda da carpaccio isimli lezzetli şeyler yiyoruz ama bu da bambaşka. Hiç öyle tütsülenmiş, kurutulmuş filan değil, inanılmaz ince kesilmiş tamamen çiğ bir et geliyor. Hemen önümüzde üzerine sosunu ve bir tabak rokayı üzerine döküp, masamıza bırakıyorlar. Bu da leziz!



Bütün tabakları silip süpürdükten sonra, birer kadeh daha Chianti istiyoruz. Bize bu restoranı tavsiye eden otelcimizin kulaklarını çınlatıyoruz, "Ağzının tadını biliyormuş bizimki." diye. Ve sokaktan gelip geçeni izlemeye başlıyoruz. 

Ben her zamanki gibi ilgimi çeken herkesin fotoğrafını çekiyorum. İlk başlarda çekiniyordum, insanların onlardan izin almadan fotoğraflarını çekerken... Kızmalarından, sinirlenmelerinden, ne yapıyorsun diye sormalarından korkuyordum. Sonra anladım ki, cesurca çekmeye başlarsan, baktıklarında da kameranı indirip gülümsersen oldukça hoşlarına gidiyor, hatta poz vermeye başlıyorlar.






Cibreo'dan kalktığınızda midenizde azıcık da olsa yer varsa, hemen yanındaki seyyar işkembeciye de bir uğramalısınız. Lokal insanların öğle yemeği favorisi bu adres. Önünde hiç azalmayan bir kuyruk, son derece keyifle herkese sataşa sataşa yemekleri hazırlayan bir ekipleri var.



Keyifle, seyahat planları ile kalın!

3 yorum:

sebuş dedi ki...

tam bende onu soracaktım insanları gözünün içine baka baka izinsiz nasıl çekiyorsun diye ki sen açıklamışsın bile,, demek şirinlik yapıyosun hehe hepsi yemeyebilir bu numarayı haberin olsun:)

Adsız dedi ki...

harika ve ilham verici bir yazı olmuş. floransaya gitme planları yapmaya başladım şu anda. bu arada seni kotla da görecekmişiz...

zillosh dedi ki...

Sebuşcumm,

İtalyada istisnasız tuttu bu yöntem, ama İstanbul'da fotoğraf turlarına biraz eğitim aldıktan sonra başlamaya niyetliyim. Mr. Feelgood'u koluma takıp her pazar bir semt hedefimiz var. Bakalım İstanbul'da yiyecek mi bu yöntem :))

Adsız,

Çok teşekkür ederim, çoook mutlu oldum! Hadi Floransa'ya... :)) Ve evet kot bu seyahatimde üzerimden çıkmadı. Hala çok pantolon giyen bir insan değilim, ama bu kotun bağımlısı oldum :))

Pinterest'im

Instagram'ım