20 Nisan 2014

İstanbul'da avare 48 saat: Duble Meze Bar, Mama Shelter, Junk, Gakkı, Tükkan, Junk, Bi Nevi

Cuma günü işten çıkmaya yakın, ruhsatına yeni kavuşan ofis arkadaşımın leziz ruhsat pastasını oburca kaşıklarken babamdan mesaj geldi: "Olduğun gibi seni İzmir'e bekliyorum. İşten çıkışta direk havaalanına git, yol paran benden."

Hem son zamanlarda fazlasıyla mobil halde olduğumdan İstanbul'da yapacak işlerim birikmişti, hem de biletler son dakikaya kalınca o kadar fahiş hale gelmişti ki İzmir için bir Avrupa bileti parası vermeye kıyamadım. Gitmedim o yüzden. Yine de babamın o harika mesajı, haftasonuna keyifli bir başlangıç yapmama yetti.


Ofisten çıktıktan sonra, İstanbul film festivali kapsamında son filmimi izlemek için doğru Feriye Sineması'na gidip, Nick Cave'in belgeseli 20.000 Days on Earth'i izledim. Gerçekten  bugüne kadar izlediğim en güzel belgeseldi. Psikanaliz göndermeleri, kronolojik olmayan geri dönüşlü bir anlatım, harika replikler, doğal sohbetler... Nick Cave, müzik kariyerindeki ve özel hayatındaki olumsuz şeylerden bile o kadar kabullenmiş o kadar mütevazi bir biçimde bahsediyordu ki, benim gözümde bir kat daha yüceldi.

Dünyada 20.000 Gün / 20.000 Days on Earth... paylaşan: calinosfilms


Bu aralar neredeyse bütün kadın dergilerinde, pek çok blogta, spiritüel içeriklerde karşıma çıkan "simplify your life" mottosu o kadar kanıma girmiş ki, cumartesi günü bu akımı evimde uygulamaya karar verdim. Ve tabii ki evin en büyük kısmını işgal eden kıyafet dolaplarımdan başlamaya kalktım. Bütün gardrobumu boşalttım.

Başlangıcı şahane oldu, bütün dolabın içini sildim, tadilat bekleyen kıyafetlerimin bir kısmını toparlayıp terziye götürdüm, artık modası geçmiş ama bir gün yeniden moda olması muhtemel giymediğim parçaları, dolabın üst kısmına kaldırdım, chucha boutique'e yüklenmek üzere bir sürü parçayı ayırdım, alınmış ve poşetiyle dolaba kaldırılmış parçaları gün yüzüne çıkardım, kaybettiğimi sandığım birkaç elbisemi buldum....

Beş saat kıyafetlerle uğraştıktan sonra, çılgın gibi ütü çıkartarak evi inanılmaz bir şekilde dağıttım ve fazlasıyla yoruldum. Vazgeçtim. Evi öylece o korkunç haliyle bırakıp, ne zamandır buluşmak üzere sözleştiğimiz ama bir türlü denk gelemediğimiz Tuğçe ile buluşmak üzere kendimi evden dışarı bıraktım.



İlk istikametimiz Duble Meze Bar oldu. Meşrutiyet Caddesi'nde, Palazzo Donezzietti'nin terasındaki mekana girdiğim anda vuruldum. Tam gün batımının o tatlı saatleriydi, ahşap ağırlıklı döşenmiş mekanda güneş yansımaları çok güzel tonlar ortaya çıkarıyordu, kitle güzeldi, jazz tınıları mekanı dolduruyordu ve manzara çok başarılıydı. Humusa mantar, levreğe hardal, tabuleye avakado eklemek gibi, bildiğimiz mezelere değişik dokunuşlar yapmışlardı. Meze porsiyonları da çok ufak değildi, biz iki kişi dört meze ile gayet karnımızı doyurduk.



Hava karardıktan sonra, garip Türkçe parçalar çalmaya başladı, güneşin o yansıması yok oldu ve mekanın büyüsü bozuldu. O yüzden bence Duble Meze Bar'a yolunuzu düşürecekseniz, sihirli saatlerden yana tercih yapın, 18:30, 19:00 gibi masanıza oturmuş olun.


Duble Meze Bar'dan sonra sohbetimizin devamı için Mama Sheltar'a geçtik, bara kurulduk. Tuğçe'nin Rişikeş'teki yoga kampı maceralarını dinlerken, en kısa zamanda bir Hindistan planı yapmaya karar verdim.


Şansımıza Mama Shelter'da r&b hip hop konsepti vardı, kokeyllerimizi yuvarladıkça, kımıl kımıl olmaya başladık ve dans etme havasına girdik. Nerede dans etsek diye düşünmeye başladık, önce Pop'a uğradık. Pop için erken bir saatti, bizi pek açmadı, Cihangir'e Mona'ya geçtik.

Özlediğimiz Türkçe pop şarkılar ve yeni favorilerimizle bol bol dans etsek de, artık dinlemekten sıkıldığımız şarkılar da bol bol çaldığı için bayınca, gecenin bittiğine kadar verip evlere dağıldık. Gittiğim her yerde istisnasız herkesin kımıl kımıl olmasını sağlayan şarkı da kesinlikle Happy. Bu yaz bol bol dinleyeceğiz anlaşılan. :)


Ertesi sabah gözlerimi darmadağınık evimde açtım ve hemen üstüme bir şeyler geçirip Mr. Feelgood ile buluşmak için Karaköy'ün yolunu tuttum. Kahvaltımızı yapmak üzere Gakkı'ya oturduk. Gakkı, yumurta demekmiş, mekan da duyduğumuza göre kahvaltı konusunda çok iddialıymış.

Oturduk, on dakika, on beş dakika, yirmi dakika... Kimse bizden sipariş almak üzere gelmiyor. Midem kazınıyor, açlıktan bayılmak üzereyim. Yoğunlar, fırsatları olmamıştır, içeri girip siparişimizi vereyim, işlerini kolaylaştırayım dedim. İçeri girdim, adama kibarca siparişimizi vermeye geldim dedim, "Şu an sipariş filan alamam işim var." dedi tersçe. Şok oldum. Siparişimizi alın, işiniz bitince getirirsiniz dedim. "Şikayet etmeniz bir şeyi değiştirmeyecek, gidin oturun bekleyin, 10 dakika sonra geleceğim." dedi. "Yirmi dakikadır bekliyoruz zaten." dedim. "Hesap yapıyorum, yapabileceğim bir şey yok" dedi. İstanbul'da en nefret ettiğim şey bu, moda olan yerlerin ukalalaşması; ama bu kadar ukalasını da gerçekten daha önce görmemiştim!!

Karaköy'de olmasak, günlerden pazar olmasa, o menüyü o adamın kafasına fırlatır, avazım çıktığı kadar bağırır, rezalet çıkartır, ortalığı yıkardım. Ama o saatte oturacak yer bulmak mesele olacak diye sustum, geçtim masama. Güler yüzlü bir kadın geldi, özür diledi, hemen aldı siparişimizi. Sonra adam da geldi, biraz yoğunuz, gibisinden açıklamalar yaptı.

Doğruya doğru güzel bir kahvaltı ettik, sucuk leziz, tek kişilik kahvaltı tabağı doyurucu, reçel ve kaymakla yenen börek hıçın değişikti. Ama o tavır gerçekten çok çirkindi. O yüzden kahvaltısı güzel olmasına rağmen, tavsiye etmeye çekiniyorum. Sinir sisteminiz sağlamsa deneyebilirsiniz.


Karaköy'ün en sevdiğim yanı tezatlarla dolu olması. Tarz cafeler arasında giderken, çöp toplama merkezleri ve hurdacılar arasından geçiyorsunuz. Bunu inanılmaz eğlenceli buluyorum.


Uzun kahvaltıdan sonra buz gibi birer bira yuvarlamak için Tükkan'a geçtik. Tam köşedeki konumu ile bol bol açık havalı masasının olmasının yanı sıra, iç dekorasyonu da eğlenceli vintage mobilyaları, üst katındaki yer karoları, duvar resimleri ile şahane. Ayrıca oturduğumuz süre boyunca çalan müziklere de bayıldık.

Mr. Feelgood maçı izlemek için tüyünce, Ayşem ile biraz butiklerde takıldık. Vinatge eşyalar satan Junk'ta her şey üst üste alt alta olsa da nefis parçalar bulabilirsiniz.



Karaköy faslımızı da Bi Nevi'de noktaladık. Menülerinde kulağa harika gelen pişmaniyeli bir cheesecake vardı; ama kalmamış. O yüzden standart ve hatta biraz bayat bir mozaik keke kaldık.


Her şeye rağmen bu aralar İstanbul'da en sevdiğim semt Karaköy, sanırım tezatlara düşkünlüğümden. Kilisenin altında açılmış çiğ köfteci de bu günkü tezat favorim:


Keyifle keşfederek kalın!

5 yorum:

Adsız dedi ki...

bu kadar enerjik ve sosyal olman gerçekten sinir bozucu!

özel çaba mı sarf ediyorsun yoksa gerçekten içinden mi geliyor?

zillosh dedi ki...

Sevgili Adsız,

Çok şekersin, ama aşkolsun! sinir bozmak için değil, haberdar etmek için paylaşıyorum :)

Dürüst olmak gerekirse tam tersi olmak için çaba harcıyorum. Daha çok uyumak, evde daha çok vakit geçirmek, daha yavaş ve sağlıklı yaşamak idealim. Ama sonra bir şey -çalışmak, okumak, yazmak, izlemek, keşfetmek, gezmek...- yapmadan durduğum her an korkunç bir "bir şeyleri kaçırıyorum" hissi kaplıyor içimi. Hastalıklı bir şekilde duramıyorum.

Güzel bir hafta olsun!
Sevgiler,

Handan dedi ki...

sezen istanbullu işletmecilere onların bize muhtaç olduğunu anlatmak gerek biz onlara muhtaç değiliz. ben olsam hiç sakin davranmaz eleştirimi yapar oradan çıkar simit alır bir de taze nar suyu sıktırır kahvaltı eder ve o adamlara kuruş para kazandırmazdım.

Unknown dedi ki...

O adama hicbir sey demeden o mekanda kaldigina inanamiyorum :0
Ben olsam coktan hanimefendi cizgimden cikip sulukuleye baglamistim :)

zillosh dedi ki...

Handancım,

Haklısın yapılması gereken oydu. Ama o kadar açtım ki, hiç kalkıp başka yer simit filan arayacak halim yoktu :)

Sonbaharcadısı,
Ne güzel bir isim bu böyle :)) Off ben sık sık hanımefendi çizgimden çıkıyorum, ama o gün sesimi içime bastırıp 4square'den şikayet etmekle yetindim :) Ben de inanamıyorum oturmaya devam ettiğime..

Pinterest'im

Instagram'ım