04 Haziran 2014

Taşın ve aşkın şiiri: Mardin

İnsan, burnunun ucundaki yerlere gitmeyi hep erteler, "nasıl olsa giderim" der, ama bir türlü gidemez ya; Mardin benim için o şehirlerden biriydi. Ne zamandır aklımda dilimdeydi, hafta sonu için atlayıp kendi başıma Brüksel'e bile gidiyordum, ama Mardin hep bekliyordu.

Burnunun ucundakini erteleme faktörünün yanı sıra, oraya uçan tek havayolu olduğu için uçak biletlerinin fiyatları gerçekten Avrupa şehirleri ile yarışıyordu. Ne zaman Pegasus dört yeni hat açıkladı ve Mardin de bunların arasındaydı, hemen birer bilet kaptık. Aylar öncesinden...

Gelgelelim aylar öncesinden o bileti alırken, o tarihlerin haftasonları da çalışmamı gerektirecek kadar yoğun bir iş dönemine denk geleceğini bilmiyordum. Cuma günü görev paylaşımı ve zaman planlaması yaparken, benim payıma düşen iş bilgisayarla uzaktan yapılabilecek bir iş çıkınca, keyiflendim, patronumdan "Yani benim fiilen burada bulunmama gerek yok?" diye sorarak teyidimi aldım. Tabii o zaman da, pazar günü geri dönmeyi beceremeyeceğimi henüz bilmiyordum.


Bilgisayarı Mr. Feelgood'un kolunun altına tutuşturup, cumartesi sabahın köründe Sabiha Gökçen'e doğru yola koyuluyorum.

Mardin'e günün ilk saatlerinde ayak basıyoruz. İstanbul'da bir türlü gelmek bilmeyen yazdan sonra, ışıl ışıl bir güneş ve 40 dereceye yakın sıcaklıkta bir hava karşılıyor bizi. Havalimanından bir araba kiraladığımız gibi, şehrin tarihi kısmına doğru yol alıyoruz. (Aklınızda bulunsun, hava limanında iki tane araç kiralama şirketi var, Avis pahalı, diğeri ucuz olan. Biz günlüğü 120 TL'den gayet gıcır gıcır, çok az kullanılmış bir Ford Focus aldık. Mardin civarlarını da gezmek istiyorsanız, ki gelmişken gezin zaten, bir arabaya mutlaka ihtiyacınız olacak. )


Sırt çantalarımızı bırakmak için önce Antik Tatildede Konağı'na gidiyoruz. Taştan kocaman, geniş avlusunda onlarca kaplumbağa gezinen bir konak karşılıyor bizi. Mardin'in sarp dağa kurulmuş kısmının ucunda, aşağı doğru bakıyor terasımız.


Check-in saatimizin gelmesine daha çok var,  terasa kurulup içecek bir şeyler sipariş ediyoruz. Ben de fırsat bu fırsat, güneşe sırtımı verip, ayağımın altında takılan kaplumbağa eşliğinde çalışmaya başlıyorum. İşim bitince, eşyalarımızı odaya bırakıp kendimizi sokaklara vuruyoruz.



Sokaklar o kadar dar, araba park edecek yer o kadar az ki, eşek şehirdeki en popüler ulaşım aracı. Kendimi bir eşeğin sırtında işe giderken hayal edip gülüyorum. Öylesine... İçten... Mardin'deyken şimdiki zamanda değilmiş gibi hissediyorum. Başka bir çağa, başka bir yere ışınlanmışım gibi geliyor.



Sokaklarda biraz dolandıktan sonra, midemizden gelen gurultulara teslim oluyor ve Bağdadi'nin yolunu tutuyoruz. Yolunu tutmak dediysem, bir tane cadde var, boydan boya. Her şey o caddenin üzerinde. Çarşılar, camiiler, oteller, taş konaklar, mağazalar, restoranlar, bankalar, kuruyemişçiler...



Bağdadi devasa bir taş konağa yerleşmiş restoran. Turistler buraya akşam akın ediyor, o yüzden öğlen bomboş, bizden başka kimse yok, bütün avlu bizim. Turuncu fenerlerle süslenmiş kocaman ağacın altındaki masaya kuruluyoruz. Bir soğuk, bir de sıcak meze tabağı söylüyoruz.




Yemeğimizi yerken bize servis yapan kızla laflıyoruz. Uzun, gür, parlak saçları omuzlarına dökülen güzel bir Kürt kızı. Bize fotoğraflarını gösteriyor, eve gittiği zaman nasıl saçlarını örttüğünü, geceleri çalışmasının yasak olduğunu anlatıyor. Kahve içmek için güzel yerler soruyorum ona, gözleri parlayarak "Özsüt var şehirde. Çok güzel" diyor. Yamuk bir gülümsemeyle ağzım çarpılıyor. Biz zincirlerden koşa koşa kaçıp gelmişiz, onların kahvelerine aklımız çıkıyor, onlar için de bizim sıkıldığımız şeyler o kadar cazip ki!


Yemekten sonra sokaklarda biraz yürüyoruz. Fotoğraflar çekiyoruz.





Arabayı park ettiğimiz yere ulaştığımızda, boyu dizimize kadar olan bir çocuk geliyor yanımıza. Elinde kağıttan yapılmış kendisi gibi minyatür bir uçurtma. Çekiştire çekiştire dolanıyor ortalıkta. "Size şiir okuyayım mı?" diyor. Adın ne diye soruyoruz: "Şehmuş" diyor. Bu şehirde minicik çocuklar, turistlere şiir okuyup, şehrin tarihini anlatıp para kazanıyorlar. Şehmuz gibi bazıları o kadar küçük ki, bizim mantığımızda annelere sahip olsalar değil para kazanmak, iki adım uzaklaşsalar "Amaaan!" diye üzerlerine titreriz. İster istemez sorguluyorum bu sahipleniciliği, İstanbul'da çocukların "Anne çiş, anne cıs!" diye bağırıp, göz yaşı dökmeden ağlayarak, şımarıklıktan ve tek başına bir şey yapmaktan acizce gürültü ve huzursuzluk saçarak yaşamaları bir yanda;  kendi başlarına eşeklerin üzerinde gezen, turistlerle konuşan, küçük herif misali her şeyini kendisi düşünen bu çocuklar bir yanda. Çocuk dediğini biraz özgür kendi haline bırakacaksın belki de... Kendini oyalamayı, kendi başına bir şeyler yapmayı öğrenecek.

'Şehmuş' o kadar tatlı ki, arabaya atıp kaçırmak istiyoruz. Ona ve minicik uçurtmasına el sallayarak Dara Köyü'nün yolunu tutuyoruz.

Mardin'den çıkıp hapishaneyi sora sora gidiyoruz, sonra da Nusaybin tabelaları yönünde devam ediyoruz. Nusaybin, bize şimdilerde hiçbir anlam ifade etmeyen Suriye sınırında bir Mardin ilçesi. Kuruluşundan Sümerlerin yıkılışına kadar Sümer İmparatorluğu'na bağlı kalmış, tarih boyunca da Mezapotamya'nın en büyük şehri olmuş. Babilliler buraya Nisbis, Süryaniler Nasibina, Araplar Nasibeyn, Kürtler Nisebin demiş, cumhuriyet ile birlikte adı Nusaybin olmuş.


Mezapotamya'nın Efes'i olarak Dara'ya ulaşıyoruz. M.Ö 500lü yıllarda İran hükümdarı olarak kurulan bu şehir, yıllarda İranlılarla Romalılar arasında el değiştirmiş. Dara'nın kapısında Mehmet ile tanışıyoruz, bize o rehberlik yapıyor. Bir zamanlar burası kazılmadan ve ortaya çıkartılmadan önce, bu alanın üzerinde futbol oynayan, daha sonra da kazılarda çalışan Mehmet, bütçe ayrılmadığı için kazıların durmuş olmasından yakınıyor. İçişleri Bakanı'nın Mardinli olup da, yöresine hiç yatırım yapmamasından bütün halk gibi o da dertli.


Dara, mağaraları ve mezarları ile beklentimizden çok daha büyüleyici bir yer.





Dara'yı gezdikten sonra, Mehmet'in tavsiyesine uyup hemen yan tarafa geçip naneli ayran siparişlerimizi veriyoruz. O güzelim bahçede, hayatımda daha önce hiç görmediğim kuşları şaşkınlıkla izlerken, çok şık bir tepsi konuluyor önümüze.




Zevkten dört köşe, ülkenin topraklarında daha bilmediğimiz görmediğimiz neler var düşünceleri içinde, hepimiz kendi içimizde Türkiye'de daha çok seyahat etme kararları vererek Mardin'e dönüş yolumuza geçiyoruz. Yazın Kaş'ta midye dolma satan Mehmet ile de belki yine yolumuz kesişir, Dara'daki kazıların son durumunu sorarız, kimbilir.


Dip Not: Ne yazsa okurum dediğim yazarın doğduğu topraklara gitmişken, ondan bir başlık kullanmamam olmazdı. Başlık, Murathan Mungan'dandır. 

2 yorum:

S dedi ki...

bütün ülkeyi karış karış gezmeme sebep bir iş yaptığım için, sana bir kaç tavsiye vermek istedim. eğer görmediysen, mutlaka görmen gereken yerlerin ilki van olsun olur mu sezen ? akdamar adasındaki kiliseyi gezip, oradaki insanlardan adanın hikayesini dinle. sonra sinop'a git. sinop hapishanesini gez. inceburuna gidip, deniz fenerinde huzur dol ülkenin en kuzey noktasında. mantı ye sinopta. sonra bir de rize'de yaylalara çık, ayderden dönüşte, zilkale'nin nerede olduğunu öğren ve oraya git. kaleye çık. manzaranın keyfini çıkar.

arkadaşlarıma biraz kızma sebebim, tüm dünyayı karış karış gezerken, ülkemizdeki çok güzel yerleri görmemiş olmaları benim. o yüzden, bu yazın beni fazlasıyla mutlu etti :)

sevgiler,
sevgican

zillosh dedi ki...

Ahhh van evet çok fena bir şekilde aklımda, kanımda. Yazın son demleri için düşünüyordum zaten ama bu yorumla daha da gaza gedim :)) diğerlerine de daha ileri günler için not ediyorum defterime, çook teşekkür ederim tavsiyeler için. Benim için bir sonraki istikametinde şöyle güzelinden bir kahve yuvarla olur mu? Öpücükler

Pinterest'im

Instagram'ım