19 Mart 2016

Eğlenmeye bak! Sonuçta hayatta önemli olan budur*

Bir cumartesi gecesi için her yer çok sessiz ve çok sakin.

Oldukça işlek bir sokağın üstündeki evimde, sokağa bakan camım açık olmasına rağmen, duyduğum tek sesin evde çalışan çamaşır makinesinden gelmesi sıra dışı. Çünkü normalde hangi gün ve hangi saat olursa olsun o camdan içeri korna sesleri, araba sesleri, kahkahalar, bağırışmalar süzülür. Geçen araba sayısı bile inanılmaz şekilde az.


Okuduğum roman sayesinde son bir kaç saattir zihnen, İstanbul'dan oldukça uzaklaşmış, Roma'nın sokaklarında dolanıyordum. Ta ki, kitabın son sayfalarında gözlerimi dolduran bir sürprizle karşılaşıncaya kadar...

Yıkıldım, dağıldım, okumaya devam edemedim. Hemen yataktan fırlayıp, dolu gözlerim ve titreyen sesimle, kitabı benden daha önce okumuş olan annemin karşısına dikildim: "Bu kitabın ne kadarı otobiyografi, ne kadarı kurgu? Ferzan Özpetek şu anda bunları mı yaşıyor?" diye sordum. En son ne zaman film çektiği ve ne zamandır ortalıkta olmadığından yola çıkarak akıl yürüttük. Gerçek olma ihtimali oldukça ağır basıyordu; ama kabul etmek istemiyordum. Bu yüzden bilgisayarımı açtım ve Ferzan Özpetek hakkındaki güncel haberleri taramaya başladım.

Sonra annem yattı. Ben de birkaç röportaj okuduktan sonra rahatladım. Bilgisayarımı kapattım, kitabın geri kalanını okumak için salondaki koltuğa uzandım. İşte o sırada sessizliği tam anlamıyla fark ettim. Evimi yadırgadım. Kendimi başka bir yerde gibi hissettim.

Bir anda Diyarbakır'a en son seyahatim geldi aklıma. Geçen sene eylül ayının başlarıydı, o güzelim Suriçi bölgesi henüz çatışmaların bedelini tarihini kaybederek ödememişti. İş için gitmem gerekiyordu ve bir önceki gün bomba patlamış ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş olduğu için herkes benim aklımı kaybettiğimi düşünüyordu. Çünkü biz "güvenli bölge" (!)'deydik, çünkü o zaman kalkıp Diyarbakır'a gitmek delilikti(!). Sanki orası bizim ülkemizin bir parçası değilmiş, orada yaşayanlar bizim ülkemizin insanı değilmiş gibi bir soyutlanma yaşanıyordu İstanbul'da. 



O zaman aynen şöyle yazmıştım: "İstiyorum ki, orada öylece uzakta otururken, yorum yapmak, taraf tutmak yerine, herkes kalkıp gelsin buralara, vakit geçirsin bu bölgelerde, burada yaşayanlarla konuşsun, ezberlerini bozsun. Biz hareket etmedikçe, gitmedikçe, görmedikçe, yaşamadıkça, yalnızca gazetelerden aktarılanları okudukça, bu ülkede empati kurmanın, anlamanın ve bütünleşmenin mümkün olamayacağına karar veriyorum bir kere daha."

Adliyedeki işim bittikten sonra, orada yaşayan ve bu blog sayesinde tanıyıp çok sevdiğim Deniz ile buluşmuştuk. Suriçi bölgesinde güzel yemekler yemiş, ben birkaç Kürtçe kelime öğrenirken tarihi binaları gezmiş, Süryani şarapları içerek keyifli sohbetler etmiştik. Bir önceki gün bomba patlamamış gibi, herkesin sokaklarda olmasına, gündelik hayatlarını devam ettirmesine inanamamıştım. 

Karşıma çıkan herkesle sohbet etmeye çalışmış, ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sormuştum. 

"Biz alıştık. Az sonra burada bomba patlayabilecek olması fikri bizim gündelik hayatımızın bir parçası" demişlerdi. İçim parçalanmıştı, bunları olağan karşılayacak kadar çok şey yaşamış oldukları için... 

Aradan aylar geçti ve İstanbul'da tam aksine bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Burada yaşayanlar, bu tip korkunç olayların hep "uzakta bir yerlerde" olmasına alışmışlar ki, bir anda inanılmaz bir korku hakim oluverdi şehre.

Olup bitenleri göz önünde bulundurunca, haksız olduklarını söyleyemem tabii ki, ama böylesinde bir korku ve panik içinde yaşayacağımız günlerin fikri de açıkçası beni en az bomba kadar çok korkutuyor.

Şimdi koltuğumda uzanmış, sokağın sessizliğine inanamazken düşünüyorum ve kesinlikle karar veremiyorum: Alışmak mı daha kötü, yoksa böylesine korkup bütün hayat düzenini değiştirmek mi? 



Bu haftasonu annem ve Ayşegül, İstanbul'a bana misafirliğe gelecekleri için, daha geçen hafta Alaçatı'da Sailors Meydanı'nda oturmuş kahvemi içerken, onların geleceği cuma akşamı için 1924Rejans'a rezervasyon yaptırmıştım. Çünkü bütün masalar dolu oluyordu ve son birkaç gün kala yer bulmak pek mümkün değildi. 

Cuma akşamı bomba uyarısı mesajları yağarken, onları arayıp, "20:00'de Rejans'ta rezervasyonumuz var. Taksim'e çıkmak konusunda kaygınız varsa başka bir yere de gidebiliriz." demiştim. 

"Yok canım." cevabını aldığım için, evde buluştuk, keyifle süslenip Taksim'e çıktık. Restoran cuma akşamı olmasına rağmen, açıldığından beri olmadığı kadar boştu. 




Biz keyifle müziğimizi dinledik, havyarlı somonlu krepler, peleniler ve piroşkilerle karnımızı doyurduk. Sevgili Cenk'in elinden leziz kokteyllerimizi yudumlarken,  kahkahalar atarak ve çok kulaklar çınlatarak oldukça keyifli bir akşam geçirdik. Gecenin kapanışını da, masada kokteyl sevmeyenlerin bile aklını başından alan, içinde kuru gül goncalarının yüzdüğü prosseco'lu kokteyl Heartbreaker ile yaptık.



Cumartesi sabahı uyandığımız gibi, Beşiktaş Pazarı'nın yolunu tuttuk. Gözlemelerle karnımızı doyurduktan sonra, tam tezgahları kurcalamaya başlamışken ve cep telefonlarımız çantalarımızın derinliklerinde duruyorken, tezgahların başında haber kulaktan kulağa yayıldı: Taksim'de bomba patlamıştı. Rumeli Caddesi'nde de bir bomba patladığı konusunda bir söylenti yayılıyordu. İçimizi derin bir hüzün kapladı.

Öğleden sonra, korkarak evde oturmanın kimseye bir faydası olmadığına karar vererek, güzelce giyindik ve Nişantaşı'na çıktık. 

Yaklaşık altı yıldır bu civarda oturuyorum. Çok absürd saatlerde sokaklarında yürüdüm. Uzun bayramlarda herkes tatile çıktığında semtin en boş hallerine şahit oldum. Ama gerçekten Nişantaşı'nı hiç bu kadar boş görmemiştim. 



Cumartesi günü öğleden sonra olmasına rağmen, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş veya şehir terk edilmişçesine boştu. Koskoca Beymen'de bizden başka tek bir müşteri yoktu, çalışanların yaptığı telefon konuşmalarından anladığımız üzere, diğer şubelerde de durum hiç de farklı değildi. Zara'da şapkalar takıp, mağazanın içindeki aynaların önünde canımızın istediği saçmalıkları yapabiliyorduk, çünkü etrafta yadırgayacak kimsecikler yoktu.



Alışverişimizi tamamladıktan sonra, olağan bir cumartesi yer bulmanın imkansız olduğu Beymen Brasserie'de oturduk. İstediğimiz her yerde oturabilirdik, çünkü ilk defa boş masa sayısı, dolu masa sayısından fazlaydı. 

Roma'daki Pompi ile kapışabilir lezzetteki tiramisu'yu iştahla kaşıklarken, inanamayarak sokağı izliyordum. 



Efendi'ye gittiğimizde bomboş bir bar bizi karşıladı. Bu bomboş akşamda gelen müşterileri mutlu etmek yerine, alt katın gece açılacağını, şimdi inemeyeceğimizi söyledikleri için, orada da oturmaktan vazgeçtik. (Ki son gidişlerimde kokteyller de hiç de başlardaki kadar iddialı değildi. Bir de bu tavırla beni tamamen kaybettiler.)

Bu yüzden eve gelip bir şişe şarap açarak, çok sevdiğim filmlerden biri olan "Serseri Mayınlar"ı izledik. Kahkahalar atarak, hüzünlenerek, İtalya'yı özleyerek, filmdeki bazı cümleleri aklımıza kazımak için tekrar ederek, şehirde olup biten her şeyi unutarak... 

"En nihayetinde hayat.. Bazen ölümü soğuk bir namlu ucundan dilerken, pasta yiyerek ölebilme mutluluğudur."

Şimdi sokağın sessizliğini dinlerken, alışmanın mı yoksa, korkmanın mı daha kötü olduğuna karar veremezken, çok içten biçimde tedbirli olmakla korkmayı ve yas tutmakla umutsuz olmayı karıştırmamanızı diliyorum. Çünkü zor günler yaşıyor olsak da, hala hayattayız ve her zaman her koşulda keyif alınabilecek bir şeyler hep var.

Kitaplara, filmlere, sevdiğiniz insanlara sarılarak, umutla kalın!

Dip Not: Başlık, Ferzan Özpetek'in Sen Benim Hayatımsın kitabından. Kitaptan da en kısa zamanda bahsedeceğim. 


Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım